Kurtarma Paketleri: Devletleştirmeler yoluyla batık büyük şirketler mi kurtarılıyor? – KORONA VİRÜSÜ (COVID-19) DOSYASI (3)

Prof. Dr. Mustafa Durmuş

Korona virüsü salgını dünyada (Çin dışında) hız kesmeden büyük popülasyonları etkilemeye ve can almaya devam ediyor. Türkiye’de de salgın hızlı bir artış gösteriyor. Yeterince test yapılmadığı ve doğru ve tam bilgi verilmediği gerekçeleriyle vaka ve ölüm sayısına ilişkin resmi açıklamaların gerçek durumu tam olarak yansıtmadığı ileri sürülüyor.

Son 40 yılın acı sonuçlarından biri

Alınan önlemlerin ise salgının hızını yavaşlatmaktan ziyade ekonomi üzerindeki etkilerini azaltmaya dönük olduğu görülüyor. Özellikle de kapitalizmin son 40 yılında tamamıyla piyasaların ve sermayenin hakimiyetine bırakılmış, planlamadan uzak neo-liberal ekonomiler ve buna uygun siyasal iktidarlar, büyük bir umursamazlık içinde, başta emekçiler olmak üzere adeta toplumun büyük kesimini, hem sağlık açısından, hem de ekonomik olarak acı sonuçlarla karşı karşıya bırakıyorlar.

Salgın yüzünden insanlar ölüyor, iş yerleri kapanıyor, insanlar işsiz ve gelirsiz kalıyorlar, yaşlılar ve engelliler marketlere dahi gidemedikleri için zaruri ihtiyaçlarını dahi karşılayamıyorlar.

İkili salgın

Bu nedenle de insanlar sadece, Korona virüsünün neden olduğu sağlık sorunlarını ve ölümleri değil, aynı zamanda neden olduğu işten çıkartmaları, gıda vs. teminindeki zorlukları, boşalan market raflarını, yoksullaşmayı ve güvencesiz kalmanın sonuçlarını (haklı olarak) düşünüp dert etmeye başladılar.

Korona salgınının neden olduğu hastalanma-ölüm ve ekonomik sıkıntıya düşme korkusunun nasıl ikili bir salgına dönüştüğünü Nobel ödüllü iktisatçı Robert Shiller “co-epidemic” kavramıyla şöyle anlatıyor (1):

“İnsanlar bir yandan salgın yüzünden hayatta kalma mücadelesi verirken, diğer yandan da olası bir ekonomik krizde, işsiz kalma, daha da borçlanma, borçlarını ödeyememe ve ciddi sağlık harcaması masraflarıyla karşı karşıya kalma korkusu yaşıyorlar. Yani iki salgın bir arada yaşanıyor: Korona ve gelecekte işsiz, gelirsiz ve güvencesiz kalma biçiminde kendini gösteren ekonomiye olan güvensizlik salgını.”

Sosyal dayanışma duygusu nasıl canlandırılacak?

Doug Henwood’un anlatımıyla (2) iki krizi bir arada yaşıyoruz: Korona krizi ve ekonomik kriz. İkisi birbiriyle bağlantılı. Korona salgını dünya çapında ölümlere neden olurken, aynı zamanda kapitalist dünyanın sosyal düzenindeki başta sağlık alanında olmak üzere, yapısal sorunları da açığa çıkardı. Öyle ki, böyle ölümcül bir salgın hastalık karşısında insanlar, müdahale gücü ve yeteneği iyice azalmış yönetimlerle, yozlaşmış bir kurumsal alt yapıyla ve nitelikli personel eksikliği ve benzeri sorunlarla baş başa bırakıldılar, yani kaderlerine terk edildiler.

Bu gelişmenin asıl nedeni ise son 40 yıldır uygulanmakta olan neo-liberal stratejiye uygun olarak başta sağlık olmak üzere yenilenmeyen sosyal alt yapı ve bireyciliğe dayalı bir rekabetin yok ettiği sosyal dayanışma. Bu yüzden de (önümüzdeki iklim krizini de dikkate alarak) uzun vadede asıl soru bu dayanışmayı yeniden nasıl canlandıracağız sorusu olacak.

Bu ikiliye üçüncüyü de biz ekleyelim. Korona salgını ile birlikte alınan tedbirler (sokağa çıkma yasakları vb) kapitalizmin, bir süredir içine girdiği otoriterleşme eğilimini güçlendirip, daha otoriter rejimlerle ve buna uygun toplumsal dönüşümlerle sonuçlanabilir.

