Koruyalım da hangi laikliği koruyalım?

Metin Gülbay

“Latince çağ anlamına gelen Saeculum sözcüğünden İngiliz dili için türetilen Secularism (Sekülerizm) Türkçeye laiklik, çağdaşlaşma veya dünyevileşme olarak üç farklı terimle çevrilebilmektedir. Fransa’da laiklik için Laïcité (Laicisme) terimi kullanılmaktadır. Bu terim, somut ve bilimsel olan ile soyut ve dinsel olanın birbirine karıştırılmamasını ifade etmektedir.

Fotoğraf: DepoPhotos – Arşiv. Samsun’da çeşitli sivil toplum örgütleri Cumhuriyet Mitingi düzenledi. Dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ile DSP Genel Başkanı Zeki Sezer, mitinge birlikte katıldı. Tarih: 20 Mayıs 2007

‘Sekülerizm’, ateizm veya dinsizlik demek değildir. Sekülerizm başlıca iki temel önermeyi içermektedir: Birincisi devletin dinsel kurumlardan kesin bir biçimde ayrı olmasıdır. İkincisi ise farklı dinler ve inanışlardan olan kişilerin kanun önünde eşit olarak değerlendirilmeleridir.”

Laiklik ve Sekülerizm Türkiye’de birbirinin yerine kullanılıyor sanki aynı şeymiş gibi. Oysa laiklik sekülerizmin bir parçasıdır. Örneğin bizim yanlış bir biçimde İngiltere dediğimiz aslında dört devletten oluşan Britanya’da ya da diğer adıyla Birleşik Kırallık’ta toplumun büyük bir kısmı seküler olmasına rağmen devlet laik falan değildir, kilise ise hükümdara bağlıdır.

Her şeyi birbirine katıp karıştırma ve hiçbir şeyin kökenini araştırıp incelememe alışkanlığımız bizi böyle gülünç durumlara düşürüyor ne yazık ki.

Sekülerlikle aynı anlamlıymış gibi kullanılmasına rağmen laikliğin de gerçek anlamından habersiz olduğumuzu söyleyebilirim.

“3 Mart 1924’te kabul edilen bir yasayla Türkiye sınırları içinde bütün öğretim ve eğitim kurumları Maarif Vekâleti’ne (Eğitim Bakanlığı) bağlandı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla (Öğretimin Birleştirilmesi Yasası) dinî eğitim ya da dinsel temellere göre eğitim yapan okullar kapatıldı. Şer’iye ve Evkaf Vekâleti (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) kaldırılarak din işleriyle ilgili olarak Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) kuruldu.”

Görüldüğü gibi dinin denetim altına alınması işini, adı Osmanlı İmparatorluğu da olsa Türkiye Cumhuriyeti de olsa DEVLET kimselere bırakmıyor. Değişen şey denetleyen kuruluşun adı yani.

Ama bu kadarı yeterli gelmedi tabii “laiklik geldi” diyebilmek için, bu yüzden 1924’te halifelik de kaldırıldı. 1925’te ise tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı. Böylece devletin denetimi dışında din faaliyetine izin verilmeyeceği herkese gösterildi. 1928’de de bir yasal düzenleme yapılarak anayasanın ikinci maddesinde yer alan “Türk Devleti’nin dini, İslam dinidir” cümlesi çıkarıldı.

Yapılan tüm düzenlemelerden sonra Türkiye’de din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığını söylemek gerekiyor değil mi? Ama durum öyle olmadı. DİB diye bir kurum oluşturularak din tamamen devletin denetimine verilmiş oldu. Yani devlet dinden kopmak şöyle dursun onu tamamen içine aldı. Din adamları “sıradan” devlet memuru oldu. Üstelik bu DİB kadroları yalnızca Sünni mezhebinden kişilere açıldı, başka hiçbir din ve hatta İslami mezhebe açık değildi ve hâlâ da öyle.

AKP -MHP koalisyonu karşısında “en azından laiklik ortak paydasında bir araya gelelim” önerisi en sık dillendirilen temennilerden biri. Çok doğru, hiç olmazsa onu koruyalım bari, ben de katılıyorum. Ancaaaak…

Kastedilen şu anda yürürlükte olan durum mu, eğer oysa zaten laiklik falan olmadığı için korunacak bir şey de yok bana göre.

Ama eğer deniyorsa ki “gerçek anlamıyla laik bir sistem oluşturalım, DİB’i kapatalım, devlet din işlerine hiç ama hiç karışmasın, bir kişi bile farklı bir inanç sistemine inanıyorsa onun dinsel özgürlüğünü geri kalan 83 milyona karşı korusun, kılına bile dokundurtmasın“, işte bu öneriye ben de canı gönülden katılırım.

Fakat yeterli olmaz yine de.

