Klinik Psikolog Dr. Serap Altekin: Hayatta kalmak kadar birbirimizi hayatta tutmak da önemli

Bütün dünyayı ele geçiren, insanlar arasında hiçbir ayırım gözetmeksizin can almaya devam eden Covid-19 (Koronavirüs), ruhsal dünyalarımızı da sarstı. Bir yandan sürekli kayıplar verirken, tıkılıp kaldığımız evlerde yaşama uğraşına devam etmeye çalışırken, öte yandan sığınacağı bir evi olmayanlar için kaygılanıyoruz.

Ne kadar süreceğinin bile öngörülemediği bu amansız salgın karşısında herkesin eli kolu bağlı. Doğal olarak herkes endişeli ve hastalığa yakalanmaktan, sevdiklerini kaybetmekten, kendi ölümünden korkuyor.

Ne var ki insanlığın tanıklık ettiği pek çok salgın gibi bu salgın da er geç sona erecek. Ancak biz bu süreçte kendimizle, iç dünyamızla, duygularımızla nasıl baş edeceğiz? Endişelerimizle, korkularımızla nasıl mücadele edeceğiz?

Kayıpların ardından yasımızı nasıl tutacak, hayata nasıl tutunacağız? Klinik Psikolog Dr. Serap Altekin “Hep birlikte, işbirliği içinde, toplumsal özveriyle, dayanışarak aşacağız bu zor günleri de” diyor.

Altekin ile bu küçücük virüsün yol açtığı devasa salgının ve daha pek çok felaketin sebep olduğu travmalarla nasıl baş edeceğimiz hakkında konuştuk.

Söyleşi: Elif Şahin Hamidi

Klinik Psikolog Dr. Serap Altekin

HAYATTA KALMAK EN TEMEL EVRİMSEL MOTİVASYONUMUZ

Koronavirüs salgınının insanlarda ve/veya toplumda yarattığı etkiler üzerine konuşabilir miyiz? Salgın hastalıklar da bir çeşit travma olabilir mi ve insan psikolojisini nasıl etkiler? Ne tür tepkiler, davranışlar ortaya çıkabilir?

Hayatta kalmak en temel evrimsel motivasyonumuz. Tehlike ve tehdit karşısında kendimizi korumaya ve hayatta kalmaya çalışmaya programlı canlılarız. Varlığımızı, sağlığımızı ve bütünlüğümüzü tehdit eden her tür dış etken bizim için bir stres kaynağıdır. Hastalık tehdidi ve yaşamsal riskler korku yaratır, bu korku ortamındaki belirsizlikler, asılsız haberler, kulaktan kulağa yayılan şehir efsaneleri ve komplo teorileri ise kaygı yaratır ve insanları paniğe sürükler. Salgın hastalıklarsa insanları alarm durumuna geçiren büyük stresörlerden biridir. Stres karşısında ortaya çıkan en yaygın üç stres tepkisi, savaşmak, kaçmak ya da donmaktır. Herkesin kendi yapısına, mizacına ve yaşamsal gelişim hikâyesine göre stres tepkisi farklı olabiliyor. Bu hastalık salgını karşısında kimi insanların korkuları çok daha yoğun, aldıkları güvenlik tedbirleri azami düzeyde, konuyla ilgili zihinsel meşguliyetleri de aşırı olurken, kimi insanlar riski ciddiye almama, gerçeklikten kaçma, kaçınma ve hatta inkar etme ve yok sayma eğiliminde olabiliyor. Kimi insanlar ise korku ve kaygıdan neredeyse paralize olmuş durumda, yani sağlıklı düşünemez, harekete geçemez halde kalakalmış durumda.

