Küller, fısıltılar, hikâyeler

Akın Olgun

Hakikati olan her şey bir öyküdür. Bir sohbet sadece konudan, konulardan ibaret değildir bu yüzden.  İnsanın içini gıdıklayan, ürperten, şaşırtan, kızdıran tüm duyguların bir bütünüdür öykü. Kendiniz olduğunuz, kendinizi bulduğunuz, bir başkasını hatırladığınız, hatırlattığınız ve içinizde gezinmesine izin vererek, kucak açtığınız şeylerin toplamı.

Rüzgârın savurduğu bir kül mesela;

O bir ateşten, bir yangından arta kalanlardan ibaret değildir sadece.

Küller küllerle buluşur, küller küllerle konuşur, küller küllendiği yeri anlatır.

Çığlıktır kül. Yerinden, yurdundan edilmişliktir.

Nerede bir birine sarılmış, dolanmış küller görürseniz, bilin ki onlar birbirlerinin acılarına tutunanlardır.

Son sözlerdir. Hiç söylenmemiş, saklanmış olanın yürekten itirafıdır.

Mırıltıdır küller, fısıltıdır ve bütün fısıltılar gibi geride kalanlara düşen gözyaşlarıdır.

Daha dün bir şehrin, bir mahallenin, bir sokağın üstünde uçuşan külleri düşündüm. Yanmış, yıkılmış evlerin, eşyaların ve insanların çığlıklarını taşıyorlardı.

Birbirleriyle konuşurken buldum onları.

Sanki sayıklıyor gibiydiler.

Fısıltıları birbirine çarpıyor, her çarpışmada dağılıyor, her dağılışlarında bir başkasıyla buluşuyor, yeniden fısıldaşıyor, tekrar dağılıyorlardı.

Şehir sessizdi.

Bilirsiniz sessizlik insanı yalnızlaştırır, yalnızlık ürpertir, ürperti ise ürkütür. İşte öyle ürkütücü bir sessizlik çökmüştü şehre.

Mahalleler, caddeler, sokaklar kimsesizdi.

Bilirsiniz kimsesizlik bağlar elinizi kolunuzu.

Sessizliğin döngüsüdür işte bu.

Kabullenmenin, kabullendikçe kaybetmenin, kaybettikçe tükenmenin, tükendikçe unutmayı tercih edişin döngüsü…  Sessizliğin en beter olanı yani…  

Buna yakalanırsanız, kendinizi kendi ensenizden tutup bir çöp kutusuna atarken bulursunuz ve yanı başınızda yükselen tüm çığlıklar, yüreğinize hiç dokunmadan geçip gider içinizden.

Şehre küller yağıyordu.

Küller fısıldıyordu bir başka küle.

Küle dönmüş ve rüzgârla savrulmuş bir naylon ayakkabı, bir eşarp, bir halı, bir beşik, perde, duvarda asılı bir aile fotoğrafı, sofra bezi ve insan külleri…

Naylon ayakkabının fısıltısı duyuluyordu. Çocuk Ayşe’ye babası, bayramlık diye almış kendisini pazardan. Yoksul evinde tokalı naylon ayakkabı olarak pek kıymetliymiş. Ayşe, ertesi gün giymek için yastığının altında saklamış ve sabah annesinin eline tutuşturduğu çökelekli dürümü kapıp, mahallenin sokaklarında koşturup durmuş.  Ayşe’yi arıyormuş şimdi. “Küllerini gördünüz mü” diye soruyor her çarpıştığı küle.

Siz hiç külleri birbiriyle konuşurken gördünüz mü?

Bir külün çığlığını işittiniz mi?

Üzerinize hiç kül yağdı mı?

Hani bir kutlamanın parçası olarak, yüksekten başınızın üstüne konfetiler düşer ve hayranlıkla izlersiniz ya.

Hani yılın ilk kar tanelerinin lapa lapa gökyüzünden düştüğünü görünce avuçlarınızı açıp, kirpiklerinize takılan ilk tanelerle o anı tadarsınız ya. Öyle bir an işte…

Sonra onların kar değil, kül olduğunu anlayınca silkelersiniz öfkeyle üzerinize düşenleri. Ellerinizi çırpar, yüzünüzden temizlemeye çalışırsınız. Bunu yaptıkça küller dağılır ve oluşan gri lekeler, bir savaş boyası gibi kalıverir yüzünüzde.

Gerçekten de bir savaşın ertesinden, rüzgârla savrulup gelmiştir küller. Eşitsiz bir savaştan arta kalanlardır onlar. Eşitsiz bir savaşın, en güçsüz, en savunmasız, en masum olanlarına aittir hepsi.

Duvarda asılı siyah beyaz bir aile fotoğrafının kederi, artık kül olup savrulmuştur.

Fotoğraftaki en küçük olan, hani şu sağda, üstüne bol gelmiş boğazlı kazağın içindeki Ahmet’tir. Ahmet biraz büyümüş ve ergenlik çağında, mahallenin ortasında vızıldayarak geçen ve geçtiği her yeri biçen mermilerin arasında kalmış ve sığınmak için girdiği evin içinde kül olmuştur.

Zeynep, Ceylan, Ali, Abdullah, Fatıma, Aydan, İbrahim, Ömer… 

Şimdi külleri çarpışıyor havada ve birbirlerinin akıbetini soruyorlar birbirlerine.

Aynı mahallenin çocukları, gençleri, yağıyorlar şimdi şehirlerin üstüne. Birbirinin akıbetini her öğrenen, düşüyor yeryüzüne.

İşte o üzerinize düşen küller onların hikâyeleridir.

Bu hikâyede dudakları susuzluktan çatlamış olanlar, onlardır.

Bu hikâyede, yüreğinize dokunmasına izin vermediğiniz onlardır.

Bu hikâyede, yanan çığlıkları sızmasın diye evinize, pencerelerinizi örttüğünüz, perdelerinizi sıkı sıkı kapatıp, beyaz dizilerinizin sesini açıp bastırdığınız sesler onlara aittir.

Bu hikâyede, sessizliğin elindeki o ateş sizsiniz.

Evet, nerede kalmıştık?

İnsanın içini gıdıklayan, ürperten, şaşırtan, kızdıran tüm duyguların bir bütünüdür öykü. Kendiniz olduğunuz, kendinizi bulduğunuz, bir başkasını hatırladığınız, hatırlattığınız ve içinizde gezinmesine izin vererek, kucak açtığınız şeylerin toplamıdır.