Politik, hukuki ve toplumsal bir sorun olarak kitlesel travmayı anlamak, anlamlandırmak

“Bu ülkenin çocuklarını bu utanç müzesinde gezdirmeden mezun etmeyelim hiç bir okuldan.”

Ayla Türksoy

10 Ekim Katliamı’ndan bir gün sonra psikiyatrist Ayşe Devrim Başterzi’nin Birikim’de “Unutmayın, Affetmeyin, Delirin!” başlığıyla kaleme aldığı makalesinde yer alan, derin bir acıdan ve öfkeden gelen bu satırlar, 10 Ekim gibi kitlesel bir travmanın ruh sağlığı profesyonellerinden birini dahi nasıl etkilediğini gösteriyor 1. Aradan geçen altı yılda bu yazıya atfen verilecek cevap; “unutmadık, affetmedik ama deliremedik de” olabilir belki. Esasen Türkiye’nin travmalarla dolu tarihi, delirmeye bile fırsat bırakmıyor. En son DSÖ tarafından tüm dünyada “kitlesel travma” olarak tanımlanan Covid-19 Pandemisi’nin etkisiyle büyüyen ekonomik kriz, derin yoksulluk ve eşitsizlikler; toplum ruh sağlığına bir “yara” daha açıyor.  İstanbul Tıp Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şahika Yüksel ve Serbest Psikiyatrist, Muhreç Akademisyen Doç. Dr. Ayşe Devrim Başterzi ile hem yayın yönetmenliğini üstlendikleri ‘Kitlesel Travmalar ve Afetlerde Ruhsal Hastalıklari Önleme, Müdahale Ve Sağaltım Kılavuzu” kitabı hakkında hem kitlesel travmalar hakkında konuştuk.

TRAVMALAR YAPILARI İTİBARİYLE POLİTİKTİR

Şahika Yüksel: Türkiye’de kitlesel olarak yaşanan travma tarihi aslında çok derin. Bununla birlikte özellikle 1999 depreminden sonra kitlesel travma ile ilgili çalışmalar hızlandı. Travmalar yapıları itibariyle politiktir, dolayısıyla konuyu travmalar tarihi olarak izlemekte fayda var. Mesela “savaş travması” Vietnam Savaşı’ndan beri resmi olarak tanınan bir konsept olmasına rağmen Birinci Dünya Savaşı’nda da savaş travması örneklerine rastlıyorduk. Türkiye’de ise 1999 depremi olduktan sonra kitlesel travma kavramı daha ciddiye alınmaya başladı. Bu deprem doğal bir afet olduğu için sorumluluk doğaya atfedildi ancak daha yakın tarihte; 1980 darbesi sonrası yaşanan çok önemli travmatik olaylar var. 1990 yılında TTB tarafından “Olağan Dışı Durumlarda Sağlık Hizmeti Kolu” kurulmuş ve Irak’tan gelen mültecilerle ilgili zorluklarla baş edilmişti ve ayrıca diğer travmatik yaşantılardan bahsedilmişti. 2000li yılların başından itibaren de kitlesel travma açısından pek çok katliam, bombalama olaylarının yaşandığını görüyoruz. Bunların hepsi doğrudan tanık olanları, olayın merkezinde olanları, öznesi olanları ve onların seyircilerini etkileyen durumlar oluyor. “Türkiye’de travmatik bir olay görmedim” diyen bir sağlıkçının olması aslında mümkün değil, eğer gözleri kapalı bir sağlıkçı değilse…

Kitlesel travmalar psikiyatrik açıdan, bilimsel ölçekler açısından sürekli değiştirilen, eklemeler ve çıkarmalar yapılan bir tanım. Bu anlamda travma yaşayan insanlarla ilgili zorluğun bunun nedenlerinden biri olduğunu söylemek mümkün olabilir. Çünkü travma kolektif bir olay olabilir (pandemi gibi) ancak birey olarak etkilenme ve toplumsal özellikler gibi insanın bireysel özelliklerinin de rol oynadığı bir durum. Herkes aynı travmayı aynı şiddetle yaşamıyor olabilir dolayısıyla. “Kimin travması var?” sorusu, sağlık hizmetlerini planlayanların bu hizmetleri hazırlama aşamasında sormaları gereken bir soru. Kimin daha çok etkilenebileceğini, en hassas grupları tespit etmek ve için öncelikleri belirleyerek harekete geçme konusunda yarar sağlıyor.