Fotoğraf: DepoPhotos / Arşiv, 21 Haziran 2009 – İzmir. Cumhuriyet İçin Güç Birliği platformu tarafından İzmir Gündoğdu Meydanında Cumhuriyet Mitingi düzenlendi. Atatürkçü Düşünce Derneğinin 200 metrelik Türk bayrağı elden ele dolaştı.

Laiklik bizim ülkemizde kısa etek giyebilmek, mayoyla denize girmek, sokakta el ele tutuşarak gezmek ya da sokakta öpüşebilmek olarak algılanıyor, farklı inanç gruplarının var olması olarak kabul edilmiyor. Onların kendi ibadethanelerini açıp özgürce ibadet etmesi olarak algılanmıyor.

Laiklikle ilgili hakiki bir durum yaratmazsak, gerçek bir laik sistem oluşturmazsak, bugünkü durumu laiklik diye savunup bir de bunu korumak için biraraya gelme çağrıları yaparsak kimse kusura bakmasın YANLIŞ bir şey yapmış oluruz. Yanlıştan da öte metazori bir şey yapmış oluruz. Yani “laiklik budur arkadaş, uyacaksın” tavrı olur bu. Unutmayalım ki bu ülkenin yüzde 15 Alevidir. Gayrimüslimlerin sayısı birkaç bine inmiştir ama bu ülkenin vatandaşı olarak laiklikten yararlanmaları zorunludur. Ateistlerin, deistlerin sayısı da anketlerde ortalama yüzde 5 gibi çıkmaktadır. Yani Laik bir sistem çok gereklidir.

Bu arada kamuoyunda yanlış bilinen bir şeyi de düzeltelim. Laikleşme çabası ülkemizde Cumhuriyetin ilan edilmesiyle başlamadı. İlk laiklik adımları Osmanlı döneminde başladı.

“2. Mahmud zamanında Tanzimat dönemindeki reformlarla laik Nizamiye mahkemelerinin ve batılı tarzda eğitim için Maarif Nezareti’nin kurulması, 2. Meşrutiyet döneminde Şeyhülislamın  kabineden çıkarılması gibi adımlarla Osmanlı’da devlet kurumları kısmen laikleşmişti.”

“2. Mahmud, ulemaya yalnız din işleriyle uğraşmalarını, hükümet işlerinin yalnız padişahın mutlak yetkisine ait bir alanda olduğunu eylemleriyle belirtmiştir. Örneğin, konması (b.n.) düşünülen vergiler, medrese softalarının askere alınması, din kurumunun izni alınmadan haciz ve  müsaderelere girişilmesi, vakıf işlerini ele alması, Frenk âdetlerine karşı aşırı ilgi göstermesi gibi konularda Şeyh’ül İslam’ın verdiği bir muhtırayı yırtarak bu gibi işlerin yalnız hükümdar yetkilerine ait olduğunu belirtmiştir.”

Şehzade Korkud. Kaynak: Milliyet Gazetesi

Osmanlı devletinin şeriatla yönetildiği gibi yanlış bir bilgiye sahibiz. Evet şer’i hukuk vardı ama hukuk tamamen şeriat yasalarından oluşmuyordu.  Osmanlı hukuki sistemi ikili bir yapı gösteriyordu.

“Osmanlı hukuk mevzuatı iki kısımdan oluşmaktadır. Biri, doğrudan doğruya Kur’an, Sünnet, icma ve kıyasa dayanan ve fıkıh kitaplarında tedvin edilmiş (derlenmiş) bulunan normlar manzumesidir ki, bunlara, şer’î hükümler, şer-i şerif veya şer’î hukuk adı verilir. Osmanlı kanunnâmelerinde şer’î hukuk ifadesinin yerine, şer’ yahut şer-i şerif terimleri kullanılmıştır. Şer’î hukuk kavramı, geçerliliği için, hiçbir kişi veya kurulun tasdikine gerek olmayan ve fıkıh kitaplarında tedvin edilmiş bulunan hukuki hükümleri ifade eder.

Osmanlı hukukçuları Molla Hüsrev’in kaleme aldığı ‘Dürer ve Gurer’ ile İbrahim Halebi’nin eseri olan ‘Mülteka’, şer’î hukukun uygulandığı alanlarda Osmanlı devletinin hukuk mevzuatı olarak görülmüştür. Bunun yanı sıra, sorulan sorulara verilen hukuki cevapların oluşturduğu fetva kitapları da aynı kategori içerisinde yer alır. Şu halde denilebilir ki, Osmanlı şer’î hukuk mevzuatı, mahkemelerin de müracaat kaynakları olan fıkıh ve fetva kitaplarından oluşmaktadır.