Şunu da belirtmek gerekir ki, insanların stres düzeylerini yükselten ve baş etme kapasitelerini aşan en önemli etkenlerden biri de, Koronavirüs salgınının yakın zamanda yaşadığımız pek çok başka travmatik deneyimin üzerine eklenmiş olması. Şöyle bir düşünecek olursak, yakın tarihimiz özellikle de son birkaç yılımız pek çok doğal afet, kaza, kriz ve toplumsal travma ile dolu geçti. Depremler, savaş, göç, terör, uçak kazası, çığ felaketi, kadına şiddet, çocuk istismarı, intiharlar, küresel ısınma, iklim krizi, hava kirliliği, asit yağmurları, gıdalardaki katkı maddeleri ve zararlı tarım ilaçları, ekonomik kriz, işsizlik ve şimdi de Koronavirüs salgını… Hatta bir de çekirge istilası korkusu da eklendi bu kabarık listeye. Bu koşullar altında yaşamaya çalışırken gerçekten iyi olmak, iyi kalmak çok zorlaştı. Zor zamanlarda ve böyle travmatik olaylar sonrasında belirli tepkiler yaygındır ve bu tepkiler, “anormal bir duruma verilen normal tepkiler” olarak tanımlanır. Böyle dönemlerde, iç içe geçen pek çok yoğun duygunun yaşanması olağandır; korku, kaygı, panik, kızgınlık, öfke, suçluluk, çaresizlik ve umutsuzluk inişli çıkışlı olarak yaşanabilir. Salgın hastalık haberlerine, hasta ve hastane görüntülerine, ölümlere ilişkin belirli görüntülerin gözün önünden gitmemesi, kulaklarda yankılanması, kötü rüyalara ve kabuslara dönüşmesi yaygın gözlemlenen tepkiler arasındadır.

DİLDE VE ÜSLUPTA DİKKATLİ, DUYARLI VE EMPATİK OLMAK ÖNEMLİ

Karantinadan kaçma girişimleri görülebiliyor ya da sosyal mesafelenme kuralının ihlal edildiği örnekler yaşanıyor. Hâlâ tehlikenin farkında olmayan, gerekli tedbirleri almayan insanlar var. İnsanlar neden böyle tutum ve davranışlar sergileyebiliyor?

Basite indirgenmiş tek bir neden-sonuç ilişkisiyle bunu açıklayabilmek mümkün değil, çünkü pek çok farklı boyut, pek çok faktör var. Bireysel ve psikolojik faktörler kadar sosyolojik, politik, ekonomik ve sistemik faktörleri de göz önüne almak gerek. “Evde kal” ve “sokağa çıkma” uyarılarının hepimizin güvenliği ve sağlığı için önemi ve gerekliliği şüphesiz ki tartışılamaz. Ancak evinden çıkmak ve çalışmak zorunda olanlar, çalışmak zorunda bırakılanlar, işten çıkarılma tehdidi ile karşı karşıya olanlar, çalışmaya devam etmezse evine ekmek götüremeyecek, kirasını ve faturalarını ödeyemeyecek durumda olan insanlar ne yapacak? Politik ve sistemik bir çözüm, bir plan ve uygulama hayata geçirilmeden sadece evde kalma gerekliliğini dile getirmek ve evinde kalmayan-kalamayanlara, çalışmak için sokağa çıkmak zorunda kalanlara saldırganlıkla, düşmanlıkla, alaycılıkla, hiddetle ve nefretle yaklaşmak da kabul edilebilir bir şey değildir, asla olmamalıdır. Toplumun genelinde artan korku ve kaygı hali, kızgınlık ve öfkeyi de artırabiliyor ve bu da ötekileştirmeyi ve nefret söylemlerini tırmandırabiliyor. Bu nedenle böyle zor dönemlerde tutum ve davranışlarda olduğu kadar dilde ve üslupta da dikkatli, duyarlı ve empatik olmak büyük önem taşıyor.

Bu politik ve ekonomik faktörlerin yanı sıra, belki bireysel farklılıklar ve psikolojik mekanizmalar da söz konusu olabilir. Yasaklanan, kısıtlanan bir şeye karşı daha fazla arzu ve istek duymak ve o dürtüyle de bunu eyleme dökmek, sizin sorduğunuz örneklerdeki gibi davranışları açıklayabilecek mekanizmalardan biri olabiliyor bazen. Belki bir diğer boyut da gerçekliği gözümüzle görmedikçe, kendi yakın çevremizde deneyimlemedikçe ya da ölümle sonuçlanan vaka sayısı artmadıkça bazı insanlar için durumun ciddiyetinin yeterince idrak edilememesi, içselleştirilememesi olabilir. Zira insan davranışları daha çok davranışın hemen ardından gelen etki ve sonuçlara göre şekillenme eğilimindedir.

