Dokumacı Nâzım usta…

Adnan Genç

Ocak ayının 15’inde, Nâzım 118 yaşında…

Dilimize verdiğimiz özeni sürdürmek ve meramımızı; yaşayan, kolay ve anlaşılır bir dille aktarabilmenin titizliğini hep göstermek gerektiğini düşünüyorum. Bunu iyi yapabilmenin temel etmenlerinden biri de; yazın dili ile konuşma dili arasındaki kalıcı, sürekli ve etkin iletişim olsa gerek. Bu toprakların sahici zenginliklerini oluşturan insanların da böyle yaptığını öğrendik. Bu bağlamda 3 Haziran 1963’te Moskova’da yaşama gözlerini yuman ve hâlâ orada yatan büyük şairimizden söz etmek istiyorum.

Nâzım Hikmet, dili özenli kullananlardan en başta geleniydi. Dilimizi zengin, etkileyici ve kıvrak kullanabilmenin belki de en parlak ustası odur. Yıllar önce yazdıkları bugün aynı şekilde anlaşılarak ve akıcılıkla okunur. Çünkü insanlar nasıl konuşuyorsa o dille yazardı. Bir dokuma ustası gibi, nadide bir kumaş dokur gibi ilmek ilmek koyardı en aydınlık kelimeleri yan yana. Öyle ki o kelimeler hem tek tek herkes tarafından anlaşılır hem de oluşturdukları cümleler toplumun belleğine kazınırdı. Yazdıkları çok parlak ama son derece sadeydi. Üniversite hocasıyla fabrikadaki dokuma işçisi aynı heyecan ve açıklıkla okuyabilirdi her cümlesini. Öyle de konuşurdu, şiirlerini de öyle okurdu.

Dokumacı Nazım…

Büyük ustanın ölüm yıldönümünü vesile sayarak, genel olarak bilinen ama ayrıntısı üzerinden pek bilgi sahibi olunmayan bir başka yanını; dokumacılık yani tekstil ile yakın ilgisini anlatacağım. Umarım siz okurlar için ilginç ve öğretici bir yazı olur.

Nâzım Hikmet’in dile ilgisi kadar titizdir dokuma sanatına ilgisi. Şair, Bursa Cezaevi’nde yatarken bir vesile ile 1942 yılında dokumacılığa başlıyor. Yedi yıl boyunca hemen her gündüz, havalandırma saati dışında iptidai tezgâhların başında, geceleri ise şiiriyle baş başa, yüreğinden geleni “dokuyor”. O güzelim şiirleri yazdığı gecelerin sabahında, yeni kumaşlar “icat” ediyor.

Memet Fuat, Adam Yayınları’ndan çıkan ve şairin yaşamını her yönüyle konu edinen kitabının bir bölümünde ayrıntılarıyla aktarıyor bu öyküyü.

Bundan tam yetmiş küsur yıl önce Nâzım Hikmet, Ertuğrul adında genç bir tutuklu ve Raşit Kemali isimli edebiyat heveslisi bir başka genç (şairle birlikte 3,5 yıl hapislik yapmış olan yazar; Orhan Kemal), Bursa Cezaevi’nden cezasını çekip çıkan bir hükümlünün dokuma tezgâhlarını devir alırlar. Evde bıraktıklarına yük olmamak ve sürekli bir gelir kaynağı bulmak için düşünüp duran Nâzım Hikmet, cezaevinde dokumacılık yapma fikrine dört elle sarılır.

“Hemen Cezaevi Müdürü ve Savcı ile görüşüldü. Gerekli izinler alındı. İki tezgâhını satan yargılıyla konuşup anlaşıldı. İş iplik bulmaya kaldı. İplik, Dokuma Kooperatifi’nden karneyle alınıyordu. Tezgâh başına iki paket. Kooperatif’ten ipliği ile gelen işlerden yalnızca dokuma ücreti alınıyordu. Bu yolla iki ay kadar kısa bir sürede borçlar ödendi. Üçüncü bir tezgâh da bulundu. Borçlar ödendiğine göre, bundan sonra işlenecek her paket iplikten gelen para doğrudan kazanç olacaktı. Hesapları Nâzım tutuyor, kârı da şöyle bölüştürüyordu: Bir pay Raşit Kemali (yazar Orhan Kemal) için, bir pay Ertuğrul’a, iki pay yazar Kemal Tahir’e, iki pay (karısı) Piraye’ye ve bir pay da kendisine. Bütün yatırımı şair yaptığı halde, dışarıdakiler için ikişer pay ayırıyordu. Kemal Tahir’in de hakkı vardı.”

