Kötülüğe karşı iyiliği savunmak

Doç. Dr. Burhanettin Kaya

Fotoğraf: DepoPhotos

“Örselenmiş bir çocukluk, 

İşte benim bütün hikâyem, 

Kaç sevda geçse üzerinden,  

Bu yıkıntıları onaramazsın”

“Yeni Türkü”nün kült şarkılarından biri. Çoğunuz dinlemişsinizdir. Dilinize takılmıştır belki birçok kez. “İstersen hiç başlamasın, bu hikâye eksik kalsın.” demişsinizdir. 

Sabah uyandığımda çok uzun zamandır dinlemediğim halde bu şarkı dilime dolanmıştı. Düşten gerçeğe uyandığımda, belki de uyanmanın kıyısındaki rüyamdan sızmıştı bu sözler zihnime. Belki günün yorgunluğunun ıslak bir ceket gibi üzerimde ağırlığını hissettirdiği bir gecenin uykumdaki izleriydi. Uyandığımda, şarkıyı mırıldanırken “travmalarımızı nasıl onaracağız, olanaklı mı?” sorusu, aklımda bir yaz yağmuru gibi çiseliyordu.

Birkaç gün önce Karantina TV’de “Ayla Türksoy ile Sağlık Toplum Siyaset” programında örgütlü kötülüğe karşı iyiliği savunmak başlığı ile travmalarımızı tartışmıştık. Son günlerde gündemi kaplayan,  bir yanıyla değiştiren ama aslında değiştirilmek istenen daha da görünür olan mafya-siyaset ilişkileri üzerinden. Bu tartışma, bir sürü soruyu zihnimin meydanlarında toplamıştı.

Travmalarımız var. Örselenmişliklerimiz. Bireysel tarihimizdeki, izler, incinmeler,  yaralar. Yaşamı zorlaştıran, kendimizi ifade etmemize engel olan her şey travmatize edici bir gizilgüce sahip aslında. Ama bunlar ne kadar bireysel ve bende olan, ne kadar bana ait? Travmamızla kurduğumuz ilişki oluşumuzu da belirliyor bir biçimde. Travmanın hayatımızdaki varoluşunu da. Bireysel olan yalnızca bireysel midir? Örselenmiş olan çocukluğumda beni örseleyenin bende açtığı yara, bendeki izi yalnızca bana mı ait? Eğer aile toplumun en küçük “iktisadi birimi” ise, ülkenin ekonomi politiği, egemen olan ideolojinin ve kültürün, siyasetin aileye özgü billurlaşmış bir özünü aile bireyleri tutumlarında, edimlerinde sergiliyorsa bu travma, hem kaynak hem de sonuç olarak bireysel kalabilir mi? Bu, geniş aile, sülale, mahalle, okul,  grup ilişkileri içinde yayılarak ve genişleyerek gidecektir. Bu yanıyla diyebiliriz ki, bireysel olan aynı zamanda toplumsaldır. Her bireysel travma aynı zamanda toplumsal bağları olan travmadır. 

Türkiye tarihi bir travmalar tarihi. Yaşanan tüm bu travmaların değişmeyen ortak bir yanı var. O da failleri açığa çıkarılmamış, yüzleşilmemiş, hesaplaşılmamış, onarılmamış, üzeri küllerle örtülse de altında korların için için yandığı bir travmalar tarihi olması. Bu onarılmama süreci ise travmanın niteliğinden öte travmayı üretenin, oluşmasında sorumluluğu olanların bilinçli tutumlarından kaynaklanıyor. Toplumsal, kitlesel tüm travmatik olaylar bir yanıyla devlet eliyle gerçekleştirilen travmalara dönüşüyor. Buna doğal felaketler de dâhil. Cezasızlık üzerinden ise “adaletin travması” ortaya çıkıyor. Bu yüzdendir ki ulusal ve uluslararası insan hakları örgütleri travmaları ortaya çıkarma, belgeleme, önleme, denetleme, mağdurlarının haklarını savunma uğraşısı içinde oluyorlar.

İhanet Travması

Bu travmaların her biri aslında birer ihanet travmasıdır. Neden böyle söylüyoruz? İhanet travması yalnızca aile içinde yaşanan şiddetin, ihanetin yarattığı bir travma biçimi değil. İlk olarak “Jennifer Freyd” tarafından kavramsal olarak tanımlanan ihanet travması; bireylerin zorunlu olarak güvendiği kişi ya da kuruluşlar tarafından suistimal edilmesi olarak tanımlanıyor1

İhanet travması bireyin-ya da toplumun- güvendiği, onu koruması, yaşatması gereken kişiler, gruplar, kurumlar tarafından örselenmesi anlamına geliyor. Bu yanıyla tüm siyasal, kitlesel travmaların, devletin bireyine yönelik uyguladığı haksız ve orantısız her türlü eylemin, zorun, şiddetin yarattığı örselenmenin birer ihanet travması olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bizi örseleyen biz koruması gerekenden geliyor.

