‘Dar Koridor’da futbol oynanır mı? Prof. Dr. Mustafa Durmuş yazdı

Prof. Dr. Mustafa Durmuş

Şirin Payzın’ın Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT) iktisat profesörü Prof. Daron Acemoğlu ile yaptığı söyleşi sosyal medyada (özellikle de krizin sürmekte olduğu tespiti nedeniyle) ilgiyle karşılandı.

Prof. Dr. Daron Acemoğlu. Fotoğraf: T24’ten alınmıştır.

Payzın’ın “Çin’deki otoriter devlet- güçlü ekonomi ve Hong Kong’daki protestoların nasıl yorumlanması gerektiğine” ilişkin sorusunu Acemoğlu yeni kitabındaki ‘dar koridor’a referans vererek yanıtladı.

Ona göre, “kısa dönemde, Çin’de olduğu gibi, otoriter bir devlet altında ekonomiyi büyütmek mümkün olabilir ama bu sürdürülebilir bir şey değil. Refahı toplumca paylaşmayı sağlayan bir sürdürülebilir ekonomik büyüme için güçlü devlet ile güçlü toplumun buluştuğu bir koridor oluşturulmak zorunlu. Böyle bir dar koridorda güçlü devleti despotik uygulamalardan uzak tutacak olan şey ise güçlü ve özgürlükçü bir toplumun varlığıdır”.

Son 30 yıldır gündemde olan neo-liberalizmin dünyadaki eşitsizlikleri ve yoksulluğu artırdığı, iklim krizini derinleştirdiği bir gerçek. Buna bir tepki olarak dünyanın birçok yerinde (Şili’den, İran’a) halk hareketlerinin de ortaya çıktığı bir gerçek. Ayrıca neo-liberalizmin hegemonya kaybettiği böyle bir dönemde Aşırı Sağ’dan, Merkez Sol’a ve Marksist Sol’a kadar geniş bir yelpazede çözümlerin gündeme getirildiği biliniyor.

‘DAR KORİDOR’DAKİ ‘DÜZENLENMİŞ-İNSANCIL KAPİTALİZM’

Öncelikle Acemoğlu’nun tarif ettiği dar koridordaki toplumsal düzen “iyileştirilmiş, denetlenen, daha özgürlükçü ve sosyal yönü ağır basan” bir ehlileştirilmiş, kısaca “insancıl (!) kapitalizmden” başka bir şey değil.

Ancak bunun yeni bir öneri olmadığının da altını çizmek gerekiyor. Nitekim en son ABD’li iktisatçı Stiglitz bunu dillendirmişti. Stiglitz’e göre asıl sorun kapitalizmin kendi değil, küreselleşmenin de etkisiyle onun uğradığı değişim. Dolayısıyla da (ona göre) kapitalizmi karşısına alacak radikal çözümlere değil, onu ehlileştirecek demokratik reformlara ihtiyaç var.

Ona göre şu ana kadar iki yol denendi ve başarısız kaldı: Aşırı sağ-milliyetçi otoriterlik (Trump vb), neo-liberalizme insan yüzü yapıştıran sahte bir Merkez Sol Reformizm (Clinton, Blair). Denenmesi gereken yol ise “İlerici Sol Yaklaşım” ya da “İlerici Kapitalizm”dir.

Stiglitz’e göre, bu yolun dört ilkesi olmalı: (i) Piyasalar, devlet ve STK’lar arasındaki denge yeniden kurulmalı. Böylece piyasaların neden olduğu düşük ekonomik büyüme, artan eşitsizlikler, finansal istikrarsızlık, ekolojik tahribatlar gibi sorunların önüne geçilebilir. Bu sorunlar tek başına piyasaların çözebileceği sorunlar olmadığından devlet uygun araçlarla buna müdahale etmeli. (ii) Piyasaları hukukun üstünlüğü kuralı çerçevesinde denetlemek (böylece haksız, rantçı büyümeyi önlemek) gerekli. (iii) Piyasalardaki tekelleşme ile mücadele edilmeli. Bunun için işçi sendikaları güçlendirilmeli. (iv) Ekonomik güç ile politik güç arasındaki bağ kopartılmalı, demokrasi tabana yayılmalı.