Kemal Tahir de ortak…

Nazım, Kemal Tahir’e yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Sana bugün para yolladım. Alıp almadığını bildir. Biz burada beş kişi dokuma tezgâhı kurduk. Bu beş ortaktan biri de sensin. Bundan böyle payını muntazaman yollayacağım. Yani artık tezgâh sahibi oldun, dokumacılığını tebrik ederim.” (5 Mayıs 1942)

Başka bir mektuptan: “Sana bir şey söyleyeceğim, bu meseleyi iki gün içinde tahkik edip bana derhal bildir: İki metre eninde, iki buçuk metre boyunda ve ortadan dikişli bir yorgan çarşafı Malatya’da kaç para eder? Ve orada bizden bu boyda ve ende toptan yorgan çarşafı almak isteyen tüccar var mı? Ve toptan ve parasını malı alır almaz vermek şartıyla, kaç paradan alır ve ne kadar ister? Malımız çözgü 20 numara, atkı 12 numara ipliktendir. Ve beher çarşaf en aşağı 660 gram çeker? Bir mesele daha: Bana oradan, karaborsadan iplik bulmak kabil midir ve paketi, muhtelif numaraların kaç parayadır?”

“İplik meselesine gelince, sen orada İktisat Müdürlüğü’ne filan resmen müracaat ederek normal fiyattan ayda hiç olmazsa iki paket iplik alabilirsen, bir paket 20 ve bir paket 12 numara mesela ve onları bana yollarsan çok iyi olur. Karaborsa fiyatı burada da orası gibi. Elbükümü sizin orada buradan pahalı. Mendillere gelince, buradan ucuza satılıyor orada. Yani senin anlayacağın, buradan oraya mal gönderip iş yapmak olmayacak. Fakat yukarıda da söylediğim gibi, resmen ucuza hiç olmazsa iki paket iplik temin edebilirsen ayda, ben burada onları işler sana mal yollarım, sen de orada satırsın, o vakit iş var.”

Bazen kendi elleriyle dokur arkadaşının giysisini:

“Senin çamaşırlıkları dokuyorum. Yakında yollayacağım.”

Nazım’ın icadı ipekli kumaş…

Dokumayı da şiir kadar sevdiğini şöyle anlatıyor bir mektubunda:

“Biz burada harıl harıl sergiye hazırlanıyoruz. İstanbul’da açılacak olan Yerli Mallar Sergisi’ne bizim tezgâhlar da mal gönderecek. Mucidi şahsen özüm olan ve adını, beraber çalıştığımız ustanın köyüne izafeten, Kaymakçıköy Kumaşı dediğim bir çeşit ve emsali piyasada mevcut olmayan yarı ipek, yarı iplik ince bir gömleklik de bu vesileyle dünya yüzü görecek. Burada daha dokunurken kapış kapış aldılar. Ve ipek memleketi Bursa’nın ipekçi ustaları hayrette kaldılar. Şakayı bırak ama, hakikaten harcıâlem bir ipekli icat ettim. Halis ipeği halis pamukla karıştırıp, ter çekmesi bakımından da faydalı, demokrat bir ipekli çıkarttım.

Şu prensip daima doğrudur: Yapılanı iyice bildikten sonra, ona yeni bir şey katmalı, bunun içinde bilgi, zevk ve kafa el ele çalışmalı. Yeni icadımdan yeni bir şiir yazmış kadar memnunum. İbrahim Balaban da – köylü ressam – dokumacılar isimli bir tabloyla sergiye iştirak ediyor. Sergi hazırlığı bittikten sonra benim Kaymakçıköy İpeklisi’nden kızıma da iki buçuk metre yollayacağım, sıcakta gömlek yapıp püfür püfür giyer. (…)

Dışarı çıkarsam, dehşetli projelerim var. Hepinize rahat rahat hikaye, şiir yazmak imkanını – maddi imkanını – hazırlayabileceğim. Dokumacılığı katiyen bırakmayacağım. Demokrat lüks eşya yapacağım.”

