Ermeni soykırımı ve bir büyükbaba utancı…

1914’lerde Eğinli bir aile.

Metin Gülbay

Bu yazımda taze bir anımı paylaşacağım. Yine tarihle ilgili, ancak beni kahreden kişisel tarihimle.

1900’lü yıllardan bir olay anlatacağım. Yer Erzincan, İlçe Eğin, köy Ençiti… Erzincan hariç diğer adlar Ermenice. Erzincan’ın adından emin değilim.

O zamanlar köyün çoğunun Ermeni azının Müslüman olduğunu babamdan da dinlemiştim. Sonra 1910’lu yıllarda köydeki Ermenilerin topluca katledildiğini, Fırat nehrine atıldığını, nehrin suyunun günlerce kıpkızıl aktığını da dinlemiştim büyüklerimden. Bu işe büyükbabamın da aralarında olduğu bazı Müslüman/Türk köylülerin de dahil olduğunu başka bir akrabamdan öğrendim epey yakın bir zamanda. “Boyunlarına ip geçirip götürdük” demiş büyükbabam, o zamanlar henüz çocuk yaşlardaki akrabama. Çok kızdım, utandım ve zaten pek de bilmediğim, hayal meyal hatırladığım büyükbabama lanetler okudum yine.

Şimdi yazdığımı ise öğreneli birkaç gün oldu.

Eski mardıros oğlu mıkırdiç ve perişan oğlu minas ve meryem vesaireden metrukhazineye müntekil olup hazinece halihazır vaziyet ve miktarile tespit ettirilerek…

Ençiti’deki soykırımdan birtakım kadınlar ve çocuklar canını kurtarmış gibi duruyor anlatılanlara bakılırsa. Bu kadınlardan birisi çocuğuyla ortada kalıveriyor. Çocuğuna bakabilmek ve kendini güvenceye alabilmek için köyün çobanıyla evleniyor. Ancak kısa süre sonra çoban ölüyor. Anneannemin o sırada evli olan kız kardeşi ve kayınvalidesi bu genç kadınla minik kızını evlerine alıyor ve bakıyor. Kayınvalidenin başka çocukları da var tabii. Onların anlattıklarına bakılırsa genç Ermeni kadını kendi evlatlarından hiç ayırt etmiyor. Komşularına yapılan katliamdan büyük üzüntü duyduğu kesin. Hatta belki utanç da duyuyor, bir gün önce birbirlerinden evdeki eksiklerini alıp verdiği komşularına reva görülen muameleden.

Bu kadın bir süre o evde kalıyor, rahat ediyor. Sonra bir gün köyün muhtarına bir mektup geliyor İstanbul’dan, kadının öldüğü sanılan kocasından. “Kızım yaşıyor mu?” diye soruyor adamcağız. Belli ki bazı erkekler de kaçabilmiş soykırımdan, ancak sayısı çok az. Muhtar adamı yanıtlıyor, “Evet hem kızın hem de eşin yaşıyor” diyor. Bunun üzerine adam eşi ve kızının İstanbul’a gelebilmesi için para gönderiyor. Ancak kadın duraksıyor, gitmiyor. “Kocam benim bir çobanla evlendiğimi duyarsa beni reddeder” diye düşünüyor. Adam eşinin gelmediğini görünce soruyor muhtara, niye gelmiyor diye. Nedenini söyleyince Ermeni adam “Benim karım durduk yerde niye o çobanla evlensin, evlendiyse kızımı kurtarmak için evlenmiştir, benim için önemi yok” diyor.

Takura aliksan oğlu filibos ve arzuman oğlu zakar ve markar ve ohannes ve avadis ve ığnadan metruk ve hazineye müntekil olup hazinece halihazır vaziyet ve mıktarile tespit ve ettiril…

Bu yanıt üzerine kadın çocuğunu da alıp kocasının yanına gidiyor. Ermeni aile kavuşuyor birbirine. Kendilerine evlerini açan aileyi unutmuyorlar hiç. Onlara köyde bulunmayan şeyler gönderiyorlar örneğin karabiber falan gibi. Hep minnet duygularını iletiyorlar o aileye. Bir zaman sonra iletişim kesiliyor.

Gel zaman git zaman köydeki aileden birileri İstanbul’a gidiyor ve onları da arıyor görüşebilmek için. Beşiktaş’ta bir adres var ellerinde. Ancak o adreste bulamıyorlar, başka yerlere soruyorlar ama yine sonuç alamıyorlar. Muhtemelen Türkiye dışına gittiler ya da kendilerini tanımayacak bir mahalleye taşındılar. Hiç bilinmiyor.

