Albert Bobowski nasıl Ali Ufkî bey oldu?

Ali Ufki Bey

Metin Gülbay

1600’lü yılların ilk çeyreğinde veya ikinci çeyreğin hemen başındayken ülkenize sürekli akınlar yapan Kırım Tatarları sizi esir alıyor ve Osmanlı padişahına gönderiyor. Ya da sizin de içinde bulunduğumuz Venedik güçlerinin Osmanlılar ile yaptığı savaşta esir alınıyorsunuz. Hikayeniz farklı olabilir ama sonuçta esir düşüyorsunuz. Muhtemelen 18 yaşındasınız ve bir daha ne ülkenize, ne de ailenizin yanına dönüp dönemeyeceğinizi bilmiyorsunuz. Belki de öldürüleceksiniz. Ne yapardınız, ne hissederdiniz bu durumda?

Albert Bobowski’nin esaret yaşamını merak ettiniz değil mi, çünkü bu yazı O’nun yaşam öyküsünü anlatıyor. 

O’nun hakkındaki tüm bilgiler henüz kesin olarak aydınlığa kavuşmuş değil. Rivayetler muhtelif yani. Net olan tek şey Lehistanlı ya da bugünkü adıyla Polonyalı olduğu. Ancak doğduğu yer bugün Polonya değil, Ukrayna sınırları içinde bulunuyor Lviv. Ama ailesinin Leh olduğunda tüm kaynaklar birleşiyor (ki bugün bile Ukrayna nüfusunun yüzde birini Lehler oluşturuyor). Albert Bobowski ya da Albertus Bobovius, Alberto Bobovio veya Müslüman olduktan sonra aldığı adla Ali beyin Türkçe adları da kimisi okunuştan kaynaklanan bazı farklılıklar taşıyor: Ali bey, Hali bey, Alli veya Hulus bey. Ali bey, Ufkî mahlasını alarak Ali Ufkî bey adıyla biliniyor. Mahlas genellikle Divan Şiiri ve Türk halk şiiri ozanlarının yapıtlarında kullandıkları ve ünlendikleri takma ad demek.

Esir düşmesine ilişkin de çeşitli rivayetler var. Bir tanesi Kırım Tatarlarına esir düşüp Osmanlı’ya gönderildiği. Bir diğeri Osmanlı’ya da seyahat etmiş olan Claes (Nicholas) Ralamb’ın anlatımı. Ralamb1 1657’de bizzat kendisinden dinlediğini belirterek onun 1645’te Venediklilerle yapılan savaşta Osmanlılara esir düştüğünü ileri sürüyor. Ancak hangisi doğru olursa olsun sonunda Edirne’de acemi içoğlanları sarayına getirildiği ve birkaç yıl (belki dört yıl) orada kaldığı biliniyor. 

Bobowski daha sonra âdet olduğu üzere Topkapı Sarayına getiriliyor. Ve burada çok uzun yıllar kalıyor. Bobowski’ye ailesi iyi bir eğitim vermiş. Yunanca ve Latince’yi çok iyi öğrenmesinin yanı sıra iyi de bir müzik eğitimi almış. Müzik eğitiminin yaşamında nasıl olumlu bir rol oynayacağını o zamanlar bilemezdi tabii ama hayatını çekilir kıldı ve veya kurtardı desek yalan söylemiş olmayız sanırım.

Osmanlı saraylarında tüm içoğlanları gibi Müslüman yapılan Bobowski Enderun’da Türkçe’yi öğrendi. Sahip olduğu müzik eğitimi sayesinde sarayda hanende yapıldı. Tabii bu arada Osmanlı’daki müzik aletlerini de çalmayı öğrendi. Bobowski yani Ali bey Batı müziği eğitiminin üstüne Türk müziğini ekleyince sarayda büyük takdir gördü, kendisine musiki hocalığı görevi verildi. 

Sarayda sazendelik yapan Ali bey santur çalmayı öğrenip bir de besteler yapmaya başlayınca Santurî lakabını kazandı. Nota bildiği için dinlediği tüm şarkıları notaya geçiriyor ve üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin o eseri aynen çalabiliyordu. Bu da O’na bir başka ün kazandırdı. Bu özelliğine bakan Osmanlılar Ali beyi bir nevi sihirbaz olarak nitelemeye başladı çünkü hiçbiri nota bilmiyordu. 

