İşçi sınıfını iktisat kitaplarına sokan bir bilim insanını daha kaybettik

Prof. Dr. Mustafa Durmuş

Kaliforniya Devlet Üniversitesi’nde 40 yıldan fazla öğretim üyeliği yapmış olan Prof. Dr. Michael A. Perelman, 21 Eylül 2020’de, 80 yaşında Kaliforniya’da, hayata veda etti.

Prof. Dr. Michael Perelman

Perelman doktorasını tarım ekonomisi üzerine yapmış olsa da, asıl alanı iktisat tarihiydi. İleri Ekonomistler Ağı’nın (Pen-1) onlarca yıl kolaylaştırıcılığını da yaptı, 19 kitap, çok sayıda makale yazdı, kitaplarından ikisi Monthly Review yayınlarından çıktı. Ayrıca tüm dünyada muhtelif ekonomi panellerinde konuşmalar yaptı. Perelman öğrenmeyi, yazmayı, öğretmeyi çok seven bir bilim insanı olarak tarif ediliyor.

Arkadaşlarından Prof. M. Yates onu “radikal bir bilinci olan, ancak son derece yumuşak ve kapsayıcı bir üsluba sahip biri” olarak tanımlıyor.

Geride çok sevdiği eşi Blanche, kızı Jessica, kardeşi Dale ve binlerce kendini seven ve özleyecek olan öğrenci bıraktı.

Huzur içinde uyusun…

‘Kapitalizmin Gizli Kelepçeleri’

Ben Prof. Perelman’ı “Kapitalizmin Görünmeyen Kelepçeleri” (The Invisible Handcuffs of Capitalism, 2011) adlı kitabı aracılığıyla tanıdım. Sosyal ve ekonomik meselelere olan eleştirel yaklaşımı ve iktisadi doktrinler tarihi konusundaki derin bilgisi beni çok etkiledi.

Kitaplarında işçileri görünür kılan bir iktisatçı

Perelman’ın bende yarattığı asıl etki onun kitaplarında işçi sınıfını görünür kılma çabasıdır. Kapitalizmin Görünmeyen Kelepçeleri adlı kitabının “Nesneler olarak işçiler” bölümünde şunları söyler:

“İşçi dünyasına ilgisizlik popüler kültürün önemli bir parçası haline getirildi. Tipik bir gazete iş âlemine ve borsalara sayfalarca yer ayırırken işçilere satırlık yer vermiyor. Bu durum kârlarını işçileri daha ağır koşullarda çalıştırarak daha da artıranlar açısından oldukça anlamlı bir durumdur. Onların derdi metayı en ucuz maliyetle üretmek olduğundan bunun sonuçlarının ne olacağını düşünmezler”.

“Zorlamanın iktisat teorisinde yeri olmaz” diye bilinir. İktisat emek gücü piyasasını tamamıyla gönüllü anlaşmalar olarak tanımladığından işçilerin daha işin başında uğradıkları travmalarla ilgilenmez. Gerçekte, bazı yasal kısıtlamalar olsa da, bir işçi işyerine ayak bastığı anda işveren onu despotik gücü ile ezmeye başlar.

İktisatçılara göre istihdam edilen işçi sadece bir işçidir, yani jenerik ürün faktörünün sadece bir parçasıdır, bir sermaye ya da toprak gibi soyut bir kategoridir. Soyut olan hiçbir şey de ölçülemez”.

İşkence aleti işlevi gören piyasalar

Perelman kapitalizmde sermayenin, piyasaların işçi sınıfı üzerindeki etkilerini antik Yunan’daki “Procrustes” veya “Kasnak” adı verilen bir işkence aleti metaforu iler anlatır:

“Farklı bir teoloji düşünün – bir antik Yunan efsanesi. Damastes adında bir eşkıya Attica’daki Eleusis yakınlarında terör estiriyordu. İnsanlar ona Procrustes veya “Kasnak” adını vermişlerdi çünkü eline düşen gafil yolcuları geceyi demir bir yatakta geçirmeye mecbur bırakıyordu. Kısa boyluları yatağa sığmaları için gerdirerek, uzun boyluları yine yatağa sığdırmak için uzuvlarını kesmek suretiyle misafirlerini sadistçe öldürüyordu. Söylendiğine göre sadizmi bölgeyi bir çöle çevirmişti. Sonuçta Atina Kralı olan Theseus onu yakaladı ve aynı muameleyi ona uygulayarak Procrustes’in estirdiği terörü sona erdirdi.

