İnsanın neliği ve insan onuru üzerine…

Diğer felaketler gibi bu salgın da elbette sona erecek, ekonomi düzelecek, er geç her şey yoluna girecek. Ardında pek çok ölüm, acı ve çözülmeyi bekleyen dev sorunlar bırakarak tabii. Peki ama etik sorunlar nasıl düzelecek?

Elif Şahin Hamidi
elif.sahin@gmail.com

İnsanlık tarihi boyunca, geçmişten bugüne yaşanan savaşlar, göçler, soykırımlar, katliamlar, idamlar, aile içi şiddet, çocuğa ve kadına yönelik şiddet, cinsel istismar gibi korkunç olaylar insana yakışmayan, insanın değerini harcayan ve aslında tek tek her birimizin bütün bu olup bitenlerden kendisini sorumlu tutması gereken acı ve utanç verici gerçekler olarak karşımızda duruyor. Tek tek her birimizi insanlığını sorgulamaya, insan olmanın ne demek olduğu üzerine kafa yormaya davet eden gerçekler… Tıpkı bütün dünyayı kuşatan, hiçbir fark gözetmeksizin bütün insanları pençesine düşüren, ölümlüğümüzü bir tokat gibi yüzümüze vuran, insanları ölümde eşitleyen Covid-19 gerçeği gibi.

Salgının dünya üzerinde hızla yayılmasının ardından bu belirsizlik ortamında panik, şaşkınlık, korku, endişe, öfke gibi pek çok duyguyu bir arada yaşayan insanlar yeri geldi marketleri talan etti, tuvalet kâğıdı ya da makarna için kavgaya tutuştu, yeri geldi yaşlıları gözden çıkardı. Yeri geldi bu korkunç olaydan da rant devşirmeye kalkıp sahte maske üretmeye başladı, temel ihtiyaç malzemelerine birdenbire zam yaptı. Ev içinde şiddeti artırdı, çok zor koşullarda hastadan hastaya yetişmeye çalışan doktora şiddete bile devam etti.

Peki ama etik sorunlar nasıl düzelecek?

İnsan denen varlık silkinip kendine gelmesi, birbirine omuz vermesi gereken şu dönemde bile türdeşinin, yani insanın değerini harcamaya devam etti, ediyor. Dünya pek çok savaş, pek çok doğal afet, pek çok salgın gördü. Diğer felaketler gibi bu salgın da elbette sona erecek, ekonomi düzelecek, er geç her şey yoluna girecek. Ardında pek çok ölüm, acı ve çözülmeyi bekleyen dev sorunlar bırakarak tabii. Peki ama etik sorunlar nasıl düzelecek? Belki de acilen bir çare bulunması gereken asıl meselelerden biri de bu.

Etik sorunları da beraberinde getiren, dünyaca içinden geçtiğimiz bu zorlu süreç, “insan nedir?” sorusunu sormayı zorunlu kılıyor. Yeryüzünde cereyan eden hemen her sorunun nedenini anlayabilmek, öte yandan bu sorunlara çözüm üretebilmek, öncelikle insanın neliği üzerine düşünmekle mümkün olabilir. Çünkü bütün sorunların temelinde hep insan var, olanca varlığıyla insan. Dünyayı yaşanılır ya da çekilmez kılan insanlar çünkü.

İnsan eliyle bozulan her şey, ancak insan eliyle düzeltilebilir. Örneğin, savaşları başlatan nasıl ki insansa, durduracak olan da insandır. Doğayı katleden, hayvana zulmeden nasıl ki insansa, buna dur diyecek olan da yine insandır.

Bugüne kadar pek çok filozof, insanın neliği üzerine, “insanlaşma”nın ne demek olduğu üzerine epeyce kafa yormuş, yormaya devam ediyor. Ama artık tek tek her birimizin şöyle bir içimize dönüp, kendi yapıp etmelerimizi, eylem yaşamımızı gözden geçirip ne kadar insanlaşabildiğimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. “İnsan olmayı başarabildim mi?” diye kendimize sormamız gerekiyor. Bu soruya bir cevap bulabilmek için de öncelikle “insan nedir?” sorusu ve insan olmanın ya da insanlaşmanın ne demek olduğu üzerine uzun uzun düşünmek kaçınılmaz oluyor.

‘İnsan, kimse inemedi senin uçurumuna’

Unutmamak gerekir ki “insan nedir?” sorusu, “iki kere iki dört eder” gibi kesin bir cevabı olmayan ve her çağda yeniden sorulması, her defasında yeni cevaplar aranması gereken bir sorudur. Charles Baudelaire, “İnsan ve Deniz” başlıklı şiirinde “İnsan, kimse inemedi senin uçurumuna” der. O uçurumun dibine inemesek de şöyle kıyısında durup o karanlıkta nelerin barındığını biraz olsun görmeye gayret edebiliriz. Felsefe tarihine bakıldığında Platon, Aristoteles gibi Antikçağ filozoflarının ve daha sonra Immanuel Kant, Max Scheler, Nicolai Hartmann gibi modern dönem filozoflarının, insanı “ikili/dual” bir varlık olarak ele aldıkları görülür.