Ali bey 1650’li yıllarda Türk klasik ve halk müziği ezgilerini notaya geçirerek ilk müzik antolojisini2 hazırladı. Mecmua-i Saz ü Söz (Ufkî edvarı diye de biliniyor) adıyla bilinen bu yapıt Londra’da British Library’de bulunmaktadır. Yapıtın müsveddesi niteliğindeki, Şiir ve Şarkı Mecmuası başlıklı bir diğer çalışma ise Fransa Ulusal Kitaplığındadır. Ancak O yalnız beste yapmamıştır, dilbilimci, şair, çevirmen olarak da bilinir. Bu yeteneklerine minyatür ustası anlamına gelen nakkaşlığını da katmak gerekir. İsveç elçisi olarak da İstanbul’da bulunan Ralamb’ın Ali Ufkî beyden satın aldığı 137 tane minyatürün de Ali beyin eseri olduğu ileri sürülür.3

Ali Ufkî beyin bildiği yabancı diller arasında Fransızca, İngilizce, Almanca, Latince, Eski Yunanca, modern Yunanca, İtalyanca, Türkçe, Farsça, Arapçayı sayabiliriz. Yapıtlarının birçok kopyası Avrupa’daki çeşitli kütüphanelerde koruma altındadır. İngiltere ve Fransa’da on beş kadar yazma ve sekiz tane de basılı eseri saptanmıştır.

Ali Ufkî bey anılarını 1665’te İtalyanca olarak yazdı, sarayda çıkan bir yangından hemen önce4. Anılarını Yedikule Zindanı’ndan esaret altındayken Almancaya çeviren Nicolaus Brenner bir de önsöz eklemişti. Çok acıklıdır bu önsöz. Brenner’in 1667 yılının 6 Mart tarihini (Tam 354 yıl önce bugün – Editörün notu) taşıyan çevirideki önsözü alıntılamak isterim. Çünkü Yedikule Zindanları hakkında birinci elden tanıklık içeriyor.

“Kırk iki ayı aşkın bir süreden beri içinde bulunduğum perişan durum yüzünden, kötü düşüncelere kapılmamak ve hayata küsmemek için, yaşadığım sefaletten, yediğim dayaklardan, kelepçelerin, prangaların verdiği acıdan, açlıktan, susuzluktan, aşırı sıcaktan ve dondurucu soğuktan yakınmaktansa, Türk hükümdarının Konstantinopolis’te sarayını ve orada kurulu düzeni, uygulanan töreleri ve kuralları anlatan İtalyanca belgeyi, ülkemde herkesin konuşup anladığı Alman diline çevirmeye karar verdim. Bunu yapmak istememin başka bir nedeni de, -kendimi övmek gibi olmasın- genç yaşımdan beri çeşitli halklar, ülkeler, buralarda yapılan savaşlar ve bunların özellikleri, insanların alışkanlıkları, gelenekleri hakkında yazılanları okumaya büyük ilgi duymuş olmamdır…

Şimdiye dek Türk hükümdarının sarayında egemen olan kuralların ve düzenin bu denli ayrıntılı olarak açıklandığı bir yazıya rastlamadığım gibi bu konuların anlatılmasına da tanık olmadım. Eğer değerli okurlarımın layık olduğu ve benim de arzuladığım biçimde güzel sözlerle süslü zengin bir anlatım ve özenli bir tasarımla kaleme alınmış bir yazı sunmayı başaramadıysam, umarım hoşgörüsüne sığındığım okurlarım, gündüzleri bile etrafımı görebilmem ve herhangi bir şey yapabilmem için ışık yakılması gereken karanlık bir kulenin içinde geçen tutsaklığımın zor koşullarını hesaba katarak, Hıristiyanlığa yakışır bir merhamet duygusuyla beni affedecektir.”5