Osmanlı hukuk mevzuatının diğer kısmını ise örfî hukuk mevzuatı oluşturmaktadır. Osmanlı hukukunda örfî hukuk denilince, sadece âdet (görenek) hukuku değil, şer’î hükümlerin kanun tarzında tedvini de dahil olmak üzere, padişaha tanınan sınırlı yasama yetkisi çerçevesinde, uzman hukukçuların içtihad ve fetvalarına da başvurularak ortaya konan hukuki hükümler akla gelir. Bunların kaynakları da başta örf, âdet kuralları olmak üzere İslam hukukunun asli ve çoğunlukla tâli kaynaklarıdır. Örfî hukuk, şer’î hükümlere aykırı olmaz, aykırı olduğu takdirde ise muteber sayılmaz. Örfî hukukun düzenlediği idare hukuku, askeri hukuk, vergi hukuku ve toprak hukuku konularında daha ziyade mahalli örf-âdet kuralları etkili olduğundan örfî hukukun âdet hukukuyla eş anlamlı tutulduğu da olmuştur. Halbuki örfî hukuk, kaynaklarından biri de âdet hukuku olan ve padişahın sınırlı yasama yetkisini kullanma sonucu ortaya çıkan hukuki esaslardır. Osmanlı padişahlarının münferit ferman ve kanunlarıyla yapılan bu düzenlemeler zaman içinde önemli bir yekûna ulaşınca oluş biçimine bakılarak kendi içinde bir bütün olarak değerlendirilmiş ve ayrı bir isimle anılmaya başlanmıştır.”

Fatih Sultan Mehmed’in yanındakinin Cem Sultan değil Şehzade Korkud olduğu iddia ediliyor. Kaynak: Milliyet Gazetesi

Demek ki Osmanlı’daki hukuk sisteminin tamamen şeriat hukukuna dayandığı iddiası yanlıştır. Zaten bu hukuk uygulaması zaman zaman eleştiri konusu olmuştur. Örneğin yaptığı fetihlerle Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını iki katına çıkaran, ölümünden çok sonra döneminde uyguladığı şiddet dolayısıyla yavuz (dehşet veren) lakabı verilen 1. Selim’in kardeşi şehzade Korkud, 1508 yılında babası 2.Bayezid için kaleme aldığı bir risalede bu konuda inanılmaz şeyler dile getiriyor, öncelikle devlet görevlerinden muaf tutulma ve tahta adaylıktan çekilme isteğini ifade ediyordu.

“Korkud’un yürüttüğü mantık çok basitti: Örfî hukukun hâkim olduğu Osmanlı dünyası bağlamında şeriatı uygulamanın mümkün olmadığı göz önüne alındığında, Korkud’un hem yetkin bir emir, hem de bir mümin olması fiilen imkansızdı. 16. yüzyıl başlarında imparatorluğun gidişatını inceleyen bu âlim şehzade, sayısız Osmanlı kurumunu ve uygulamasını sert bir dille eleştirmekten geri kalmamıştı. Korkud kadıları usulsüz harç almakla, şeriatla ilgili davaları örfî hukuka göre karara bağlamakla ve hem helal, hem de haram para kaynakları olan devlet hazinesinden maaş almayı kabul etmekle suçlamıştı…

Saraylıların sefahati yüzünden değerli metallerin tedavülden çekilmesi halkın zararınaydı. Devletin toplumda dinî kurallara uyulmasını sağlayamayışı ibadetin ihmal edilmesine, abdestin savsaklanmasına, şeriatın en temel gereklerinin bile bilinmeyişine yol açıyordu. Müsamahakâr mutasavvıflar, ‘vulât’ın (valilerin) yanı sıra, ulemayı da etkiliyor, ahlaken yıpranmalarına neden oluyordu. Bir zamanlar Osmanlı devletinin dinî meşruiyetinin temel direği olan gazâ bile, artık Müslümanlara karşı yapıldığı ve ganimet adaletsiz paylaştırıldığı için yasallığını yitirmişti.”*

Osmanlı’nın karman çorman bir hukuk sistemi cumhuriyet döneminde laiklik ilan edilerek düzeltilmeye çalışıymış ama bunda da tam başarılı olunamamıştır. Ortaya yine garabet bir durum çıkmıştır: Hem laiklik hem de Diyanet İşleri Başkanlığı. Üstelik Osmanlı’da gayrımüslimlere kendi tapınaklarında ibadet ve kendi hukuklarına göre yargılama hakkı tanınırken cumhuriyet rejimi onların bu hakkını da yok etmiştir.

Bugün uygulamada olan Laiklik batılı hukuk anlamında geçerliliği olmayan bir laiklik sistemidir. Laikliği her alanda tam anlamıyla bir yaşam tarzı özgürlüğü olarak algılayıp sistemleştirmek, yazıya dökmek gereklidir. O zaman her kesimin üzerinde gönül birliğiyle uzlaşacağı, korunması için can-ı gönülden mücadele edeceği bir ortak payda oluşturulmuş olur, yapılan çağrılar da toplumsal bir karşılık bulur.

* Yavuz’u Yaratmak, Erdem Çıpa, Kitap Yayınevi, s.232-233.