Oysa Hermann Hesse’nin Bozkırkurdu romanında dile getirdiği gibi “Göğüs, beden her zaman tektir, içinde barınan ruhlar ise iki ya da beş değil, sayılamayacak kadar çoktur; insan yüz zardan oluşmuş bir soğana, pek çok iplikten dokunmuş bir kumaşa benzer.”

Takiyettin Mengüşoğlu da insanı bir bütün olarak ele alır. İnsan Felsefesi isimli kitabında, “insanın varlık koşulları” olarak kabul ettiği fenomenlerden yola çıkar ve insanın varlıktaki özel yerini, diğer canlılardan farkını, yani ayırt edici özelliklerini ortaya koyar. Mengüşoğlu’nun söz ettiği bu fenomenler “insanın bilen, yapıp-eden, değerlerin sesini duyan, tavır takınan, önceden gören ve önceden belirleyen, isteyen, özgür hareketleri olan, tarihsel olan, ideleştiren, kendini bir şeye veren, seven, çalışan, eğiten ve eğitilen, devlet kuran, inanan, sanat ve tekniğin yaratıcısı olan, konuşan, biyopsişik bir yapıya sahip olan bir varlık olduğunu” gösterir.

‘İnsanın değeri’nin bilgisi

İnsan, diğer canlılar gibi sırf doğa tarafından belirlenmiş bir varlık değildir. Bu nedenle de kendi kendini belirler. Olmuş bitmiş, tamamlanmış bir varlık olmadığı için, uyumsuz bir varlık olduğu için, kendisinden hoşnut olmadığı için didinen, çalışan; sanat, bilim, teknik, hukuk, felsefenin vs. yaratıcısı olan insan, yarattığı bu değerlerle doğadaki diğer canlılardan ayrılır. Her bir insan tekine açık bu olanakların bazı kişilerce gerçekleştirilmesiyle insan başarıları ortaya çıkar. Bilim, sanat, hukuk, felsefe, teknik gibi bu insan başarıları “insanın değerleri”dir. İnsan onurunun (dignity) ya da insanın değerinin bilgisi de burada yatar. Tür olarak insan bu olanakları gerçekleştirme ve geliştirme olanağına sahip olduğu için değerlidir, onur sahibidir ve yarattığı bu değerlerle değerlenir. İoanna Kuçuradi’ye göre bu değerler “insanın varlık imkânlarının gerçekleşmesidir; varlık şartlarının ürünü olan fenomenlerdir. Ürünlerini kişilerin birbirine bağlı olarak ortaya koydukları bu başarılar, kişi-üstü değerler olarak insan dünyasının belli başlı öğelerindendir.”

Yine Kuçuradi’nin sözleriyle dile getirecek olursam, insanlar “yediğimiz ekmeği yapmış, her an kullandığımız elektriği bulmuş, bazılarımızın okuduğu Küçük Prens’i yazmış, hakkaniyet düşüncesini geliştirip ombudsman kurumunu kurmuş bir türün üyeleri oldukları için” varlıkta özel bir yere sahiptir, değerlidir, onur sahibidir. Yine bu nedenle hak sahibidirler ve sırf insan oldukları için –tavuk, keçi ya da inek vb. olmadıkları için– insanca bir muamele görmelidirler.

Bugün bütün dünya, bütün insanlık Covid-19’la mücadele edebilmek, hayatta kalabilmek için bilim insanlarının bulacağı aşıyı bekliyor dört gözle. Tıpkı kuduz aşısını bulan Louis Pasteur gibi bir insan bulacak bu aşıyı da. İşte bu olanağı gerçekleştirip geliştirecek olan ve aşı sayesinde pek çok insanın hayatını kurtaracak, yaşam hakkını koruyacak olan da, nihayetinde insan ve insan aklı. Öte yandan nasıl ki pek çok aşıyı bulan/bulacak insansa atom bombasını ya da türlü türlü işkence aletlerini bulan da insan.

İnsan aklının kötülüğü

Aristoteles’e göre, eylemin yalnızca akla uygun olması yeterli değildir. Çünkü Hiroşima ve Nagasaki’yi yerle bir eden atom bombasını bulan veya Nazi kamplarında kullanılan fırınları ve türlü türlü işkence aletlerini geliştirerek insanların canına kıyan, insan onurunu ayaklar altına alan da aynı akıldı.