NEYİN OLAĞAN, NEYİN TRAVMA OLDUĞUNU TANIMLAMAK GÜÇ İLİŞKİLERİNİN DE BİR ÖZETİ

Ayşe Devrim Başterzi: Neyin travma olduğunu tanımlayarak travmayı anlamaya başlayabiliriz. DSÖ’nün sürekli yeni bir tanım yapması, bu tanımları değiştirmesi bu anlamda sürekli bir eleştiri almasına neden oluyor. Hangi acıların olağan, hangilerinin olağan dışı olduğunu belirlemek de aslında politik bir ayrım olabilir. Hem DSÖ nün hem de Amerikan Tabipler Birliği’nin travma ölçeğini daralttığını görüyoruz. Mesela mülteci gruplarında daha fazla travma yaşandığı belirtilirken, günlük hayatta yaşanan travmaların olağan kabul edilmesi doğru mu yanlış mı bunun düşünülmesi, tanımların tekrar tekrar gözden geçirilmesi burada önemli oluyor. Bu tanımları yapanların bu tanımlardan nasıl bir çıkarı olabileceğinin de göz önünde bulundurulması gerekiyor. Çünkü neyin olağan, neyin travma olduğunu tanımlamak, güç ilişkilerinin de bir özeti bir anlamda.

Örneğin George Floyd’un öldürülmesi yoğun protestolara yol açtı. Neden? Çünkü onun öldürülmesi, bu olgunun hepimizin başına gelebileceği anlamına geliyor. Bu aslında tepkinin önemli bir argümanı. Bir kişinin yaşadığı acı bir olay, aslında tarihsel olarak bir grubun yaşadığı mağduriyetin bir dışavurumu olabilir. Tekil travmalar, kitlesel travmalara bu şekilde bağlanabilir. Kitlesel travmalarda sorumluların birtakım ihmalleri olabiliyor.

DSÖ pandemiyi kitlesel travma olarak belirledi, aynı zamanda pandemi döneminde ruh sağlığı profesyonelleri diğer sağlık profesyonelleri gibi çok çalıştı. Pandemi döneminde Türkiye’de pandeminin yarattığı kitlesel travmayı ve psikiyatrik yardım konusunu nasıl ele alıyorsunuz?

Şahika Yüksel: Farklı gruplara ayırmanın bir önemi var. Bazı insanlar pandemiden önce ruh sağlığı kurumlarına başvurmuş ve takipte olan hâlihazırda ruhsal hastalığı olan insanlardı. Ancak pandemide bu insanların sağlık hizmetine ulaşması daha zorlaştı. Salgın nedeniyle ortaya çıkan ağır tablolar içinde hastaneye yatırılması gereken ve kendilerini denetleyemeyen hastalarda, gerek bulaşıcılık gerek kendine zarar verme tehlikesi açısından çok ciddi riskler yaşandı ama bu dönemde göze çarpan bir problem olmadı. Dezavantajlı olan ağır ruhsal hastalıklı grupların bu anlamda görülememesi, onlara aşı uygulanabilmesi açısından önemli, çünkü bu insanlar kendilerini denetleyebilme, kişisel hijyeni sağlayabilme, tedbirleri uygulayabilme açısından çok daha zor durumdalar. Yeni yeni bu grupların aşılanması söz konusu olmaya başladı.

Her birimizin ruhsal durumunun da bir buçuk yıla yakın zaman içerisinde nasıl etkilendiğini gördük. Karantina denilen olay aslında Türkiye’ye bu pandemiyle birlikte, yeni gelen bir kavram. Sokağa çıkma yasağı diye bir tedbir yok mesela, ancak biz toplum olarak geleneksel anlayışımızın getirdiği bir bakışla bunu sıkıyönetim olarak tanımladık. Veya 65 yaş üstü insanların herkesi riske atan bir grup olduğu gibi algılarla, ayrımcılıkların derinleştiğini de gördük. Toplumda zaten zorluklara uğrayan vatandaşların (yaşlılar, cinsel yönelimi farklı olanlar, Romanlar, açlık sınırında yaşayanlar, sanatçılar, bazı meslek grupları) pandemi döneminde daha da marjinalleştiğini gözlemliyoruz. Bu anlamda intiharlarda da artış gözlemleniyor; anksiyete, depresyon gibi hastalıkların daha çok arttığı da görülüyor. Aynı şekilde kanser taraması, hipertansiyon, şeker gibi kontrol edilebilen hastalıkların kontrol edilememesine bağlı gelişen komplikasyonlar ve endişeler de tıbbi olarak gelen belirsizliğin yarattığı anksiyeteyi artırdı. Bu yayılmış kaygı hem insanların birbirini kışkırttığı hem de kaçındığı ve inkâr ettiği bir durum haline geldi. Bunu aşıya verilen tepkilerde görebiliyoruz, aşı karşıtlığı mesela. Ne kadar ağır olursa olsun, ister travmatik ister yaşama bağlı önemli yıkıcı bir olay olduğunda doğru bilgiye ulaşmamız lazım. Doğru bilginin getirdiği güveni almaya hakkımız var. Bunun için kolektif bir çalışma gerekiyor, ancak Türkiye’de bu anlamda bir kopukluk oldu.