Oysa ki o gün evden çıkan bir kişinin yaşayabileceği ya da neden olabileceği etki ve sonuçlar hemen o gün ortaya çıkmayacağı, günler sonra ilk etkiler ortaya çıkacağı için, evden çıkma ile virüsü alma ya da virüsü taşıyıp bulaştırma bağlantısı insanlar için kolay kurulamıyor, kolay öğrenilemiyor. Bu basit bir koşullu öğrenme mekanizmasıdır, yani davranışı takip eden ödül ya da cezanın davranışı şekillendirmesi mekanizmasıdır. Bazense gerçeklik, o gerçekliğin yarattığı korku ve kaygı o kadar büyük, yoğun ve ürkütücü olur ki, insanın bununla baş edebilmesinin tek yolu o gerçekliği yok saymak, inkâr etmek ve kaçınmak olur. Bu bir çeşit savunma mekanizmasıdır. Tüm bunlara ek olarak, tabii bir de bilgi eksikliği, rasyonel düşünme ve muhakeme etme zorlukları, empati kapasitesinde sınırlılık, dürtüsellik eğilimi ve otokontrol kapasitesindeki sınırlılıklar da bu durumu yorumlarken göz önüne almak gereken faktörler arasında belirtilebilir.

GÜNLÜK RUTİNLER ÇOCUKLAR İÇİN ŞİFALANDIRICIDIR

Yaşanan toplumsal travmaları ve içinde bulunduğumuz salgını çocuklara nasıl aktarmak sağlıklı olur? Yetişkinler olarak çocuklara nasıl davranmalıyız, nelere dikkat etmeliyiz?

Bu dış gerçeklik hepimiz için yeni bir dış gerçeklik. Dolayısıyla bizim de yetişkinler olarak bilmediğimiz pek çok şey var, bizim için de belirsiz olan çok şey var. Bu nedenle belki de en mütevazı başlangıç, bildiğimiz kadarını, olabildiğince çocukların yaşına ve gelişimsel özelliklerine uygun bir dilde, olabildiğince sade, basit, kısa ve öz şekilde aktarmak. Temizlik ve güvenlik kuralları, hijyen ve el yıkama alışkanlıkları ile ilgili pek çok eğitici video hazırlandı ve sosyal medyada paylaşıldı, televizyon kanallarında da sıkça paylaşılıyor, bunlardan yararlanmak kolaylaştırıcı olabilir. Her insanın ihtiyacı olan temel güven duygusu, çocukların sağlıklı gelişimi ve işlevselliği için çok daha hayati bir ihtiyaçtır. Deprem gibi doğal afetler, savaşlar ve çatışmalar, kazalar, toplumsal travmalar ve salgın hastalıklar çocukların temel güven duygularını sarsar ve korkularını tetikler.

Çocukları haber bültenlerinden, korkutucu olabilecek haber ve görüntülerden uzak tutmak daha güvenli olacaktır. Travmatik olabilecek görüntülere ve haberlere maruz kalan çocuklar stres tepkileri gösterebilir; bunların başında da korku ve kaygı gelir. Hiçbir yerde kendini güvende hissedememe, kendisine veya ailesine bir şey olmasından ve sevdiklerini kaybetmekten korkma başlıca tepkiler arasındadır. Gece uyuyamama, sıkça uyanma, kötü rüyalar ve kabuslar görme, yalnız kalmak istememe, ani sesler ve hareketler karşısında aşırı irkilme, okulda derslere odaklanamama, akademik başarıda ve motivasyonda düşme, iştahsızlık ve de karın ağrısı, mide bulantısı gibi bedensel yakınmalar çocuklarda oldukça sık rastlanabilen stres belirtileri arasındadır.