Anıları 1679’da Parma’da İtalyanca olarak ilk kez basıldı. Almanca basımı ise 1669 yılında gerçekleşmişti. Bu konuda ilginç bir şey de oldu. 1685’te yani Ali Bey’in ölümünden, ki ölüm tarihi tahmini olarak biliniyor, on yıl sonra Fransa’nın İstanbul Elçisi Pierre de Girardin anıları ele geçirerek Fransızca’ya çevirdi. Ancak bunu sanki kendisi yazmış gibi Fransa’ya yolladı, tabii birtakım eklemeler yaparak. İntihal eski bir alışkanlık demek ki… Bu nedenle Fransızca çeviride Ali Ufkî beye ait olmayan tümceler de bulunuyor. Bu yazıda anılardan bölümlere yer vermeyeceğim. Kitap yayınevinden çıkan Saray-ı Enderun başlıklı kitap onun özgün anılarını kapsamakta, meraklıları için not düşeyim dedim.

1654’te Latince-Türkçe bir Hıristiyan din ve ahlak dersleri kitabı yazdı. 1665-73 yılları arasında Eski Ahit’in Mezmurlar bölümünü Türkçeye çevirerek notalarıyla birlikte yayımladı. Ali Ufkî beyin Türkçe’ye bir başka katkısı da 1662-1664 yılları arasında Kitab-ı Mukaddes’in çevirisini yapmasıdır. Bu o kadar önemli bir çeviridir ki bugün bile bu çeviri esas alınmaktadır. Bazı Avrupa kaynakları O’nun Divan-ı Hümayun’un baştercümanı olduğunu ileri sürmekteyse de Osmanlı kaynaklarında bu bilgiye rastlanmamaktadır. Baştercüman olmasa bile 1670-71’de Baştercüman Panayiotis Nikusius’tan sonra ikinci tercüman olduğu Hezarfen Hüseyin tarafından belirtilmiştir.

Diğer yapıtlarına ilişkin bilgiler İslam Ansiklopedisinde bulunuyor. A True Relation of Designes Menaged by the Old Queen, Wife of Sultan Ahmed başlıklı yapıt, görgü tanığı olarak kaleme aldığı, Kösem Sultan’ın IV. Mehmed’i zehirletmesiyle ilgili bir eserdir. İtalyanca aslından çevrilen bu nüsha Oxford Bodleian Kütüphanesi’nde bulunuyor. Tractatus Alberti Bobovii Turcarum Imp. Mohammedis IV. olim Interpretis Primarii, De Turcarum Liturgia başlıklı Latince yazdığı yapıtı ise Türkler’de ibadet, hac, sünnet, hasta ziyaretleri vb. ile ilgili bilgiler vermekte ve British Museum’da bulunmaktadır.

İslâmî Âdetler, Resmî Şahsiyetlere Verilen Elkāb başlığını taşıyan ve Latince-Türkçe olarak yazılan yapıtı Oxford Bodleian Kütüphanesi’nde korunmaktadır. 1666 yılında Latince olarak Türkçe gramer kitabı yazan Bobowski, Dialogues en Français et en Turc başlıklı Fransızca-Türkçe diyalog kitabında Türk âdetlerine, örgütlenmeye ilişkin bazı bilgilere, atasözlerine yer verdi. Çek filozof Johann Amos Comenius’un Janua Linguarum Reserata Aurea adlı kitabını Türkçeye çevirdi.

Ali Ufkî’nin Saray’dan sonraki yaşamını nasıl sürdürdüğüne ilişkin de birden çok iddia var. Yerasimos-Berthier ikilisinin önsözünde “anlaşılan 1657’ye doğru saraydan ayrılıp Mısır’a, bir paşanın yanına gitmiş, sonra azat edilerek İstanbul’a dönmüştü” denirken, İslam Ansiklopedisi başta da adını andığımız Ralamb’a gönderme yaparak “… on yıl hânendelik yaptıktan sonra padişah tarafından azat edilerek sipahi ulûfesi aldığını nakletmektedir. Polonya kaynaklarına dayanan Franz Babinger ise önce sarayda esir olarak çalıştığını, adını belirtmediği bir Türk asilzadesinin hizmetine girdiğini, bir müddet sonra da azat edildiğini” yazar.