Kuşkusuz buna karşı uluslar arası düzeyde anti-kapitalist kitlesel bir mücadele hattı örülebilirse bu tam tersine sonuçlar verip demokratikleşmenin önünü de açabiliriz. Bu yolun insanlığın tam da ihtiyacı olan yol olduğunu bu pandemi sayesinde bir kez daha kavramış olmalıyız.

Hükümetlerin üç klasik yolu

Ekonomiler durgunluğa girmeye başladığında ya da krizler patlak verdiğinde hükümetlerin bu gelişmeler karşısında başvurduğu politikalar ve bunların araçları sanıldığı gibi fazla değil.

Kabaca üç yolla hükümetler ekonomiye müdahalede bulunuyorlar: “Devletleştirmeler”, “para politikası araçları” ve “maliye politikası araçları” (bu yazıda devletleştirmeyi ele alacağız).

Stratejik öneme sahip sektörlerin ya da firmaların batma ihtimali belirdiğinde devletleştirmeler biçiminde kurtarmaya ve borsa çöküşleri gerçekleştiğinde para politikalarına öncelik veriliyor. Para politikaları kapsamında politika faiz oranları indiriliyor, miktarsal kolaylaştırmaya gidiliyor, karşılık oranları düşürülüyor.

Üç politikanın birbirinden bağımsız mı yoksa birlikte ve aynı anda mı uygulanacağı; durgunluğun ya da krizin kaynaklarına, biçimine, ne kadar derin olduğuna ve kullanılan araçların ne denli gelişkin olduğuna bağlı olarak, ülkeden ülkeye değişebiliyor.

Sadece hükümetler değil, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslar arası kuruluşlar da bu politika araçlarının (devletleştirmeler dışındakiler) yoğun olarak kullanılmasını öneriyorlar.

Pratikte (Korona virüsünün pandemi hale gelmesinden bu yana), dünyanın her yanında hükümetlerin aldığı önlemler özünde bu üç politika ile sınırlı kaldı. Ekonomilerin büyüklüğüne ve siyasal iktidarların krizi okuma biçimlerine bağlı olarak trilyon dolarları bulan ayrıntılı programlar kadar, daha sınırlı kapsamda (bizde olduğu gibi) programlar da açıklandı.

Sınıf çıkarlarına dayalı politikalar

Bu üç yol ya da politika her ne kadar toplumun bütününün yararı için alınmış önlemler gibi sunulsa da öyle değiller. Buradaki yanılsama ana akım burjuva ideolojisinin içinde yaşadığımız toplumun sınıflı bir toplum olduğu gerçeğini inkâr etmesi ya da bu gerçeğin üstünü örtebilme başarısından kaynaklanıyor. Böylece toptancı bir yaklaşımla, alınan önlemlerin tüm toplumun yararına olduğu düşüncesi topluma kabul ettirilmeye çalışılıyor.

Oysa gerçek durum bu değil. Keskin bir biçimde emek-sermaye ve ezen-ezilen şeklinde sınıflara ayrılmış bir toplumda alınan makro düzeydeki önlemler ya da uygulanan politikalar sınıfsal bir öze ve niteliğe sahipler. Yani belli sınıf ya da sınıfları kollarken, diğerlerini de cezalandırıyorlar.

Yukarıda sözü edilen bu üç makro politika da bundan muaf değil. Bunun en güzel kanıtı Türkiye’de Korona salgınıyla mücadele için açıklanan ‘Ekonomik İstikrar Kalkanı’dır. Çünkü emekçiler için önerilen bir – iki adet ve pansuman dahi sayılamayacak önlem dışında, tüm önlemlerin sermaye için alındığı görülüyor (bu programı ayrıca değerlendireceğiz).

O halde dünyada ve Türkiye’de bu yöndeki devletleştirmelerden başlayarak bu politikaları (sınıf gerçeğini inkar eden toptancı bakışı bir kenara bırakarak) değerlendirmeye başlayalım ve alınan önlemlerin sınıfsal boyutlarını görmeye çalışalım.

Devletleştirerek halkı mı, yoksa batık sermayeyi mi kurtarıyoruz?

Kapitalist devletler (tarihte görüldüğü üzere) ekonomik kriz, savaş ve yaygın salgın hastalıklar söz konusu olduğunda (pandemi) bazı temel hizmetleri kamulaştırabiliyor ya da şirketleri, sektörleri devletleştirebiliyorlar.