Çocuklardaki stres ve huzursuzluk genellikle kendini davranış değişiklikleri olarak gösterir; bu nedenle sinyal niteliğinde olabilecek değişimleri titizlikle gözlemlemek ve zamanında fark etmek önemlidir. Sosyal ve dışadönük bir çocuğun birden sessizleşmesi ve içe kapanması ya da genelde sakin ve uyumlu bir çocuğun birden aşırı hareketli, öfkeli ve kavgacı bir hale gelmesi dikkat çekici belirtiler olabilir.

Çocuklara her zaman gerçeği en sade haliyle, yaşlarına ve zihinsel gelişimlerine uygun bir dille, anlayabilecekleri kısa, öz ve somut bilgilerle anlatmak esastır. Sorduğu zaman, sorduğu kadarını yanıtlamak, sorduğundan fazla ayrıntıya girmemek tercih edilir. Gerçekçi olmaktan uzak vaatlerden kaçınılmalıdır, ancak çocuğun ve ailenin güvende olabilmesi için elden gelen her türlü tedbirin alınacağı yönünde çocuğa güven verilmelidir.

En önemli şeylerden biri de anne-babaların, aile büyüklerinin ve öğretmenlerin sakinliği ve kontrollülüğüdür. Yetişkinler çocuklar için her zaman birer rol modeldir. Ne söylediğinizden daha çok nasıl söylediğiniz, hangi duyguyu yaydığınız ve ne yaptığınız çocuk için daha belirleyicidir.

Çocuğun kendini, duygularını, ihtiyaçlarını ve korkularını ifade etmesi için cesaretlendirmek, merak ettiği şeyleri ebeveynlerine sorması için desteklemek önemlidir. Böyle dönemlerde aile olarak bir arada geçirilen vakti ve yakın paylaşımı artırmak iyi gelir. Bir de unutmamak gerekir, rutinler her zaman çocuklara güven verir, iyi gelir. Ailece günlük hayatın rutinlerini mümkün olabildiğince sürdürmek çocuklar için sanıldığından daha rahatlatıcı ve şifalandırıcıdır.

Salgından sonra kalıcı psikolojik hasarlarla yola devam etmemek için neler yapılabilir?

Baş etme becerileriniz ne kadar çeşitli ve gelişkinse, aile ve sosyal destek kaynaklarınız ve yakın ilişkileriniz ne kadar sağlam, güvenli ve doyurucuysa, iletişim ve problem çözme becerileriniz ne kadar esnekse, hayatınıza anlam katan iş, uğraş ve amaçların varlığı ne kadar güçlüyse ve kendinize ne kadar zaman ayırabiliyorsanız, stres verici böyle dış gerçeklerin ve travmatik olayların size etkileri o derece azalır.

ZAMAN KENDİMİZE DE BİRBİRİMİZE DE İYİ BAKMA ZAMANIDIR

Bir yanda savaş, bir yanda göçmen dramı/yersiz yurtsuzluk/evsizlik, bir yanda salgın, bir yanda kadın cinayetleri, cinsel istismara uğrayan çocuklar, diğer yanda da kaçınılmaz olarak ölümler, kayıplar, açlık, sefalet, çaresizlik, gözyaşı, kahır. Bir de bütün bu korkunç tabloya eşlik eden “ırkçılık/ayırımcılık”, insanların arasına giren kocaman uçurumlar var. İşsizlik, ekonomik sıkıntılar da cabası. Hem bireysel hem toplumsal bir travma yaşanıyor. İçinde bulunduğumuz bu zor günlerde insanlar yaşadıkları korku ve panikle baş etmek için neler yapabilir?

