Eğitim hakkı üzerine

Prof. Dr. Nejla Kurul

Kamu okulları çoğulcu bir toplum/eğitim anlayışına dayanmak durumunda. Bu anlayış, okullara gelen çocukların farklı sosyoekonomik düzeylerden, cinsiyet farklarından, farklı inanç toplulukları ve etnik gruplardan, farklı dillerden, farklı politik aidiyetlerden, farklı kültürlerden geldiğini peşinen kabul eder.

Okullar bu farklılıkların karşılaştığı bir söylem ve pratik alanıdır. Okullarda, başta çocuklar ve gençler, hatta öğretmenler oluş içindeki varoluşlardır. Bu bağlamda okullar öğrencilerin ‘hep birlikte ne olacağı’ ve ‘ne olmak istedikleri’ ile ilgili demokratik tartışmaların yürütüldüğü ortak mekânlardır.

Kamusal eğitimde hiçbir ayrımcılığa izin verilmez. Kamusal eğitim, Anayasada ifadesini bulan laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletinin topladığı vergilerle finanse edilir.

Kamusal eğitimde her çocuk eğitim hakkına sahiptir. Eğitim hakkı, çocukların ve gençlerin ekonomik, sosyal, kültürel, temel ve politik haklarının yaşama geçirilmesine doğrudan katkıda bulunan bir haktır. Lima Bildirgesi, eğitim hakkını geliştiren yönelimin genel çerçevesini çizmiştir:

Eğitim insan kişiliğinin ve onurunun tam gelişimini sağlamaya yöneliktir. Eğitim süreci, insan haklarına, temel özgürlüklere ve barışa duyulan saygıyı pekiştirir. Eğitim tüm insanların özgür ve eşitlikçi bir toplumun kurulmasına etkin biçimde katılmalarını sağlar. Tüm uluslar, kadınlar ve erkekler, tüm dini ve etnik gruplar ile tüm ırklar arasında anlayışı, eşitliği, hoşgörüyü ve dostluğu geliştirir. Eğitim toplumsal eşitlik, barış, tüm ulusların eşit gelişimi ve çevrenin korunması gibi çağdaş toplumların ana hedeflerinin kavranmasında ve bunlara ulaşılmasında bir araçtır. Her devlet, her tür ırk, renk, cinsiyet, dil, din, politik ve başka milliyet veya toplumsal köken, ekonomik durum ya da başka bir statüye ilişkin olarak herhangi bir ayrımcılık yapmadan eğitim hakkını güvence altına almalıdır.

Türkiye’de eğitimin pek çok sorunu olsa da çocukların iki hakkı ciddi biçimde ihlal ediliyor:

Birincisi, eğitim ve öğretimin çocuğun kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama hakkı, ikincisi ise anadilinde eğitimi içeren çok dilli eğitim hakkıdır.

Her iki ihlal biçimi de saygılı ve anlayışlı biçimde kamuoyunda tartışılamıyor. Türkiye’de bu iki sorundan çok daha büyük ihlaller olduğu için sıra gelmiyor da olabilir. Ne var ki çocuklar aynılaştırma makineleri haline gelen okullarda bu ihlallerin basıncını yaşıyorlar. Duyguların da bir politikası var kuşkusuz: Acı, nefret, korku, utanç, sevgisizlik. Bunlar politika dışı değil.

Her iki ihlalin daha büyük politik sorunlarla ilişkisi var. Ama sorunun büyük başlığı en yalın biçimde ifade edilebilir aslında. Çocuğun evde, okulda, sokakta yanıtını aradığı “Ben kimim? Nasıl bir oluş içindeyim?” sorusuna yanıt, eğitim aracılığıyla devletten geliyor: “Bu soruyu unut, çünkü cevabı zaten var: “Sen Müslümansın, sen Türksün!”

Aynılaştırma söylem ve pratikleri tam da bu yalın örnek üzerinden kuruluyor. Başkalık ya da fark reddediliyor.

Türkiye’de ve doğal olarak okullarda kimlik sorunlu bir kategori, ancak merkezi de. Karşıtlık, olumsuzlama ve belli bir kurucu dışlama biçimi. Siyasette olduğu gibi, bir söylem alanı olan okullarda da kimlikler devletin gözettiği dost-düşman ayrımına dayanıyor.

Ne var ki kimlik krizleri yaygın, çünkü kurucu bir dışlama tarzı asla sonuca ulaşamıyor. Her kimliğin içinde farklanmalar yaşanıyor, üstelik toplumsal sınıfsal ve cinsiyete dair etkileşimlerle birlikte.

Egemen politik alanlarda kurulan kimlik merkezciliğini sorgulamak bir başlangıç olabilir. Çoğulculuk karşıtlığı ve kimliğin sınırlarını katı bir biçimde gözetme tarzını eleştirmeliyiz. Böylece “ben kimim?” sorusunu, “nasıl bir oluş içindeyim” sorusuyla birlikte daha özerk bir biçimde cevaplayabiliriz.

İkincisi farklı kimlikler arasında bağlar kurmak ve karşılaşmalar örmek kutuplaştırıcı siyaset karşısında anlamlı olabilir. Nihayetinde kurucu bir dışlama fikrini reddetmeliyiz! Bu kapsayıcı bir birlik önerdiğimiz anlamına gelmiyor. Her gün ve her an milyonlarca çocuğun okullarda sonsuz farklar ürettiklerini biliyoruz. Bu yüzden kimlikler sabit ve durağan hale getirilemiyor.

Ardından çoğulculuğu ve yaşamı yeni bir tarzda ele almanın tekil ve kolektif yollarını bulmamız gerekiyor. Bunları başardığımızda zorunlu din eğitimi ve çok dilli eğitimi daha sakince konuşabiliriz.