Nejla Kurul
Bilebildiğimiz toplu ve tekil intihar haberleri hepimizi derinden sarstı, bir yaprak dökümünü andıran Kasım ayında kederli günler yaşıyoruz. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre 17 yılda 50 bin 378 kişi hayatına son verdi, her sene ortalama 3 bin kişinin intihar ettiğini şaşkınlıkla öğreniyoruz. Bunlar arasına son yıllarda dindar muhafazakâr kimlikleri ile bilinen 60 KHK’linin intiharı da ekleniyor. İntiharlarla yoksulluk, işsizlik, yabancılaşma, tecrit edilme ve toplum dışı kalma arasında bir bağ var. Ne var ki nedeni ne olursa olsun intihar kişinin kendine uyguladığı bir şiddet! Mağdur ve katil aynı kişi olduğunda tanıklar intiharın panzehiri üzerine düşünmek zorunda!
Kapitalist makine ve devletleşme pratikleri; eşitsizlikler, hiyerarşiler ve ayrımlar üretiyor, insanları birbirlerine, hatta kendilerine yabancılaştırıyor, gündelik iktidar ilişkileriyle insanları kapıyor, onları kendi formlarına göre yaşatmaya zorluyor. Eşitsizliklerin, hiyerarşilerin ve ayrımların kötü sonuçlarının tüm sorumluluğunu da, incelikli biçimde bireyin, topluluğun ve coğrafyanın zayıf tekilliğine bırakıyor. Bu nedenle toplumsal bedenden yükselen her acı “münferit”leşiyor. Katilinin başkası ya da kişinin kendisinin olduğu tüm ölümlerin sorumluluğu da bireye yükleniyor.
Bireyin sorumluluğu yok mu, kuşkusuz var. Kapitalist koşullar içinde birey, var olma ve eyleme gücünü artırabilir, birey irade kullanabilir, kolektif bedenle buluşarak yeni koşulları ortaya çıkarabilir, kaçış çizgileri örebilir. Ne var ki bunu yapamayan, var olma gücünü yitirmiş birey, koşut olarak eyleme gücünü de yitirir, geri çekilir, siner, aileye sığınır. Son dönemde yaşanan toplu ve bireysel intiharlar: işsizlik, güvencesizlik, geçim sıkıntısı, servet kaybı ve borç nedeniyle aile içine kapanmış, kamusal alana seslenemeyen bireylerin hayat hikâyelerini anlatıyor.
Spinoza’ya göre, doğada belirlenmiş bir varlığa sahip olan tüm tekil varlıkların, varlığını sürdürmeye ve var olma direnci göstermeye hem güçleri hem de hakları vardır. Böylece insan da dâhil hiçbir varlık arasında hiyerarşik bir farklılıktan bahsedemeyiz. “Biz hala bir bedenin neler yapabileceğini bilmiyoruz.” diyor Spinoza. Düşünüre göre, en kederli günlerimizde bir yolunu bulup sevinci örebiliriz.
Hayatlarımızı sarmalayan rekabetçi ve egoist toplumsal ilişkilerden, her türlü tahakkümcü kodlardan kurtulmak mümkün! Bu nedenle iktidarın kapamadığı tekil ve kolektif hayatlar örmek ve çeşitli edimlerle kudretimizin farkına varmak heyecan verici! Özel alanın kuytularından kamusal alana farklı örgütlenme pratikleriyle açılabilmek, çözemeyeceğimizi sandığımız sorunların çözümünü kolaylaştırabilir.
Aile denilen özel hayat pratiğini demokratikleştirmek, sadece aileye sabitlenip kalmamak, aile bireylerini kamusal alanla buluşturmak, öteki insanlara açılmak yabancılaşmayı önler, sevinci artırır, tıpkı Küçük Kara Balık’ın hikâyesinde olduğu gibi.
Bugün insanlığın durumuna ilişkin kaygıları olan her birey, ortak dünyaya olan ilgilerini yeniden canlandırmalı ve tazelemelidir. Yaşayan ve/veya farklı yüzyıllarda yaşamış yazarların ve düşünce insanlarının eserlerinin okunması, farklı insanlara, mahallelere, coğrafyalara ve kültürlere açılma cesaretinin bir güç olarak yaşama girmesiyle, kişisel ve kolektif yaşamın zenginleşmesi kaçınılmazdır.
Sendikalar, odalar, dernekler ve platformlar gibi bir dizi örgütlenme biçimleri çalışma hayatının demokratikleştirilmesine katkı getirebilir. İşsizliğin, özellikle genç işsizliğin arttığı Türkiye koşullarında işsizlerin örgütlenmesi, kamu ve özel işyerlerinde çalışanların örgütlenmesi kadar önemli. Parti-devlet ve sermaye kodlarından kaçabilmek sendikalar için olmazsa olmaz bir görev, ne var ki yeterli değil, üyelerinin yaşam kudretini artıracak, mücadele deneyimlerini çoğaltacak, üyelerini derin bir kederden sevince birlikte emek vererek taşıyabilen sendikal anlayış ve pratiğe gereksinmemiz var.
Kimilerimizi sivil ölülere, kimilerimizi mevcut işlerin cinayetleriyle cisimsel ölülere dönüştüren, bizleri kendine ve dış dünyaya yabancılaştıran, yalnızlık, tecrit olmuşluk ve yılgınlık nedeniyle insanları yalnızlığın baş döndürücü uçurumlarında dolaştıran çalışma süreçlerine direnmek, buna karşı örgütlenmek, güçlüklerle karşılaşınca direnmek insanlar olarak hakkımız.