Zaman kendimize de birbirimize de iyi bakma zamanıdır; hem bedensel sağlığımıza hem de psikolojik sağlamlığımıza ve dayanıklılığımıza özen gösterme zamanıdır. Bu nedenle:

  • İçinizden gelmese de yemek ve uyku düzeninize özen göstermeye çalışın, düzenli, sağlıklı ve dengeli beslenin, sirkadyen ritme uygun ve yeterli uyku aldığınızdan emin olun.
  • Çocukların okullarının tatil edilmesi, üniversitelerde akademik ara ilan edilmesi, kongre, sempozyum, toplantı, konser gibi etkinliklerin iptal edilmesinin bir sağlık ve güvenlik tedbiri olduğunu unutmayın. Günlük yaşam düzeninizi sağlığınızı ve güvenliğinizi azami derecede gözetebileceğiniz şekilde yeniden düzenlemeye gayret edin, sabahları mümkün olduğunca erken kalkmaya devam edin. Alanında uzman doktorların sunduğu bilimsel bilgileri ve önerileri dikkate alın.
  • Sosyal etkileşim, yakın insan ilişkileri ve sosyal paylaşım elbette her zaman en değerli güç ve şifa kaynaklarımızdan biridir, ancak böyle bir dönem mecburen belirli bir sosyal izolasyon da getirecektir. Evet, dışarı çıkamayabilirsiniz, evet, planlarınız ve programınız aksamış da olabilir, ama bu süreci evinizde vakti iyi geçirmenin yeni ve yaratıcı yollarını bulmak için bir fırsat olarak da görebilirsiniz. Kitap okumak, film izlemek, ev halkı ile türlü oyunlar oynamak, yeni ve sağlıklı yemekler yapmayı denemek, epeydir vakit ayıramadığınız hobilerinize vakit ayırmak, yoga ve meditasyon yapmak, kendinize dönmek, birbirinize dönmek, yani ailenizle, arkadaşlarınızla, komşularınızla daha çok konuşmak, paylaşmak ve dayanışmak böyle bir süreci atlatmanıza yardımcı olacaktır.
  • Stresin ve travmanın, sadece zihinsel süreçlerden ibaret olmadığını, aynı zamanda bedende de meydana gelen bir deneyim olduğunu unutmayın. Ağrılar, uyuşmalar, karıncalanmalar, deri döküntüleri, ishal ya da kabızlık, buz kesme ya da ateş basması, kas tutulmaları vb. pek çok farklı şekilde bedeniniz tepki veriyor olabilir. Bedeninizdeki bazı tepkiler strese bağlı olarak tetikleniyor olabilir. Bu nedenle bedeninizin verdiği sinyalleri fark etmek ve duyumsamalarınızı izlemek, kendinizi ve ihtiyaçlarınızı anlamanıza ve kendinizi yatıştırmanın yollarını keşfetmenize yardımcı olacaktır.
  • Zaman zaman dijital detoks yapın; gün içinde akıllı cihazlara, internete, haber takibine ve sosyal medya kullanımına ara verdiğiniz zamanlar olsun. Unutmayın ki böyle dönemlerde bilgi kirliliği çok olur, bu dezenformasyon da korkuları, kaygıyı ve paniği daha da körükler. Kendinizi asılsız haberlere, komplo teorilerine fazlasıyla maruz bırakırsanız, bu stres tepkilerinizi daha da artırır ve sizi tükenmişliğe sürükleyebilir.
  • Hobilerinize ve size iyi hissettiren kaynaklarınıza zaman ayırmaya çalışın. Kaynaklarınızı fark etmeye ve kaynak repertuarınızı çeşitlendirmeye çalışın. Düşünün, deneyin ve keşfetmeye çalışın; size ne iyi gelir, sizi ne tazeler, sizi ne sakinleştirir, hayata dair motivasyonunuzu ve enerjinizi yeniden yükseltmenize neler yardımcı olur, hayatınızı anlamlı kılan şeyler nedir, işte bunlara verdiğiniz yanıtlar sizin kaynaklarınızdır.
  • Müzik, ritim ve dansla bedeninizle uyum ve temas içinde olmayı deneyin. Şarkı söylemenin ve ses çıkarmanın sinir sistemini yatıştırıcı bir etkisi olduğunu unutmayın.
  • Mizah da şifa kaynağıdır, bir savunma mekanizmasıdır. Gülmek, kahkaha atmak gevşetir, rahatlatır, bir süreliğine bile olsa kaygıyı ve gerilimi azaltır. Böyle dönemlerde konuya ilişkin karikatürlerin, şakalaşmaların, esprili sosyal medya paylaşımlarının artması hem bir ihtiyaçtır hem de bizi tükenmişliğe ve umutsuzluğa karşı koruyan ve güçlendiren bir enerji kaynağıdır.
  • Mesleğiniz, işiniz ve politik gündem dışında da bir şeyler okumaya vakit ayırın. Zihninizin ve ufkunuzun açıldığını fark edeceksiniz. Esneklik ve çeşitlilik, hayatın stresiyle ve mesleğin ağır yüküyle baş etmenize yardımcı olur.
  • Alkol kullanmayın, hiçbir uyuşturucu-uyarıcı madde kullanmayın. Sigara kullanıyorsanız bile, en azından böyle bir dönemde artırmayın, azaltmayı deneyin. Stres, yorgunluk ve uykusuzluk bağışıklık sisteminizi ve direncinizi düşürür, alkol ve her nevi uyuşturucu-uyarıcı madde bu direncinizin daha da azalmasına, rezervlerinizin daha da hızla tükenmesine neden olur.