Travma sonrası süreçlerde ortaya çıkan önemli psikiyatrik hastalıklar oldu mu?

Şahika Yüksel: Bildiğimiz psikiyatrik hastalıkların hepsi aslında travma sonrasında artıyor ve şiddetleniyor. Ancak en sık görülenler depresyon, kaygı bozukluğu ve travma sonrası stres bozukluğu denilebilir. Travmadan sonraki erken dönemlerde bütün insanların geçirdiği olağan süreçler var; uyku zorluğu, kaygı vs. Ancak çoğunda bu belirtiler bir ayda yatışmakla birlikte ilk üç sene içinde bütün etkiler yavaş yavaş azalıyor. Bu nedenle ilk günlerde ruhsal hastalıklardan söz etmekten çok, ruhsal sağlığın korunabilmesi konusunda odaklanıyoruz. İnsanları tedavi etmek değil, korumak daha önemli. Sosyal dayanışmayı sağlamak, açlığı ekonomik sıkıntıyı önlemek ve sürecin şeffaflığını sağlamak, koruyucu sağlık açısından atlanmaması gereken çözümler. Ancak aşının ve sürecin yarattığı belirsizlik, kitlesel ruh sağlığını çok daha kötü etkiliyor.

Biten bir travmadan değil, süregelen bir travmadan ve travma döngülerinden bahsediyoruz. Türkiye’de ve dünyanın birçok bölgesinde, (özellikle 3. Dünya ülkelerinde, bu adaletsizliğin nasıl işlediği ve süre içinde bu adaletsizliğin bir döngüye yol açtığını görüyoruz. Travmatik süreçlerden geçen insanların da travmatik olaylara yol açabildiği görülebiliyor. Örneğin intihar bombacılarının, yaşadığı travmatik öykülerinden gelen bir intikam ve hesap sorma güdüsünün tekrar kitlesel bir travmaya yol açabilecek şiddetli bir aksiyonla zuhur etmesi söz konusu olabiliyor.

10 Ekim’de ve bombalı saldırılarda ne oldu? Ne yaşadık? Kim hesap verecek? Kim sorumlu? Devlet ne yapacak?

Ayşe Devrim Başterzi: Adalet arayışı kitlesel travmanın sonuçlanabilmesi ve iyileşebilmesi konusunda kritik. Adalet, onarım yolunu açıyor. Ancak hesap sorulamamasının getirdiği belirsizlik; tepkilerin şiddetlenmesi veya ruh sağlığının kitlesel anlamda daha da kötüye gitmesine neden oluyor. Bu açıdan siyasi tercihler, şeffaflık ve hukuk sisteminin işleyişi; kitlesel ruh sağlığı ile çok bağlantılı.

Bir bombanın Diyarbakır’da patlaması, olay bittikten sonra etkilerinin azalacağı garantisini vermediği gibi o coğrafyada olmayan bir insanın tanık olmadığı için yaralanmayacağı anlamına da gelmiyor. Bu tür olaylar olmaya devam ettikçe duyarsızlaşabildiğimiz gibi bu döngüyü uzatarak hiç çıkamayabileceğimiz travmatik bir sürece girebiliyoruz. Bu, durumun normalleşmesi demek dolayısıyla çok büyük bir tehlike.

Kayıplardan sonra yas tutmak önemli Kendi kültürümüz ve alışkanlıklarımıza göre bir araya toplanmak, aile ve çevreyle dayanışarak travmayı aşmak gibi yöntemler olduğunu biliyoruz. Ancak pandemi döneminde bu tür, birlikte aşma yöntemlerinin elimizden gitmiş olması, travmanın onarılma sürecini uzattığı gibi derinleştirebiliyor. Bu anlamda travmayı atlatabilmek için yeni yollar keşfetmemiz gerekiyor.

Çocukların dünyayı tanıma sürecinde pandemi onları nasıl etkiledi?