Piyasaların savunucuları siyasal iktidarlar bu durumu; İspanya’da olduğu gibi: “İstisnai koşullar istisnai önlemler almayı gerektirir” diyerek ya da Fransa’da olduğu gibi: “Her türlü yolla ülkenin ekonomik varlıkları korunmalıdır, bunun için gerekirse devletleştirmelere başvurulmalıdır” veya New York Belediye Başkanının yaptığı gibi mevcut durumu “bir savaş hali gibi” niteleyerek meşrulaştırıyorlar.(3)

Temel hizmetlerin kamulaştırılması durumunda, daha çok (Korona salgınında olduğu gibi) salgın hastalığın hızlı yayılmasını ve ölümleri önlemek amacıyla, özel hastanelere, sağlık ürünlerinin üretimi ve dağıtımına el koyuyorlar.

İspanya özel hastanelere el koyuyor, İngiltere kiralıyor

İspanya Hükümetinin ülkedeki tüm özel hastanelere ve sağlık hizmeti sunucularına el koyup, bu hizmet sunumunun devlet tarafından yürütülmesi ile ilgili kararı (4) buna bir örnek oluşturuyor.

Buna karşılık 40 yıldır neo-liberalizmin sadık uygulayıcılarından olan Britanya’da Johnson Hükümeti, el koyma yerine özel hastanelerden günlüğü 300 pounda yatak kiralamayı seçti. (5)

İkinci halde ise, devlet şirketlerin sermayesine katılıyor (kısmi devletleştirme) böylece şirketin sermaye yapısını güçlendiriyor ya da şirketi bütünüyle devir alıyor. Bu durumlarda hizmetin kamu eliyle yürütülmesinden ziyade, batmakta olan özel sermaye gruplarının kurtarılması amacı ön plana çıkıyor.

Böyle zamanlarda büyük sermaye gruplarından ciddi bir basınç ve talep oluşuyor. Örnek olarak sivil havacılık sektöründe olduğu gibi, uluslar arası hava yolu firmaları devletlerden kurtarma talep ediyorlar. Çünkü bu sektördeki uçuşların yüzde 90’ı hali hazırda durduruldu. Dahası Mayıs ayının sonuna kadar hava şirketlerinin büyük çoğunluğunun iflas etmesi ya da çok zora girmesi bekleniyor.

Hava yolu şirketleri kurtarılıyor

Avrupa’da (başta İtalya ve Fransa’da olmak üzere), krizdeki hava yolu şirketlerinin kurtarılmasına dönük olarak hazırlanan paketler bu durumu çok iyi yansıtıyor.

Örneğin (6) İtalya, krizdeki Alitalia hava yolu şirketini devletleştirerek (647 milyon dolarlık kredi sağlayarak) kurtarırken, Fransa da Korona salgınından etkilenmiş benzer konumdaki şirketleri devletleştirerek kurtarmayı planlıyor. Devletleştirme konusunda farklı düşünen Almanya’nın dahi son çare olarak bu yola başvurabileceği öngörülüyor.

Benzer bir biçimde Avustralya orijinli Qantas Airways 30.000 civarındaki çalışanının büyük çoğunluğunu izne ayırdığını, Hindistan Hükümeti ise zordaki hava yolu şirketleri için 1,6 milyarlık kurtarma paketi hazırladığını açıkladı. ABD’de Delta Air Lines şirketine ait park halinde 600’den fazla jet var ve şirket uçuşlarının yüzde 70’ini iptal etti. Hava yolu şirketlerinin hisseleri ciddi ölçüde düştüğü için ABD yönetimi 50 milyar dolarlık bir kurtarma paketi hazırladı. (7) Çin’de de 18 hava yolu şirketinin sahibi dev bir kurum olan HNA Group devletleştirilerek kurtarıldı. (8) Bir Hollanda –Fransız ortak işletmesi olan Air France – KLM’nin sermayesi ise iki devletin oluşturacağı bir fon altında güçlendirilecek. (9)

Oysa asıl zor duruma düşenler bu şirketlerde çalışan binlerce işçi olacak. Bu nedenle de asıl kurtarılması gerekenler bu işçiler olmalı. Çünkü şirketin kurtarılması bir işçiden ortalama olarak 50 kat daha fazla gelir elde eden şirket yöneticilerini (10) kurtarmak demek iken, bu işçilerin de kurtarılacağı anlamına gelmiyor.