YAS BİR UYUMLANMA SÜRECİDİR

Klinik Psikolog Dr. Serap Altekin

İçinden geçtiğimiz karanlık günler pek çok ölümü de beraberinde getirdi, getiriyor. Deprem, uçak kazası, şehit cenazeleri, koronavirüs salgını ile kaybettiklerimiz ve maalesef kaybedeceklerimiz… Bu kayıplarla birlikte analar, babalar, kardeşler, evlatlar, geride kalıp yaşamak zorunda olanlar tarifi mümkün olmayan bir acıyla boğuşuyor. Bu acıyı biraz olsun yatıştırmanın yolu yine uzun ve acı verici bir yas sürecinden geçiyor. Nasıl bir süreçtir bu, nasıl tutulur yas?

Yas bir uyumlanma sürecidir ve yası yaşayabilmek için zamana ve alana ihtiyaç vardır. Ancak şu son aylarda içinde yaşadığımız dış gerçeklik maalesef buna el vermiyor. Sadece 2020 yılının başından bugüne kadar bile, art arda ne kadar çok travma yaşadık ve ne kadar kayıp verdik; Elazığ ve Malatya’yı etkileyen deprem, Van’daki çığ felaketi, İzmir uçağının kazası, şehit cenazeleri ve son günlerdeki tek gündemimiz haline gelen Koronavirüs salgını… Böyle art arda saymak bile ne kadar yorucu, ne kadar boğucu. İşte bütün bunları art arda yaşadık, hâlâ da yaşıyoruz. Dolayısıyla daha birini hazmedemeden ve yasını tutamadan bir yenisi eklendi her seferinde. Birbirinin üstüne eklendikçe de etkiler büyüdü, birikti, yaralar derinleşti, acımız da yasımız da boğazımızda düğümlendi. Bu yaraların derinliğini zamanla daha net görüyor olacağız. Zira yaşanan toplumsal travmaların etkileri sadece bugünle ve bugün tanıklık edenlerle sınırlı değildir; etkiler nesiller boyu kendini hissettiren derin izler bırakır, iyileşmesi zor yaralar açar. Kolektif bilinçdışı ile tüm bu yaşananların izleri ve yarattığı korkular ve kaygılar bir şekilde bundan sonraki nesilleri de etkileyecektir.

Yası tutulamayan kayıpların ve işlemlenemeyen travmatik deneyimlerin etkileri daha ağır, daha karmaşık ve daha uzun süreli bir hale gelir. Kayıpların ardından yaşanan yas süreci bir uyumlanma sürecidir; kaybın gerçekliği ile yüzleşme ile başlar, üzüntü, keder, acı, kızgınlık, öfke, isyan, özlem, suçluluk gibi yoğun duyguların iç içe yaşanması ile devam eder ve genellikle de anlamlandırma ve hayatı yeniden yapılandırma ile sonlanır. Kayıpların ardından yas sürecinde yapılan ritüeller, seremoniler, uygulanan tüm o sosyokültürel adetler, aslında son derece sembolik ve işlevseldir, gidenden çok geride kalanlar için anlamlıdır ve faydalıdır. Cenaze ritüeli, oradaki o sembolik vedalaşma ve helalleşme, kaybın gerçekliği ile yüzleşmenin bir örneğidir mesela; taziye ziyaretleri, belirli günlerdeki toplanmalar, anmalar ve dualar da birer temas, destek ve dayanışma aracıdır.