Mitolojik referansların ekonomi ile ilgili bir kitapta yeri olup olmadığı tartışılabilir, ancak ekonomi dili o kadar sapkın bir hale geldi ki, onu alışık olunmayan bir bağlamda yeni bir çerçeveye oturtmak gerekiyor. Nihayetinde Taylor’un “sistem her şeyden önce gelmelidir” deyimi, insanların modern ekonominin talimatlarına uymaları gerektiğini söylüyor. Aslına bakılırsa, Taylor bu sözleriyle Procrustean yataktaki vidaları daha da sıkıyor.

Radikal biri olmayan Alman sosyolog Max Weber de: “Piyasa insanların dâhil olabileceği gündelik hayatın en gayri şahsi ilişkisidir” gözlemiyle Procrustean dünyanın katı ruhunu net bir şekilde yakalamıştı”.

‘Beşeri Sermaye’ kavramının yanlışlığı

Perelman’ın bir diğer eleştirisi “beşeri sermaye” kavramı ile ilgilidir. Kitabında bu konuda şunları söyler:

“Beşeri sermaye terimi insan varlığını cansız nesnelerle birleştiren bir terimdir. Ana akım iktisat beşeri sermayeyi ekonomideki ajanların gelir yaratmaya dönük üretken kapasiteleri olarak tanımlar. Ancak bu tanım işçilerin yaşam ve çalışma koşullarını içermez. Bu nedenle de okullarda aldıkları eğitimin süresi ile ilişkilendirerek ölçüm yapar.

Eğitim alamayan, ağır işlerde ve düşük ücretlerle çalışanların mevcut durumları bu kavram ile meşrulaştırılır. Eğitimin ırka, cinse ve sınıfsal konumlara göre nasıl değiştiği gerçeği de unutulur. Bu kavram işçiyi insanlık halinden çıkartıp, işyerinde cansız, sabit bir sermaye malı konumuna indirger. Oysa bir insan olarak işçi, sadece pasif, aldığı emirleri uygulayan bir araç değildir. İşçiler kapasiteleri, arzuları, umutları olan varlıklardır.

Diğer yandan beşeri sermaye kavramı insanı diğer sermaye biçimlerine indirger. Yani insan varoluşunun diğer kısımları da sermaye biçimlerine indirgenir. Günümüzde 16 tür sermaye kavramından söz edilir: Entelektüel, dini, doğal, dijital, psikolojik, politik, aile, bilgi vb. Bu durum Thatcher’in “piyasalardan başka alternatif yoktur” demek olan TINA’sı ile ilişkilidir. Yani ona göre piyasa mantığına uygun düşmeyen hiçbir şey anlamlı değildir”.

‘X- Etkinliği’

Son olarak “X- Etkinliği” kavramıyla ilk kez onun kitabı aracılığıyla tanıştım. Paretocu Etkinlik kavramı dışında iktisadi etkinliği mikro düzeyde ele alan bu kavramın ilk kez Liebenstein tarafından 1960’lı yıllarda kullanıldığını onun kitabından öğrendim.

Liebenstein’e göre iktisatçılar işletmelerin performanslarının ardındaki güçleri ortaya çıkarmalıydı, ancak kullandıkları ekonomik modeller bunu sağlayamıyordu. Bu nedenle de düşüncelerini bir ekonomik model ile değil, Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ında yer alan bir kavrama dayanarak açıkladı: “X Faktörü”.

Tolstoy “birbirinin aynı olan iki ordunun bir biri ile savaşı halinde birinin kazanmasına imkân veren şeyin onun manevi bir ‘X- Faktörü’ne sahip olmasıdır” diye açıklar. Bu kavramın günümüzde “rekabet” kavramına karşılık geldiğinin altını çizer”.

Perelman X Etkinliği kavramsallaştırması altında işletmeler arasındaki rekabetin bir fetiş haline getirildiğini söyleyerek bunu eleştirir.

Perelman’ın kitabında yer alan bir diğer değerli bilgi Liebenstein iktisatçı Harberger’in monopol teorisine yaptığı eleştiridir. Buna göre monopoller ana akımda iddia edilenin aksine verimlilik, etkinlik kaybına neden oluyor ve toplumsal refahın azalmasıyla sonuçlanıyor.

Perelman kitabında bu eleştirileri yüzünden Liebenstein’in, ana akımdan uzaklaşmaya çalışanları tehdit eden sağcı iktisatçı George Stigler’in kışkırtmasıyla üniversiteden istifa etmek durumunda kaldığını şu cümlelerle anlatır:

“Liebenstein’ın kendisi bir muhalif değildi. Ama istemeyerek de olsa her şeyi basit denklemlere indirgeyen geleneksel iktisatçıların işini zorlaştırmak gibi bir yanlışı da yapmıştı. Aynı zamanda, yine istemeyerek de olsa, işçilerin yaşam ve çalışma koşullarının sorgulanmasının da kapısını aralamıştı. 1960’da üniversitede yaşanan karmaşaya dayanamadı ve istifa etti”.