İki büyük dünya savaşında zarif bir itaatsizin portresi: Stefan Zweig

“Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek hiçbir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar.” 

Stefan Zweig

Meltem Yıldırım

Stefan Zweig 28 Kasım 1881’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda, zengin bir Yahudi tekstilci Moritz Zweig ile bir Yahudi bankacının kızı olan Ida Brettauer’in ikinci oğulları olarak dünyaya gelir. Ailesini “annem ve babam doğum gereği Yahudi idi” diye tanımlayan Zweig’in eğitiminde din merkezi bir rol oynamaz.

Doğduğu şehir olan Viyana, kültürel ve entelektüel açıdan merkezi nitelik taşıyan, zengin bir şehirdir. Zweig küçük yaşından itibaren sanat ve edebiyata müthiş bir ilgi duyar, Almanca dışında İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca öğrenir.

Viyana Üniversitesi’nin felsefe bölümüne kaydolur ve1904’te doktora derecesini alana kadar akademik hayatına burada devam eder. Felsefe öğreniminin yanı sıra gazetecilik yapmakta, şiirler ve yazılar yazmakta, Fransızcadan Almancaya edebiyat çevirileri yapmakta, sonraları modern dünya edebiyatında şahsi imzası niteliğini taşıyan novellalarının edebi ve entelektüel hazırlık sürecini sürdürmektedir. 

Birinci Dünya Savaşı başladığı esnada Belçika’da olan Zweig Viyana’ya döner. Savaşa başından beri karşıdır, ancak seferberlik halindeki imparatorlukta savaşın boş bıraktığı tek bir alan sözkonusu değildir. 

Bu yıllarda Viyana’da savaş arşivi memurluğu yapar. Kendine ve işine dair şu söylemi çarpıcıdır: “Övünülecek bir iş değil ancak bu iş bana Rus bir köylünün bağırsaklarını süngüyle delmekten daha uygundu.”

Zweig bir yandan da savaş karşıtı eserler vermektedir. “Yabancı Ülkedeki Dostlarıma” başlıklı bir açık mektup yayımlayarak savaşı kınar, 1916’da “Babil Kulesi” ve 1918’de “Zorlama” isimli savaş karşıtı yazıları yayımlanır. 

Cephede yaşanılan acıları “Yaremya” (1917) oyunuyla ele alır.

Bu yılların acı gözlem ve birikimleri, yazdığı tüm hikaye ve romanlarda yerini bulacaktır ancak Zweig’in hayatından büyük izler taşıyan bir tanesi diğerlerinden sıyrılarak hem edebiyat tarihinde hem de sivil itaatsizlik, antimilitarizm ve vicdani red hakkı tarihinde farklı bir yere konumlanacaktır.

Türkçe’ye “Mecburiyet” olarak kazandırılan ve 1920 yılında basılan romandır bu. Romanın kahramanı Avusturyalı ressam Ferdinand, farklı bir “anti-,kahraman” olarak karşımızda durmaktadır. Asker olmak istemediği için savaşın başında, tarafsız ülke olduğunu ilan eden İsviçre’ye sığınmış ve eşi Paula ile burada yaşamaya başlamıştır. Bir gün, askerliğe elverişli olup olmadığının tespiti için konsolosluğa çağrılır ve olaylar başlar. 

Ferdinand savaşın başından beri eşi Paula ile İsviçre’de bir köydedir, resim yapmaya devam etmektedir ve uygar olduğu iddia edilen dünya ile ilişkilerini askıya almıştır. Eline ulaşan celp, sakin ve sade yaşamlarının ortasına düşen bir bomba gibidir. Ruhu en derinden sarsılmıştır. Kendinden emin olduğu tüm kabul ve red ölçütleri yerle bir olmuştur. Kendine, zihnine, kalbine, vicdanına güvensiz bir birey haline dönüşmeye başlamıştır. Çünkü uzun zamandan beri ilk defa “medeni” denilen o dünyanın çarpık aynasında kendini görmüştür. Ona gösterilen, sağlıklı olduğu halden savaştan kaçan, bencil ve korkak bir birey olduğudur. Ferdinand yaptığı tercihi ahlaken, vicdanen her sorguladığında önceden duymadığı rahatsızlık verici duyguların içerisinde bulur kendini. İlk defa kendi dışındaki dinamikler onun yaşamını bu kadar belirleyici hale gelmeye başlamıştır ama eşi Paula bu teslimiyeti iliklerine kadar reddetmekte, Ferdinand’a kendi gerçekliğini hatırlatmak için çırpınmaktadır.