Metaforik olarak yas süreci, “çiğneyerek yutmak ve yavaş yavaş hazmetmek”tir. Yas tutmamak, tutamamak ya da yas tutmaya izin ve imkân verilmemesi ise bir anlamda “çiğnemeden yutmaya zorlamak” gibidir. Hele ki lokmaların da ardı arkası kesilmeyince bunun insanın sağlığını bozması kaçınılmazdır. Toplumsal travmaların yarattığı kayıpların ardından da kayıplarının yasını tutmaya ihtiyaç duyan insanlara izin vermediğinizde, bu uzun süreli toplumsal etkiler yaratır. Bir araya gelmek, yan yana durmak, sokak anmaları yapmak, anısına belki bir çiçek bırakmak, bir mum yakmak, olayın ve kayıpların anısına bir anıt dikmek veya benzeri herhangi bir sanatsal dışavuruma dönüştürerek toplumsal bir bellek oluşturmak, bunların her biri yası yaşamanın farklı farklı tezahürleri olabilir.

Tutulmayan yas ve hazmedilemeyen travmalar da toplum genelinde öfkeyi, nefreti ve şiddeti artırır, kutuplaşmanın ve ayırımcılığın tırmanmasına neden olur. Toplum genelinde bir yandan korku, kaygı, tedirginlik, çaresizlik ve umutsuzluk yoğunlaşırken, diğer yandan kızgınlık ve öfke artarak, şiddetin, nefretin, kutuplaşmanın, düşmanlaşmanın ve ayrımcılığın önünü açtı. Herkes birbirini suçlar, herkes birbirine saldırır hale geldi son günlerde. Ayırımcılık, insanları “biz-siz” olarak, “bizden olanlar-bizden olmayanlar” olarak tanımlamakla ve ayırmakla başlıyor. İkinci adımda, “biz” diye anlam yüklediğimiz şeylere iyi atıflarda bulunurken, “bizden olmayanlar”a düşmanca ve olumsuz şeyleri yüklemek geliyor. Ve üçüncü adımda ise o düşmanca ve ayırımcı nefret söylemleri, nefret eylemlerine ve şiddete dönüşüyor. İşte orası da en tehlikeli yer.

İYİ Kİ SANAT VAR VE İYİ Kİ MİZAH VAR

Dünya hiçbir zaman tozpembe bir yer olmadı aslında. Çok daha korkunç dönemler de yaşandı: toplama kamplarını, atom bombasını gördü örneğin insanlık. Ve her şeye rağmen hayat devam ediyordu. İkinci Dünya Savaşı sırasında sığınaklarda çocuklar eğitim alıyor, yine sığınaklarda film seyrediyordu insanlar, sanatla direniyor, hayata tutunuyorlardı. Bir şekilde Voltairein Candidei ya da Victor Hugonun Sefillerdeki Monsenyör Bienvenu’u (Piskopos) ve Jan Valjean gibi bahçemizi ekmeye devam etmek ve yine de insandan umudu kesmemek gerekiyor sanırım, ne dersiniz?

Kesinlikle! İnsan denen varlık çok güçlü bir varlıktır. Sanat da her zaman insanın yaşam enerjisinin, direnişin, aktivizmin en değerli araçlarından biri olmuştur. İyi ki sanat var ve iyi ki mizah var. Mizah da bu direnişin, aktivizmin en renkli ve en güçlü araçlarından biri olmuştur her zaman. En büyük güç kaynaklarımızdan birinin dayanışma olduğunu da unutmamak gerekir. Yani hayatta kalmak kadar birbirimizi hayatta tutmak da önemli. Hep birlikte, işbirliği içinde, toplumsal özveriyle, dayanışarak aşacağız bu zor günleri de.