İntiharları açıklamak ve önlemek konusunda en bilinen eseri İntihar’ı yazan Durkheim’e göre devlet[1] hemen her alanda olduğu gibi sadece genel ve hafif işler için oluşturulmuş, ağır işleyen bir mekanizmadır. Daima tek biçimi olan işleyişi ile devlet, özel durumlardaki sayısız değişime uyum gösterecek esnekliğe sahip değildir. Bu nedenle işleyişi zorunlu olarak bastırıcı ve bir düzeye getirici niteliktedir. Bu tarzda devletleştirme pratikleri, hem iktidar hem de muhalif partileri, demokratik kitle örgütlerini, başta dinsel örgütler olmak üzere sivil toplum kurumlarını etkilemiştir. Bu anlayış ise yurttaşların, güçlerinin uyuklamasına ve haklarının geriletilmesine yol açıyor.
Kolektif zekâsı devlete bağlanmış her yapı aptallaşıyor. Ranciére’nin belirttiği gibi[2], uyumlandırmanın olduğu, zihnin bir başka zihne bağlandığı yerde zekâ olmaz. Her bireyin eylemde bulunduğu, ne yaptığını anlattığı ve eyleminin gerçekliğini doğrulama olanaklarını sunduğu yerde zekâ olur. Bu nedenle toplumsal, kültürel, siyasal, ekonomik hatta dinsel tüm edimlerimiz ve eylemlerimiz piyasalar ve devlet kodları eliyle çoraklaştırılıyor.
Tüm bunlar için bir başlangıç noktası var: Komşuluk. Yaşamayı/sevinci ön plana alan bir gündelik yaşamda, insan özgürleşmesi için en kolay, en yakın ve en gerçek olan ödevlerimizden birisi: Komşuluk ilişkileri üzerine düşünmek ve eylemek. Hem intiharlar söz konusu olduğunda hem de içe kapanmış yaşamlarımızı düşündüğümüzde komşuluk hususunda derin bir kriz içinde olduğumuzu hatırlamalıyız. L’Heuillet’in sözüne gerçek anlamını vermek durumundayız: Komşuluk bugün olmazsa olmazımız, ne de olsa hepimiz komşuyuz.[3] Komşuluk siyaseti, yerel düzeye taşımanın da bir olanağı. Martha Nusbaum hem sağımızdaki hem solumuzdaki komşu, günümüzde yakınlarımız olmayabilir ama en azından hemen bitişiğimizde olup bizi yere kapaklanmaktan kurtaracak insanlar da onlardır derken bizleri komşuluk tecrübemiz üzerine düşünmeye çağırıyor.[4]
Spinoza ise insana, bireye, bedenlerimize daha yakından bakıyor. Rahmi Öğdül’ün etkileyici yazısında belirttiği gibi, düşünüre göre, bedenler başka bedenlerle karışan ve ortak mevhumlar altında birleştiklerinde birlikte güçlenen parçacıklardan oluşmuşlardır. Olay aramızda gerçekleşir, etkiler ve etkileniriz. Parçalarımız sayesinde başka bedenlerle karışarak yeni karışımlar, toplumsal kuvveti arttıran iksirler icat edebiliriz. Çok kederli olduğumuz anlarda yaşamın kudretine bir de böyle bakmaya çalışalım.
Söz ve müziğini Sezen Aksu’nun yazdığı Gidemem adlı şarkı hüznün içine gizlenmiş sevinci çok etkili biçimde anlatıyor: Bazen daha fazladır her şey. Bi eşikten atlar insan. Yüzüne bakmak istemez yaşamın. O kadar azalmıştır anlam. O zaman hemen git radyoyu aç. Bi şarkı tut. Ya da bi kitap oku mutlaka. İyi geliyor. Ya da balkona çık bağır bağırabildiğin kadar. Zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor…
Yaşam, öğrenme felsefesi ile iç içedir. Yaşamın yüzüne bakmak istemediğimizde, eski öğrenmelerimizin yetmediğini anlarız. Bizi bekleyen şey yeni bir yaşamdır, yeni öğrenme tecrübeleridir. May yeni bir öğrenme kuramının izlerini sürüyor:[5] Yapılması gereken şudur: kendinizi bir katmana taşıyın, onun sunduğu fırsatları tecrübe edin, orada avantajlı bir yer, potansiyel, yersiz-yurtsuzlaşma hareketleri, mümkün kaçış çizgileri bulun, onları deneyimleyin, zaman zaman akış bileşimleri üretin, kesit kesit yeğinlik süreklilikleri deneyin, daima yeni bir yurdun küçük bir planını elinizde bulundurun.(…) Bağlantı kurun, birleşin, devam edin: Belirleyici ve öznel olmaya devam eden programların aksine bütün bir diyagram.
Ve nihayetinde Karl Marx’tan esinlenerek oldukları
yerde donmuş kalmış koşullarımızı kendi şarkılarımız eşliğinde dans etmeye zorlamalı
ve yaşama uğraşısından vazgeçmemeliyiz.
[1] Emile Durkheim (2013) İntihar Bir Toplumbilim İncelemesi (Çev: Z. Zühre İlkgelen) İstanbul: Pozitif Yayınları, s.400.
[2] Jacques Ranciere (2018). Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders. İstanbul: Metis Yayınları, s.38-39.
[3] Héléne L’Heuillet (2019) Komşuluk İnsanların Birlikte Varoluşu Üzerine Düşünceler (Çeviren: Adem Beyaz) İstanbul :YKY, Yapı Kredi yayınları, s.5.
[4] Aynı eserden aktarma.
[5] Todd May, Deleuze Bir Birey Nasıl Yaşayabilir? (Türkçesi: Sercan Çalcı) 2.Baskı, İstanbul: Kolektif Kitap, 2017, s.198.