Ferdinand’ın yaşadığı gerilimli ruh halinin anlatısı olan bu roman hiçbir ideolojik düzleme girmeyen antimilitarist ve savaş karşıtı tutum bakımından hala bir zirve niteliği taşır.

Kitap kendi içinde de ters köşelere sahiptir. Ferdinand’ın eşi Paula, kendini savaşa karşı duruşunu belki Ferdinand kadar tanımlayıp entelektüel çözümlemeler yapmamıştır ancak ondaki ruhsal berraklık Ferdinand’da yoktur! Eşinin bulanan zihnini düze çıkartmak ve ona kendi gerçeğini hatırlatmak için kurduğu cümleler, tüm zamanların en sade antimilitarizm manifestosu niteliğini taşımaktadır. 

Evet, savaşı ve yıkımı, çirkinleşmeyi reddetmek için tumturaklı uzun söylevlere gerek yoktur. Reddetmek vicdanda başlar ve çağın hamasi uğultusuna kulaklarını kapatıp vicdanı ile muhasebesini yaptıktan sonra dünyanın gözleri içine korkmadan bakabilen birey kadar güçlü kimse yoktur. Paula işte bu sade ve sarsılmaz gücün timsalidir.

Ferdinand’ın tüm o zihinsel süreçleri, Zweig’in cenderesidir. Paula da Zweig’in iç sesidir. Mecburiyet’teki o iki kişi de esasında Zweig’in kendisidir. Aklıyla köşe kapmaca oynamak durumunda kalan bir insanın, iki farklı kişide tezahürüdür bir yönüyle bu roman. Gümbür gümbür atan, kendini aydınlığı ve karanlığı ile dünyanın gözlerinin önüne defalarca sermekten korkmadığı gibi başka bir varoluş şekli bilmeyen bu kalbin, bir daha herhangi bir savaşın aktif veya pasif herhangi bir tarafı olmayı kabul edebilmesi elbette mümkün olmayacaktır.

Ama dahası var.

1917’de, tıpkı Ferdinand gibi yerleştiği Zürih’te bir gazeteci olarak hayatına devam eden Zweig 1919’da Avusturya’ya döner ve Salzburg’a yerleşir.1920’de daha önceki evliliğinden iki çocuğu olan Frederike von Winternit ile evlenir. Yaklaşık on beş yıl Salzburg’da yaşayacak olan Zweig’in edebi açıdan en verimli süreci Salburg’un Kapuzinerberg semtindeki köşkte geçirdiği zamandır. Dönemin entelektüellerini ağırladığı evi Avrupalılık, savaş, yıkım, insanlık, modernite, estetik, bilim, felsefe konularında birçok zihin açıcı tartışmanın mekanı niteliği de taşır. Edebi ve tarihi incelemelerini, biyografi ve portrelerini, derin psikolojik tahliller içeren romanlarını Salzburg yıllarında oluşturur.

Almanya’da Nazilerin iktidara geçişi ile başlayan tedirgin edici süreç, artık uzaktan kaygı ile izlenilen bir boyutu aşmış ve Zweig’in yaşamını doğrudan kuşatmaya başlamıştır.1933’te, Nazilerin aykırı ve zararlı buldukları kitapları meydanlarda ateşe verme törenlerinde yakılan kitaplar arasında Zweig’ın eserleri de vardır.1934’te Gestapo’nun villasını basıp, silah araması üzerine Zweig ülkesini terk etmek zorunda kaldır ve Londra’ya yerleşir. 