Devletlerin varoluşu, iktidardakilerin sıklıkla vurguladığı gibi toplumun tüm bireylerinin huzur ve sükûn içinde yaşamasını olanaklı kılmaksa eğer, siyasetin amacı tüm yurttaşlara, insanlar mutlu özgür huzurlu gereksinimlerini rahatlıkla karşıladıkları, kendilerini gerçekleştirdikleri bir dünya sunmaksa eğer, bugün hayatımızı kaplayan tüm bu travmalarımızın devletin travması olduğunu söyleyebiliriz. Bunun için kitlesel travmalara bakmanıza gerek yok doğrudan.

Pandemi sürecine, salgını yönetme biçimine, sağlık politikaları hatta politikasızlığına, ayrımcılığa ve eşitsizliğe, tüm katmanlarıyla burjuvazinin, sermayenin bir bütün olarak korunduğu politik tercihlere, giderek büyüyen derin yoksulluğa, demokratik hakları uygulamanın, ifade etmenin önüne konan engellere, baskılara bakmak yeterli. Tüm bu travmaların “en güvenmemiz, bizi koruduğuna, koruyacağına inandığımız” devletten bize gelen bir ihanet travması olduğunu görmemiz gerekir. 

Bu travma yalnızca eylemler, edimler ile bizi bulmuyor. Sözlerle, sözcüklerle de ulaşıyor ve örseliyor. “Seni koruması gerekenin seni örselemesi” ve bunun yarattığı ruhsal harabiyet diğer tüm travmalardan daha yıkıcı, acı verici. 

İhanet travması, pandemi dönemi için de geçerli bir durum. Ruhsal travma kapsamına Türkiye ve bir çok diğer ülke için pandemiyi almak kanımca yanlış olmayacaktır. Türkiye’nin “Patriarkal Neoliberal Kapitalist” bir ülke olduğunu söylediğimizde bu daha da yerine oturacaktır. 

Pandemi, ekonomik kriz, derin yoksulluk bu denli ağır yaşanırken sanki bu sorunlar yokmuş gibi Sedat Peker videoları üzerinden mafya siyaset ilişkileri tüm mecralarda konuşulmaya başlandı. Bu doğal olarak akla birçok soru getiriyor. Tüm bunlar hali hazırda yoğun bir belirsizlik içinde olan toplumun bambaşka bir gündeme boğulup bu belirsizliğini daha da büyütebilir mi? Yoksa unutturur mu? 

Unutulmamalıdır ki, mafya siyaset ilişkileri ile pandemi dönemi birbirinden bağımsız olaylar değil. Hâlihazırda var olan travmaların üstüne pandeminin gelmesi; pandeminin üzerine siyaset mafya ilişkilerinin çökmesi, geleceksizlik inancını büyütme ve yaşamı tehdit eden bir kaygının giderek yayılması gizil gücünü barındırıyor. Bu beklenti aynı zamanda kötülükle mücadelenin de ne denli önemli olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.

Nasıl karşı çıkacağız? Nasıl onaracağız? Bunun için neler yapılmalı 

Kötülüğe, kötülüğün örgütlü eyleminin ürünü olan travmalara yalnızca bireysel anlamda karşı durmak, yalnızca bireysel önlemler almak hem yeterli değil hem de doğru değil. Bireysel olanın ötesinde yapılması gerekenler var. Öncelikle kamusal sorumluluğun altını çizmemiz gerekir. Kötülüğü üretenlerin mirasını taşımamayı iddia ediyorsa bir devlet, bir siyasal yapı öncelikle üzerine düşenleri yapması gerekir. 

Devletin ürettiği bu travmanın genel amacı ve stratejisi toplumda var olan belli güç ilişkilerinin değiştirilmesidir. İktidarının egemenliğini tesis etme arzusunun siyaseti. İnsanlar, toplumun tüm yapısını denetim altına almak isteyen ve her türlü ediminde içselleşmiş baskıcı siyasetin devleti temsil eden ve büyük çoğunluğu kamusal olan tehditleriyle örselenirler2.

Toplumsal bir onarımın olması için bu sürecin tersine çevrilmesi gereklidir. Bu onarım süreci şu şekilde olmalıdır2.