Bu yıl 24 Nisan’a birkaç gün kala öğrendiğim bu öyküyü paylaşırken çeşitli duygular içindeyim. Büyükbabamın yaptıklarının utancı ile diğer akrabalarımın yaptıklarının övüncü birbirine karışıyor. Her Türk katliamcı değil, biliyorum, ama katliamcılara sormadan da edemiyorum. Sizler nasıl insanlardınız ki birdenbire on yıllarca komşuluk yaptığınız insanların boğazına sarıldınız, hem de ortada hiçbir şey yokken. Bu nasıl bir ruh halidir ki insanları öldürürken bir şey hissetmez? Bu nasıl bir onursuzluktur ki onlardan kalan tarlaların, evlerin sonraki sahipleri olursunuz? Hiç mi geceleri uykunuza girmedi yaptıklarınız? Hiç mi vicdanınız sızlamadı?

Büyükbabamın sızlamadığına eminim. Çünkü o öyle biriydi. Babam demiryolları meslek lisesinin ilk mezunlarındandır. Büyük umutlarla okutulan o çocuklardan dereceye girenler mezun olduktan sonra Fransa’ya demiryolu mühendisliği okumaları için gönderilecekmiş. Hani vardı ya “yurdu demir ağlarla örmek” sloganını hayata geçirmek için. Ancak 2. Dünya Savaşı hiç bitmemiş ve dereceye giren öğrencilerin bu rüyaları da yarım kalmış. Babam da onların arasında imiş ne yazık ki.

Demiryolu işçisi olan büyükbabam babamı ilkokuldan sonra (ilk üç yılı köyde, 4 ve 5. sınıf olmadığı için sonrası Sivas’ta) ortaokula göndermek istememiş. Yalvar yakar, araya onun kıramayacağı kişileri koyarak ortaokulu bitirmiş babam. Sonra yine kavga dövüş henüz yeni açılan parasız yatılı demiryolu meslek lisesinin sınavlarına girmiş. Babam anlatmıştı, onu ikna etmek için araya giren arkadaşı “yahu herkes oğlunu okutmak için baskı yapıyor, senin oğlan ise kendisi okumak istiyor sen göndermiyorsun, bu nasıl iştir, bak sana yük de olmayacak, parasız yatılı imiş okul” demiş. Böyle ne idüğü belirsiz, bencilliği arşa yükselmiş mendebur* bir adammış anlayacağınız. 

Eğin (günümüzde Kemaliye) şehri, Surp Asdvadzadzin Kilisesi ve mahallesi. (Kaynak: Raymond H. Kévorkian, Paul B. Paboudjian, Les Arméniens dans l’Empire Ottoman à la veille du génocide, Paris, 1992).

Babam okulu bitirmiş askere gidip, sonra da hemen işe girmiş ve evlenmiş. Sivas’taki ilk görevi sırasında da 60 lira maaş alıyormuş, 15 lira ev kirası veriyorlarmış. Hiç ihtiyacı olmadığı halde büyükbabam “bana her ay 15 lira göndereceksin” diye dayatmış. Babam zorunlu olarak ona 15 lira göndermiş, her ay. “Senin bana ne kadar iyiliğin oldu ki şimdi benden para istiyorsun, hem de hiç ihtiyacın yokken” diyebilirdi, ama dememiş. Boynu eğik bir insandı babam. Geriye kalan 30 liranın 15 lirasını yemek parası yaparlarmış, 15 lirayı da biriktirirlermiş. Annem “30 tane zarfımız vardı, her gün içine bir lira koyardık, onu harcamamaya çalışırdık” derdi. Yıl 1946-47 falan.

Büyükbabam 1960’lı yılların başlarında Ankara’ya geldi bir süreliğine, prostattan sorunluydu, ameliyat oldu ve daha da bir süre yaşadı. Hayal meyal hatırlıyorum. Benim hatırlamadığım bir şeyi ise kardeşim hatırlayıp yıllar, yıllar sonra bana anlatmıştı. 

Büyükbabamı bizde kaldığı sırada caddede dilenirken görmüş komşular ve gelip anneme haber vermişler. Annem de babama tabii. Ne yaptılar bilmiyorum, herhalde apar topar köye göndermişlerdir. O zaman haberim olsaydı utancımdan okula falan gidemezdim sanırım. Oğlunu utandırmak için mi yaptı diye çok düşündüm. Ama niçin? Babasına o kadar saygılıydı ki! Bir insan bunu nasıl yapar? Çok sonra Ermeni soykırımına katıldığını öğrenince onun bu hareketi de bana çok doğal geldi. Her türlü pisliği yapabilecek tipler vardır, sanırım o da onlardan biriydi.

* TDK’ye göre sümsük, sünepe, pis, iğrenç anlamına geliyor.