Kısaca Stiglitz’in önerileri Acemoğlu ve Robinson’un “Dar Koridor’unun geniş açılımı niteliğinde.

HEDEF KAPİTALİZMİ KRİZİNDEN ÇIKARTMAK

Aslında her iki iktisatçı da esas olarak, devlet düzenlemelerinin, denetimlerin, kapitalist girişimlerin mülkiyet biçiminin ve piyasaların karşısında planlamanın önemi gibi makro düzeydeki meselelere odaklanıyor. Buna karşılık kapitalizmin sosyal sınıflara bölünmüş karakteri, emek sömürüsü, diğer ezme ve ezilme biçimleri ve bunların yol açtığı önemli sosyal sorunları ihmal ediyor. Oysa emek sömürüsünden kurtulabilmek için, son tahlilde kapitalist ile işçi arasındaki temel çatışmaya neden olan ücretli emek sistemine son verilmesi gerekiyor.

Her ikisi de iktisadi krizlerin sonlandırılarak kapitalizmin daha “etkin ve adil” bir ekonomik büyümeyi sürdürebilmesiyle ilgileniyor. Nitekim Acemoğlu daha önce de Türkiye’de “yapısal reformların hayata geçirilmesiyle birlikte Türkiye’nin krizinden çıkabileceğini” ileri sürmüştü.

Acemoğlu, bir başka makalesinde bir üretim tarzı olarak kapitalizmi reddetmeden (onun demokratik bazı reformlarla ve hayatımızda yapacağımız değişikliklerle) ilerletilmesi ve küreselleşme ve otomasyondaki gelişmelere karşı ekonomide gerekli uyarlamaların yapılmasını önermişti.

Her ikisinin de göremediği ya da görmek istemediği gerçekse; hem kapitalist, hem de etkin, adil ve doğa ile uyumlu bir toplumun oluşturabilmesinin imkânsız olduğu.

GÜÇLÜ DEVLET, GÜÇLÜ TOPLUM BİR ARADA OLUR MU?

“Güçlü bir devlet ile güçlü bir toplumun” dar bir koridorda (aynı anda) var olma fikri Acemoğlu ve Robinson’un kitabının ana teması. Yazarlara göre “hem güçlü bir devlete sahip olabilir, hem de (aynı zamanda) güçlü bir toplum olabilirsiniz”. Acemoğlu aslında söyleşide, tarihte bunun örneğinin neredeyse hiç mevcut olmadığını da belirtirken, bu fikrin ütopikliğini de ortaya koyuyor.

Bu bakış açısı altında, kapitalist toplumun başta emek-sermaye çelişkisi olmak üzere, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, farklı ulus, etnisite ve kimlikler, inançlar arasındaki eşitsizliklerle var olduğu gerçeği inkâr ediliyor. Bunca (her türden) ezme ve ezilme ilişkisi ve sömürü biçimi mevcut iken, devletin kendini bunların dışında tutabilmesi ya da bu çelişki ve çatışmalara kayıtsız kalabilmesi mümkün değil. Sınıfsal bir bakış açısına sahip olmayan bir ana akım iktisatçı için böyle bir eklektizm doğal karşılanmalı. Çünkü devletin sınıflar üstü bir organ olduğu kabul ediliyor.

İşin gerçeği nasıl ki daracık sokaklarda futbol oynamak çok zorsa, sözü edilen dar koridorda güçlü devlet ve güçlü toplumun bir arada dengeli bir biçimde bir arada olması da o kadar zor. Bu sadece koridorun darlığından değil, devletin toplumu oluşturan sınıflar karşısında (istisnai durumlar dışında) özerk kalamamasından ve bazen de yukarıdan aşağıya toplumu istediği yönde biçimlendirmek istemesinden kaynaklanıyor.

Gerçek hayatta ikisinin bir arada güçlenmesinden ya da zayıflamasından ziyade, örneğin bunlardan birinin diğerini zayıflatarak güçlendiğini, yaşayarak deneyimliyoruz.

Buradaki hakiki çözüm siyasal olanın toplumsallaşması ve toplumsal olanın siyasallaşması biçimindeki bir çözüm. Ancak böyle olduğunda toplumu gerçekten özgürleştirebilmek mümkün olabilir.