Erich Fromm’un şu sözleri de insan aklının “kötülüğüne” işaret eder: “Aslında, atom bombasını insan yarattı; bu, insan zekâsının en büyük başarılarından biridir. Fakat kendi yaratımı üzerindeki hâkimiyetini kaybetmiş durumdadır. Bomba onun efendisi, kendi yaratımının güçleri onun en tehlikeli düşmanı haline gelmiştir.”

İnsan aklı, bilim ve teknikte adeta mucizeler yaratsa da, Nermi Uygur’un ifade ettiği gibi “teknikteki göz kamaştırıcı atılımlar, insanın, insan olarak yüceldiğini belgelemez. Bir bakıma teknikten daha tehlikeli birşey yok”tur. Bilim ve teknikte yaşanan gelişmelere paralel olarak gelişip güçlenen savunma sanayi, adeta Uygur’un bu sözlerini kanıtlar niteliktedir. Geçmişten bugüne yeryüzünde aralıksız bir şekilde devam eden savaşlar, insanın olanaklarından biri olan “teknik”teki gelişim sayesinde üretilen akıl almaz silahlarla artık daha kanlı, daha acımasız ve daha çok cana malolmaktadır.

Siyaset felsefecisi John Gray’in dediği gibi “uygarlık başka her şeyden önce güç kullanımının sınırlandırılması anlamına gelir. (…) Evrensel özgürlük adına başlatılan savaşlar ve devrimler Azteklerin tahayyül bile edemeyeceği ölçüde [sayıda] insan[ın] kurban verilmesini gerektirmiştir. Leopardi’nin ‘aklın barbarlığı’ dediği şeyin geçmişin barbarlığından daha vahşi olduğu ortaya çıkmıştır.”

Erdemlerle donanmış akla ihtiyaç var

İşte böyle bir akıl, insanı diğer varlıklardan farklı kılmaz, onun varlıktaki özel yerine, yani değerine işaret etmez. Çünkü insanın değerini araçsal akla sahip olmasında arayamayız. Akıl sahibi insanın aynı zamanda erdemlerle donatılmış olması gerekmektedir. Muttalip Özcan’ın altını çizdiği gibi “İnsanların çoğunda bulunmayan, ancak azınlıkta, yaratıcı kişilerde rastlanan bir akıl türü veya yeti olarak (…) akıl, ayırt edici özelliğini her zaman, aklın, erdemlerle eğitilmesinden alır ve doğrudan yapıp etmelerle ilgili olduğundan etik bir boyuta sahiptir.” Nasıl ki bir bıçağın işlevi kesmekse ve kesmeyen bıçak, bıçak değilse, erdemlerden yoksun bir insan da, kendine özgü işi henüz yapamamış, ereğine/amacına ulaşamamış, tam olmayan bir insandır. Çünkü insanın işi, akla ve erdeme uygun yaşamaktır. Aksi takdirde insanın, hayvan ya da diğer canlılardan bir farkı kalmaz. İnsanın insanlaşabilmesi için, erdemlere ya da etik değerlere sahip olması gerekmektedir. Erdemlerle eğitilmiş akıl, Kant’ın belirttiği gibi “kendimizi ve başka insanları hiçbir zaman bir araç olarak görmemeyi, yapıp etmelerimizde olabildiğince [tür olarak] insanın onurunu [değerini] korumayı buyurur. Dolayısıyla, tür olarak insanın değerini ortaya koymada bu ‘etik-akıl’ diyebileceğimiz (…) akla sahip olmak ve aynı zamanda bu akla göre eylemde bulunmak, bu tür bir akılsal ilkeye [etik akla] dayalı yaşam, biz insanları diğer canlılardan ayırt eden bir özellik ve/veya değer olabilir” (Aktaran: Özcan).

Covid-19’la savaşmanın tek yolu da ‘dürüstlük’ belki

Albert Camus’nün Veba romanının başkişisi Dr. Rieux da “etik akıl” ile eyleyen bir kişi örneğidir adeta. Dr. Rieux ve gazeteci Rambert arasında sevgi ve kahramanlık üzerine önemli bir diyalog geçer ve bu diyalog, bütün insanlar için bir yol gösterici olabilir. Yaşanmakta olan korkunç salgının adını koyan ve her şeye rağmen işini en iyi şekilde yapmaya gayret eden Dr. Rieux, sevmeyi seçtiği için kahraman rolü oynamak istemeyen Rambert’e, bütün bunlarda kahramanlık diye bir şeyin söz konusu olmadığını söyler. Söz konusu olan “dürüstlük”tür ve şöyle der: “Bu gülünç gelebilecek bir düşünce, ama vebayla savaşmanın tek yolu dürüstlük.” Bunun üzerine Rambert ciddî bir tavırla “Nedir dürüstlük?” diye sorar. Dr. Rieux, gazetecinin bu sorusuna şu şekilde cevap verir: “Bunun genelde ne olduğunu bilmiyorum. Ama benim durumumda, mesleğimi yapmaktır.” Üstelik dürüstlük ve dolayısıyla insanın mesleğini yapması, sevgiye engel olmadığı gibi bir kahramanlık da değildir.