Bu nedenle de kurtarma paketinin içinde asıl olarak işçilere yönelik ücret destekleri, Korona riskine karşı iş yerlerinde ek önlemlerin alınması, ücretli hastalık izni, izinli iken tüm sosyal hakların geçerli olması gibi bağlayıcı önlemlerin yer alması gerekiyor. Ne yazık ki kurtarma dendiğinde akla gelen büyük sermaye olduğundan işçilere yönelik önlemler ya bu paketlerde hiç yer almıyor ya da yüzeysel olarak geçiştiriliyor.

Çözüm devletleştirme değil, toplumsallaştırma

Diğer taraftan amaç devletleştirmelerle ya da diğer kurtarma biçimleriyle batmakta olan sermaye şirketlerini kurtarmak olmamalı. Onları toplumun bütününün yararına olmak üzere kamulaştırmak ya da toplumsallaştırmak olmalı.

Böylece örneğin hava yolu işletmeciliğinde olduğu gibi, hem yüksek fiyatlar nedeniyle ortaya çıkan tüketici sömürüsü, hem de yüksek karbon emisyonunun neden olduğu ekolojik tahribat azaltılabilir.

Bir başka anlatımla, Korona gibi bir salgınla mücadelede esas alınması gereken şey zordaki şirketlerin ya da sektörlerin kurtarılması anlamına gelen devletleştirmeler değil, halk sağlığının korunması için, insanları kurtarmaya dönük olarak hizmetlerin kamuca sunulması ve buna uygun bir mülkiyet değişikliği anlamına gelen toplumsallaştırma olmalı.

Çünkü 2008 finansal krizi sonrasında da görüldüğü gibi, devletleştirmeler kısmi ve geçici oluyor. Şirketler toparlanmadan sonra, ya eski sahiplerine ya da yeni sahiplerine yani özel sermaye gruplarına yeniden devir ediliyorlar.

Bu tür devletleştirmeler devletçi kapitalist toplum mühendisliği örnekleridir. Çünkü şirketleri devletin mülkiyetine geçirme üretim güçlerinin kapitalistlik doğasını ortadan kaldırmıyor. Kapitalist bir toplumda, biçimi ne olursa olsun modern devlet kaçınılmaz olarak kapitalist bir makine olarak işlev görüyor.

Yapılan devletleştirmelerle; ne kapitalizme içkin kriz, emek ve doğa sömürüsü gibi sorunlarla, ne de insanın doğa üzerinde kurduğu hakimiyetin ve endüstriyel tarımın geldiği düzeyin neden olduğu bu tür salgınlarla ve sonuçlarıyla baş edebilmek mümkün değil.

Farklı bir üretim tarzı olan sosyalizmin ise bu tür devletleştirmelerle ilişkisi yoktur. Böyle bir toplumda başta sağlık, eğitim, sosyal güvenlik olmak üzere her türlü temel hizmet üretimi ve sunumu toplumsal mülkiyete aittir çünkü tüm toplumun ortak varlığıdır.

Nihayetinde böyle bir toplum kurulduğunda, kapitalist toplumda her türden sorunun ana kaynağı olarak işaret edilen “üretimin sosyal karakteri ile mülkiyet biçiminin özel karakteri arasındaki çelişki” ortadan kaldırılabilir, insanlık da, doğa da huzur bulabilir.

…devam edecek: Kurtarma paketleri: Faiz indirimleri ve parasal bollaştırma virüsü durdurur mu, ekonomik kriz önler mi?

DİP NOTLAR:

(1) https://www.reuters.com/…/your-money-coronavirus-fears-shak… (19 March 2020).
(2) https://lbo-news.com/…/a-few-ambitious-points-on-fighting-t….
(3) https://www.bloomberg.com/…/france-ready-to-protect-big-com…https://www.foxnews.com/…/de-blasio-calls-for-feds-to-take-… (17 March 2020).
(4) https://www.nydailynews.com/…/ny-coronavirus-spain-privatiz… (16 March 2020).
(5) https://publicservices.international/…/spain-nationalises-a… (17 March 2020).
(6) https://www.dw.com/…/coronavirus-forces-eu-leaders-to-weigh… (19 March 2020).
(7) Jamie Freed, David Shepardson, “Airline industry turmoil deepens as coronavirus pain spreads” , https://www.reuters.com/news (19 March 2020).
(8) Wolf Richter, “US AirlineStocksCrushed. SouthwestWarns on US DomesticDemand. UK AirlineCollapses, Abandoned by Its Coronavirus-Spooked Owners”, https://wolfstreet.com (5 March 2020).
(9) https://www.bloomberg.com/…/france-ready-to-protect-big-com….
(10) https://ips-dc.org/how-to-make-the-airline-bailout-work-for… (17 March 2020).