İşler bazen sarpa sarar…

Her daim umutlu ve heyecanlı Şair’in sevincini gölgeleyen günler de olur bazen. Yine Kemal Tahir’e mektuplarında şöyle dertleniyor:

“Sergiden zarar ettik. Ama zararı çıkarmaya çalışıyoruz.”

“Sana buradan haberler vereyim: Bizim tezgâhlar üç adetti. 249 lira açıkla – yani bana borç bırakarak – bu ayın başında iflas ettiler. Şimdi bu borcu ödemek ve yeniden faaliyete geçmek için çareler ararken bir taraftan da çoluk çocuğun geçimi için tercüme filan araştırıyorum. Bizi karaborsa mahvetti. Kooperatif’ten üç tezgâh için ancak bir paket iplik alıyorduk, karaborsaya çalışıyorduk, bütün sermaye zaten 160 kâattı. Bir ters işe bir o kadar da içeri girdik. Haydi hayırlısı. Sildik, tüh bismillah, yeniden başlamalı.”

“Bugünlerde, daha doğrusu şu iki aydır, fena halde meteliksiz kaldım. Şuradan buradan tercüme parası filan alacağım var, ama henüz alamadım. Tezgâhlardan yine hayır yok, ama olacak. Hasılı işin bu para tarafı düzelemedi. Burada biz kazandan bir öğün yemek alıp yiyoruz Emin Beyle beraber. Ve yemek hakikaten güzel, yağlı pişiyor. Bir öğünü de marulla filan idare ediyorum. Fakat sıhhatim gayet iyi. Bu perhiz böbreklerime yaradı. Zaten yaş ilerledikçe yemeyi içmeyi kısmak lazım.”

“Allah belasını versin, tezgâh işleri yine bozuldu ve Manon tercümesinden pek hayırlı bir netice çıkacağını ummuyorum.”

“Biz burada dokumacılıkta bir kriz geçirmekteyiz, işler birden bire durdu. Lakin bunu da alt edip yine tezgâhları tıkırdatacağız elbette.”

“Bugünlerde telgraf çekecek param da yok, lakin yakında bu züğürtlükten kurtulacağım, bezleri sattık, henüz parasını alamadık.”

“Sekiz dokuz aydır mekik attığım yok. Tezgâhlar öyle kapalı durur.”

“Bizim burası yakında iş yurdu olacak. Beni de çalıştırırlar da nafakayı çıkarırız umudundayım.” (13 Haziran 1949)

Bir de hasretlerin ustasıydı…

Dilin ve şiirimizin büyük ustası Nâzım Hikmet, hapislik yıllarında dokumacılığın ustası olduğu kadar, hasretlerin de ustası olduğunu yazmıştı. Sevgilisine, oğluna, doğup büyüdüğü kente, ülkesine hasreti çok uzun yıllar yaşattılar ona. Buna rağmen bir nebze olsun eksilmedi yüreğindeki “memleket sevgisi” ve halkına, sınıfına olan inancı. Şöyle diyordu bir şiirinde:

“iki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü
ve koparmış ipini eski kayıklar gibi yüzer
kışın sabaha karşı rüzgârda tahta cumbalar
ve bir saç mangalın küllerinde
uyanır uykudan büyük İstanbulum
iki şey var ancak ölümle unutulur…”

Haziran’da ölmek zor…

Nazım Hikmet’in hasretlerle yorgun kalbi, Moskova gecelerinin leylak ve hanımeli koktuğu bir Haziran günü, 3 Haziran 1963’te sabahleyin durdu. Ülkesinden, biricik oğlu Memeti’nden, İstanbulu’ndan ve sevdiklerinden, dostlarından çok uzakta yaşama gözlerini yumdu.

‘Vasiyet’ şiirinde şöyle yazmıştı son dileğini insanlarından:

“Anadolu’da bir köy
mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani…”

Öyle olmadı. Hâlâ da olabildiğine şaşarak onu saygıyla anıyorum.