Mektubunda “yıllar süren vatansızlık” diye tanımladığı süreci Yahudi tedirginliğinde varoluşuna, belki daha yakın bir tarihle Birinci Dünya Savaşı’na götürmek mümkünse de son ve kronik düğüm noktası işte burasıdır. O artık bir sürgündür. Ve en katlanılmazı, tüm eserlerinde işlediği gönül ikliminin, fikir ve sanatın Avrupası’na, Avrupa’nın herhangi bir kentinde bile artık sürgündür. Ait olunacak bir Avrupa kalmamıştır.

1937’de eşi Frederike’den ayrılır ve bir yıl sonra Yahudi bir genç kadın olan sekreteri Lotte Altmann ile birlikte Portekiz’e gider. O sıralarda Avusturya, Almanya tarafından ilhak edilmiştir ve Zweig İngiliz vatandaşlığına geçmek için müracaat eder. 1940’ta İngiliz vatandaşlığına geçer ancak Hitler ordularının batıya doğru ilerlemesi üzerine eşi ile İngiltere’den, esasında bir daha dönemeyeceği anavatanı Avrupa’dan ayrılır. Sırasıyla New York’a, Arjantin’e, Paraguay’a ve Brezilya’ya gider. 

İki yıllık bu süreç başka ünlü eserleriyle birlikte en bilinen romanı Satranç’ın yazımına vesile olur. Satranç’ı Petropolis’te tamamlar. Satranç, Buenos Aires’e giden bir gemide tesadüfen bulunan dünya satranç şampiyonu Mirko Czentoviç ile anlatıcının kurduğu çarpıcı ilişkinin, satranç oyununu aşan diyaloglarının anlatısıdır. Bir savaş esiri olan Czentoviç’in aklını yitirmemek adına esareti esnasında tutunduğu satranç oyunu, insanlık ve savaş tarihinin çözümlendiği bir arena haline dönüşür. Kitaptaki şu bölüm, Zweig’in savaşa ve savaşın tüm taraflarına yüklediği anlamı göstermesi açısından çarpıcıdır. 

“…Şimdi siyah ile beyaz tek ve aynı kişilikte birleştiklerinde, ortaya tek ve aynı beynin eş zamanlı olarak bir şeyi bilmesinin ve ama bilmemesinin gerekmesi beyaz olarak hareket ettiğinde daha bir dakika önce siyah taraftayken istemiş ve amaçlamış olduğunu bir komutla bütünüyle unutmayı başarabilmesi gibi saçma bir durum ortaya çıkar. Bu tür bir çifte düşünme eylemi, bilincin mutlak anlamda bölünmesini, beynin işlevinin sanki mekanik bir aygıtmışçasına istendiği zaman açılıp kapanmasını koşul kılar.”

Zweig satrancın güç dengesi zemininde, aynı anda hem siyah hem beyaz olma noktasında gereken zihinsel yetkinliğe tüm kapasitesiyle sahip olmakla birlikte, zihne dayatılan bu yarılma olgusunu ve yarattığı sonucu tümüyle reddeder. Romanın ölümünden önce tamamladığı son eserlerinden biri olması da bu noktada dikkat çekicidir.

“Hayatım boyunca tinsel uğraşım en büyük haz kaynağım ve kişisel özgürlüğüm en yüce değerim oldu. Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.” diyerek mektubunu ve sonrasında ömrünü sonlandıran Zweig’in vedası insanın zihninde ölümünden 79 yıl sonra dahi öğretilmiş hiçbir hisle karşılığını bulmuyor. 

Vicdanını karşısında sohbet edebileceği en yakın dostu haline getirebilmiş bu büyük edebiyat ve düşünce insanının reddettiklerini, yaşamını oturttuğu zemini anlayabilmek, iyinin ve kötünün ötesinde bir algı konumlanmasını zorunlu kılıyor.