İnsan olmanın gereğini yerine getirmeye çalışmak

Bugün doktorluktan gazeteciliğe, öğretmenlikten hakimliğe, mühendislikten bilim insanlığına, maden işçiliğinden tekstil işçiliğine, terzilikten ayakkabı tamirciliğine varana dek bütün mesleklerdeki/iş alanlarındaki vebayla ya da sorunlarla savaşmanın önemli yollarından biri de dürüstlüktür, yani tek tek kişilerin mesleğini, işini iyi yapmasıdır. Tıpkı Dr. Rieux gibi içinde bulunduğu koşullar içerisinde yapması gereken ya da yapabileceği ne ise onu yapmasıdır. Dr. Rieux da elinden geldiğince işini yapmıştır: bu korkunç salgının/hastalığın adını koymuş, ilgili resmî makamları hastalığın veba olduğuna inandırmış, işini en iyi şekilde yapmaya gayret edip hastadan hastaya koşarken, kapıları kapanmış Oran kentinde −tamamen ortadan kaldıramayacağını bile bile− vebaya karşı savaş açmış, çevresindekileri de bu savaşa katmayı ve onlarla dayanışmayı başarmıştır.

İnsana olan inancıyla, dünyanın/yaşamın saçmalığına rağmen kötülüğe savaş açıp, insan olmanın gereğini yerine getirmeye çalışarak yaşama anlam ve değer katmıştır. Dolayısıyla bugün ve gelecekte herkesin işini böyle bir sorumluluk bilinciyle yapması ve çevresindekileri de yeryüzündeki kötülüklere, haksızlıklara karşı savaşmaya, bunlarla mücadele etmeye çağırması, insan olmanın gereğini yerine getirmesi gerektiği açıktır.

Şu an bütün dünyayı kasıp kavuran, her geçen gün daha fazla can almaya devam eden Covid-19 isimli o küçük virüs de sanki bütün bunları vaaz etmek için dahil olmuş insanların arasına. İnsan olmanın ne demek olduğunu hatırlamamız için… Ölümlü olduğumuzu unutmamamız ve “ne için yaşıyorum?” sorusuna verdiğimiz cevapları bir daha tartmamız için…

Sanki hiç yaşamamış gibi ölmeyelim

İnsan yaşamı sabahleyin kalkmak, tramvaya, otobüse, metroya binmek, bir büroda, hastanede, okulda ya da fabrikada sekiz-on saat çalışmak, tıka basa yiyip içmek, uyumak ve tekrar uyanmak ve aynı rutini boyuna tekrar etmekten, karnını doyurup iyi-kötü geçinebilecek kadar para kazanmak ya da koynuna birini alıp yatmaktan ibaret olmasa gerek.

Michael Ende’nin Momo’sundaki berber Bay Fusi de böylesi tekdüze ve anlamsız bir hayattan dert yanar, “Hayatım böyle geçip gidiyor” diye düşünür: “Makas şakırtısı, sabun köpüğü ve gevezelik. Varlığımdan ne anlıyorum? Bir gün gelecek ve sanki hiç yaşamamış gibi öleceğim.” Sanki hiç yaşamamış gibi ölmeyelim.

KAYNAKÇA

Baudelaire, Charles (2006). Kötülük Çiçekleri. Çeviren: Ahmet Necdet. Dharma Yayınları.

Hesse, Hermann (2017). Bozkırkurdu. Çeviren: Kâmuran Şipal. İstanbul: Yapı Kredi Kültür Yayınları.

Mengüşoğlu, Takiyettin (2017). İnsan Felsefesi. Ankara: Doğu Batı Yayınları.

Kuçuradi, İoanna (2013). İnsan ve Değerleri.Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.

Fromm, Erich (2018). İtaatsizlik Üzerine/Özgürlük Neden Otoriteye “Hayır” Demektir? Çeviren: Nurdan Soysal. İstanbul: Say Yayınları.

Uygur, Nermi (2017). Bütün Eserleri II (1. Cilt). Yaşama Felsefesi. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Gray, John (2017). Kuklanın Ruhu/İnsan Özgürlüğüne Kısa Bir Bakış. Çeviren: Dürrin Tunç. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 

Özcan, Muttalip (2016). İnsan Felsefesi/İnsanın Neliği Üzerine Bir Soruşturma. Ankara: BilgeSu Yayıncılık.

Camus, Albert (2012). Veba. Çeviren: Nedret Tanyolaç Öztokat. İstanbul: Can Yayınları.

Ende, Michael (2017). Momo. Çeviren: Leman Çalışkan. İstanbul: Pegasus Yayınları.