  1. Ne yaşandığına ilişkin hakikat öncelikle kamusal bir bilgi haline gelmelidir. Hakikat açığa çıkarılmalı, tüm yaşananlar nicel ve nitel tüm belgeleriyle görünür kılınmalıdır. 
  2. İkinci aşama adalettir. Failler, azmettiriciler, süreçte sorumluluğu olanlar bulunmalı ve adaletin önüne çıkarılmalıdır.  
  3. Hayatta kalanlar maddi olarak, en azından simgesel tanınma ile tazmin edilmelidir. 
  4. Yönetim ile travmaya uğrayanlar arasında bir uzlaşma sağlanmalıdır. Yönetenler bir kez daha insanların, grupların, zulüm görenlerin, travmaya uğrayanların bunları bir daha hiçbir zaman yaşamayacağı bir dünya yaratacağının sözünü vermeli ve bunu siyasal, hukuksal ve toplumsal olarak hayata geçirmeli, kalıcı kılmalıdır. Güvenli bir ülkede yaşamanın, etnik, dinsel, cinsel,  siyasal kimliği ile örselenmeden ayrımcılığa uğramadan yaşamanın olmasa olmaz koşulu budur. 
  5. Bundan sonraki süreç tüm insanların insan hakları konusunda eğitilmesi,  bilinçlendirilmesi ve bunun içselleştirilmesinin sağlanmasıdır. Burada sıralanan tüm bu gereklilikler tüm yurttaşlarının mutluluğunu amaçladığını iddia eden bir devletin önceliği ve gecikmeden yaşama geçirmesi gereken sorumluluğu olmalıdır. Buna yönelik ulusal ve bölgesel düzeyde toplumdan bireye doğru ilerleyen kapsamlı politikalara gereksinim vardır. 

Yüzleşmeden helalleşmek olanaklı mı?

Son zamanlarda yine gündemin konusu olan helalleşme kavramı o denli basit bir kavram değil. Helalleşmek için önce yüzleşmek gerekir. Önce yukarda sıraladığımız sürecin hayata geçmesi gerekir. Altta gömülü olanların, -tüm travmaların- ortaya çıkarılması, anlamlandırılması ve onarılması gerekir. Örselenenlerin bir daha örselenmeyeceklerine dair güvencenin hukuksal ve siyasal olarak sağlanması gerekir. Uzlaşı ancak bu şekilde yerine gelir. Tazmin edilmesi gerekir, adalet sisteminin işlenmesi gerekir. Ancak o zaman helalleşilebilir, o zaman belki mağdur olanlar onları mağdur edenleri bağışlayabilir3

Siyasal muhalefetin yürüttüğü “şaşkınlık siyaseti” sorumluluğu olanlara sorumluluğunu hatırlatmak için etkili bir siyaset biçimi değil. Bu kendi sorumluluklarını da görünmez kılıyor. Muhalefetteki siyasi partilerin birçoğunun temel itkileri yalnızca kendi siyasal programlarını hayata geçirmek. Toplumun, emekçi sınıflarının, işçilerinin, işsizlerinin, yoksullarının, örselenenlerinin, ötekileştirilenlerinin gereksinimlerinden yola çıkarak bir siyasal program oluşturmak değil. Bu noktada tüm emekçi katmanlarıyla birlikte toplumla, halkla bağlantı kurulamadığı anlamına geliyor. “Şaşkınlık Siyaseti” çok iyi metafor; muhalefet ‘Böyle bir şey olabilir mi?’ retoriği kullanırken ‘Evet böyle bir şey olabilir, peki bu yaşanan durumun altında ne var?’ denilerek görünenin ardındaki dinamiği görmeye çalışması gerekirdi. “Bu olamaz”dedikten sonra neden sorusunu sormuyorlar dolayısıyla.

Tüm bunlardan sonra toplumsallaşmış bireyin yapması gerekenleri konuşmaya sıra geliyor.  Sivil toplum kuruluşları, sendikalar gibi. Tek tek bireyler. Bireysel olarak da yardım alacak kanallar bulmak, kendi içimizdeki dayanışmayla çözmek, demokratik haklarını bilincinde olmak. Bunları yaşama geçirmek için bir mücadele örgütlemek. Kötülüğe karşı iyiliği savunmak. 

Kaynaklar

  1. Ayla Türksoy. “Baş edilmesi en zor travma: İhanet Travması” https://www.gazeteduvar.com.tr/saglik/2017/11/11/bas-edilmesi-en-zor-travma-ihanet-travmasi
  2. Soren Buus Jensen. Geniş Kapsamlı Örgütlü Şiddete Maruz Kalan Toplumlarda İyileştirme ve Önlemede Potansiyel Etkenler: Akıl Sağlığı ve İnsan Hakları Açısından Toplumsal Onarım. Türkiye’de Sürmekte Olan Toplumsal Travma ile Baş etmede Adımlar.  Türkiye İnsan Hakları Vakfı Yayınları, Ankara, 2012. S. 43-54.
  3. Cem Kaptanoğlu. Toplumsal Yas: Travmatik Hakikatle Yüzleşmek, Hesaplaşmak ve Belki Bağışlamak. Türkiye’de Sürmekte Olan Toplumsal Travma ile Baş etmede Adımlar.  Türkiye İnsan Hakları Vakfı Yayınları, Ankara, 2012. S. 115-118.