FİNANSAL KRİZ RİSKİ SÜRÜYOR YA DEVLET MALİ KRİZİ?

Acemoğlu Türkiye’de (doğru bir tespitle) ekonomik krizin henüz bitmediğini ve bir-iki yıl daha sürebileceğini ileri sürüyor. Bu tespitte şirketlerin döviz cinsinden olan borçlarındaki devasa artışların şirketlerin ve bankaların bilançolarında yarattığı olumsuzluklara dikkat çekiyor. Kısaca Acemoğlu daha ziyade bir finansal kriz riskinin sürdüğünün altını çiziyor.

Doğru ama eksik bir çözümleme. Çünkü en az bankacılık sektörü kadar (özellikle de kamu bankaları) kamu sektörü de bir kriz sarmalına girmiş durumda. Bunun nedeni de çok hızlı bir biçimde artan bütçe açığı/Hazine nakit açığı ve kamu borçları. Yani ciddi bir devlet mali krizi riski var. Ayrıca resmi olarak dahi yüzde 14’e dayanmış ve giderek artmakta olan işsizlik oranı artık krizin sadece ekonomik değil, sosyal bir kriz haline dönüştüğünü de gösteriyor.

Devlet mali krizi bugün asıl olarak çok hızlı artan askeri harcamalar ve KÖİ projelerinin getirdiği koşullu ve doğrudan yükümlülüklerden ve Hükümetin toplamaktan vazgeçtiği ve önümüzdeki yıl yaklaşık 196 milyar lirayı bulacak olan vergi geliri kaybından kaynaklanıyor. Suriye’deki savaşın neden olduğu ve sayıları neredeyse 4 milyonu bulmakta olan mültecilerin bütçeye etkileri ise henüz tam olarak hesaplanabilmiş değil.

Bunlar analize dâhil edildiğinde devlet ya da hükümet de sorgulanmış olur ki Acemoğlu’nun böyle bir niyeti ya da perspektifi yok. Bu da kriz analizinin finansal olmaktan ziyade finansal kriz ile sınırlı kalmasıyla sonuçlanıyor.

SORUN VERİMLİLİK AZALMASI MI, ADALETSİZ BÖLÜŞÜM MÜ?

Acemoğlu’nun Türkiye’deki ekonomik krizin bir diğer nedeni olarak son 10 yılda verimliliklerin artmamasını göstermesi yine eksik bir tespit. Kendisine “zenginlerden servet vergisi alınmasının doğru olup olmadığı” sorulduğunda, “bunun ekonomik gelişmeye bir katkı sağlamayacağı, bunun yerine verimliliklerin, dolayısıyla da üretkenliğin ve üretimin artırılmasına odaklanılması gerektiğini” savunuyor.

Bilindiği gibi ana akımda verimlilik, emek gücü verimliliği olmaktan ziyade (Acemoğlu’nun da benimsediği gibi), Toplam Faktör Verimliliği (TFV) olarak tanımlanır. Bu aslında bir tür yanıltmadır. Çünkü bu tanım altında emeğin değer üzerindeki belirleyici rolü gizlenir ve asıl olarak teknolojinin ya da sermaye yatırımlarının çıktıyı-üretimi artırdığı (verimlilik) ileri sürülür.

Oysa hem sermaye, hem de teknoloji yatırımları, emek gücünü daha verimli çalıştırdığı sürece çıktıyı artırır. Bu nedenle de esas olan emek gücü verimliliğidir.

Bu bağlamda hem teknolojik gelişmeler, hem AR-GE harcamalarındaki artış, hem de son dönem sıkı çalıştırma pratikleri dikkate alındığında, son 10 yıldır ülkede emek gücü verimliliğinin artmadığını ileri sürmek, hem gerçek dışı bir tespit, hem de işçi sınıfına karşı haksızlık olur.

Ekonomik büyüme ile ilgili sorun, hem sermayenin inşaat gibi verimlilik artışını tam olarak yansıtmayan, daha ziyade rant yaratan sektörlere akmış olması, hem de (asıl sorun) emek gücü verimliliği artarken, işçilerin reel ücretlerindeki artışın bunun çok gerisinde kalması. Bunun da talep yönlü olarak ekonominin büyümesini yavaşlatmış olması. Yani sorun asıl olarak verimlilik yavaşlamasından değil, bu verimlilik artışının nemasının adil paylaşılmamasından kaynaklanıyor.