Azat edildiği konusunda kuşku olmadığı görülüyor. Sonraki yaşamında Bobowski İstanbul’a gelen elçiler, gezginler, tüccarlar, bilim insanları ile tanışıp görüştü. Yine Yerasimos-Berthier’in önsözünden anladığımız kadarıyla ünlü gezgin Antoine Galland İstanbul’dayken O’ndan Türkçe dersleri aldığını yazmış. İngiltere büyükelçisi Thomas Smith ile dostluğu o kadar ilerletti ki birlikte İngiltere’ye bir yolculuk yapmayı bile tasarladılar.6 Birçok gezgin yazılarında ondan söz etti. Ali Ufkî çok dil bilmesi sayesinde birçok kaynağı tarıyor ve diller ve kültürler hakkında olağanüstü miktardaki bilgiyi dağarcığına katıyordu. Bu sayede yalnız saraydaki yaşam değil edebiyat, şiir, din konularında da dostlarıyla sohbet yapma olanağına kavuştu.

Bobowski, Bobovius ya da Ali Ufkî beyin Topkapı Sarayı’nda geçirdiği on dokuz yıl tamamen bir esir hayatıdır. Sarayın “üçüncü avlusunun 130 metreye 110 metrelik dikdörtgen alanından ve oraya açılan bölümlerden çok ender durumlarda dışarıya çıktığını varsaymak büyük bir hata olmaz. Ne zaman hastalansa veya içoğlanı koğuşlarındaki demir disiplinden kurtulmak için hasta taklidi yapsa, sarayın birinci avlusundaki, kullanılmayan Aya İrini Kilisesi’nin tam karşısına düşen bîmarhaneye (saray hastanesi) gitme hakkına sahipti. Mutlaka hasbahçede padişah için musiki icra etmişti ve belki kadınlarla cariyelere konser vermek üzere gözleri bağlı olarak hareme de götürülmüştü. Hepsi bu.”7

Ali Ufkî bey 1675 yılında İstanbul’da öldü. 1470’ten 1481’e kadar (Fatih dönemi) içoğlanı olup hazinedarbaşılığa kadar yükselen Vicenzalı Giovan Maria Angiolello veya 1501’den 1514’e kadar (2.Bayezid dönemi) içoğlanı olan Cenovalı Giovanantonioni Menavino gibi ülkesine dönmedi.8

Yaşamının son yılları hakkında kesin bilgiler yok. O’nun serbest bırakıldıktan sonra da imparatorlukta kalma nedenini anılarındaki şu satırlar iyi anlatıyor gibi:

(Enderun’da) “hangi ulustan olursa olsun herkes eşit tutulur. Sadece bilgi ve yetenek bakımından diğerlerinden üstün olanlara ayrıcalıklı davranılır. Burada asil bir aileden gelmekle övünmenin hiçbir değeri yoktur. Asalet kazanmak için ruhen asil olduğunu göstermek gerekir. Enderun’da yetiştirilmekte olanların çoğu basit ve yoksul ortamlardan gelmektedir ve -söz gelimi- dünyaya karşı nefret doludur.10

1 https://islamansiklopedisi.org.tr/ali-ufki-bey

2 Topkapı Sarayı’nda Yaşam, Stephanos Yerasimos-Annie Berthier sunuş yazısı, s.12, Kitap Yayınevi.

3 https://islamansiklopedisi.org.tr/ali-ufki-bey

4 Topkapı Sarayı’nda Yaşam, Stephanos Yerasimos-Annie Berthier sunuş yazısı, s.14.

5 Saray-u Enderun, Topkapı Sarayı’nda Yaşam, Ali Ufkî Bey, s.13, Kitap Yayınevi.

6 Topkapı Sarayı’nda Yaşam, Stephanos Yerasimos-Annie Berthier sunuş yazısı, s.14.

7 aynı yapıt, s.16.

8 Topkapı Sarayı’nda Yaşam, Stephanos Yerasimos-Annie Berthier sunuş yazısı, s.22.

9 Saray-u Enderun, Topkapı Sarayı’nda Yaşam, Ali Ufkî Bey, s.77.