EŞİTSİZLİKLERİN TEK NEDENİ KÜRESELLEŞME VE TEKNOLOJİDEKİ DEĞİŞİM Mİ?

Söyleşide yer aldığı gibi, küresel eşitsizliklerin tek başına küreselleşme ve teknolojiye (otomasyon) ayak uyduramama ile açıklanması da tam olarak gerçeği yansıtmıyor. Üstelik böyle bir açıklama, sistem olarak kapitalizmi, emperyalist sömürüyü ve bunun bir aracı haline gelmiş olan devletleri aklıyor. Ancak böyle bir bakış açısının Acemoğlu’nun da benimsemiş olduğu neo-klasik iktisat ideolojisinin bir gereği olduğunun altını çizelim.

Oysa eşitsizliklerin temel nedenleri: Birincil bölüşüm sırasında ortaya çıkan emek (artı-değer) sömürüsü ve devlet eliyle uygulanan sermaye yanlısı vergi/bütçe politikaları ve harcama politikaları. Ülkenin geri kalmışlığını ise emperyalist sömürüyü dikkate almaksızın açıklayabilmek imkânsız. Teknolojideki gelişmeler ve küreselleşmenin etkisi bu eşitsizlikleri daha da artırmakla sınırlı.

KURUMSAL BOZULMA VE YOLSUZLUKLAR VURGUSU YETERLİ Mİ?

Sistemik eleştiriler yapılmayınca, doğallıkla eleştiriler “kurumsal bozulmaya” ve “yolsuzluklara” indirgeniyor. Bu tespitler de doğru ama bir kez daha eksik. Çünkü sorun ciddi anlamda bir sistem sorunu ve müesses nizam ile yüzleşmedikçe bu sorunları ortadan kaldırabilecek hakiki çözümler üretebilmek mümkün değil.

Bu yüzden de söylenebilecek en ileri şey “toplumun özgüveninin ve özgürlüğünün artmasının gerekliliği” oluyor. Bu sözlerin cesurca söylenmiş sözler olduğunun ve küçümsenmemesi gerektiğinin altını çizerek söylenmesi gerekeni biz söyleyelim:

Çözüm radikal bir biçimde paradigma değişikliğidir. Yani demokratikleşme, katılımcı-çoğulcu yeni bir Anayasa ve işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimlerin ve tüm ezilenlerin örgütlülüğünü güçlendirecek, koruyacak radikal yasal düzenlemelerdir.

ACEMOĞLU YENİ DÖNEMİN YENİ ‘DERVİŞ’İ OLUR MU?

Son olarak, herkesin yanıtını merak ettiği soruyu yanıtsız bırakarak, kapının tam kapanmadığı izlenimini de verdi bu söyleşide Acemoğlu. Soru Babacan’ın kurmakta olduğu yeni partide (çünkü adı bir süredir bu parti ile anılıyor) yer alıp almayacağı idi. “Evet” ya da “Hayır” demedi. “Türkiye’nin hem sosyal, hem de siyasal olarak yeniden şekillenmesi gerekir” diyerek, kapıyı da tam olarak böyle bir olasılığa kapatmadı.

Geçmişte iktidar partisi AKP de ekonomi yönetiminde yer alması için benzer bir çağrıyı yapmış, Acemoğlu bunu geri çevirmişti. Umarız, ülkenin ekonomik krize sürüklenmesinin ana nedeni olan neo-liberal ekonomi politikalarının uygulamasından birinci derecede sorumlu birinin kurmakta olduğu partiye katılmaz. Çünkü 2001 krizi sırasında ABD’den getirtilerek bugünkü ekonomi politikalarının özünü oluşturan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programını tasarlayan trajik bir Derviş deneyimi var yakın belleğimizde.  

Bu durum bir daha gerçekleşirse, bize de Marx’ın şu sözünü hatırlatmak düşer: “İlkinde trajedi, ikincisinde komedi olur…”