Şahika Yüksel: Pandemi çocuklarda takıntı, temizlik hastalığı, OKB gibi hastalıkların gelişmesinde tetikleyici bir durum olabilir. Çocuklara çok fazla kaygı bulaştırılıyor. Bu yüzden ebeveynlere daha fazla sorumluluk düşüyor. Türkiye bağlamında bu sorumluluğun eşit paylaşıldığını söyleyemeyiz. Kadınların üzerindeki sorumluluk ve kaygı yükselirken; şiddete uğrayan kadınların ve çocukların kendilerini koruyabileceği kaynaklara ulaşması da azaldı. Cinsiyete bağlı rollerin de derinleştiği söylenebilir. Kadınlar hem ev işleri hem çocuklarının okul sorumlulukları hem de bütün aile üyelerinin hijyenini sağlamak üzerine daha fazla görev üstleniyor.

Geçtiğimiz günlerde İtalya’da ırkçılığa maruz kalan Etiyopyalı mülteci futbolcu, yaşadığı ırkçı suçlamalardan dolayı hayatına son verdi. Bizim ülkemiz açısından da bu haber çok uzak değil, benzer intiharlar, acılar yaşanıyor. Bunlara sebep olan ırkçılık ve ayrımcı şiddet dili konusunda ne dersiniz?

Ayşe Devrim Başterzi: Pandemi öncesinde de mültecilerin yaşadığı acılar bilinen ve süregelen bir durumdu. Ancak pandemi bahane edilerek mültecilerin bütün dünyanın gözü önünde ölüme terk edilmesi bu durumu daha da normalize etti. Çok az kişi bu konuda bir şeyler yaptı.

Aslında insanlar zor zamanlardan geçerken hep bir günah keçisi arayarak bununla baş edebiliyorlar. Ülkemizde de bu konuda bir artış görmek mümkün. İnsani olarak bize çok uzak değil. Ancak sınıfsal olarak baktığımız zaman mülteciler gibi kötünün kötüsü koşullarda yaşayan herkesin hikayelerinin dinlenmesi gerekiyor. Kargo işçileri, yoksul gruplar, mülteciler gibi grupların hala en ağır, güvensiz koşullarda çalıştırılması; pandemi döneminde eve kapanan diğer insanların ihtiyaçlarına cevap vermek için çalışanlar ve kendi evlerine ekmek götürmek konusunda emekçilerin yaşadıkları kaygının görülmesi; kitlesel travmanın tespit edilebilmesi ve tedavi kaynaklarımızın dağıtımının nasıl yapılabileceği konusunda çok büyük önem arz ediyor.

Türkiye’de kitlesel travmalarla ilgili ilk olma niteliği taşıyan kitabın içeriği hakkında da genel bir bilgi alabilir miyiz?

Ayşe Devrim Başterzi: Çok geniş içerikli bir kitap olduğu gibi bazı konuları daralttığımız da söylenebilir. Kitabın bölümleri arasında travmayı anlamak anlamlandırmak, travmalar tarihi, halk sağlığı yaklaşımı, erken dönem müdahaleleri, ilişkili ruhsal hastalıklar ve nasıl müdahale edileceği, kadınlar, mülteciler, çocuklar, askerler, yaralılar, yakınlarını kaybedenler gibi özel gruplarda nasıl yaklaşılacağı gibi pek çok konu ele alındı. Kitlesel travmanın hukuki, adli ve etik yönleri de ele alındı. Daha birçok başlık da içerebilir aslında; kitlesel travmanın siyasetle ilişkisi, travmanın kuşaklar arası aktarımı gibi… Ancak biz kitabı, güncel olan travmaya müdahale eden ruh sağlığı alanında çalışanlar için tekrar dönüp bakabilecekleri bir kitap olması için hazırladık. Dolayısıyla kitabın en önemli kısımlarından birisi broşürler. Farklı konularda hazırlanmış bu broşürler bir rehber rolü üstlenebilir. Yazımı üç yıl süren bu kitap geçen sene tamamlandı. Şimdi pandemi hakkında bilgi birikimimiz daha da arttı, dolayısıyla kitap aslında tekrar güncellenebilir.

1Ayşe Devrim Başterzi Çıngı. Unutmayın, affetmeyin, Delirin! https://birikimdergisi.com/guncel/7245/unutmayin-affetmeyin-delirin

2Ayla TÜRKSOY ile Sağlık Toplum Siyaset, Kitlesel Travmayı Anlamak, Anlamlandırmak. https://www.youtube.com/watch?v=kPuCBOotJ24&t=11s

Ayla Türksoy kimdir?

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik-Halkla İlişkiler Bölümü ve Anadolu Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. Anadolu Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Tezsiz Yüksek Lisansını tamamladı. Uzun yıllar muhabirlik, editörlük ve bir sağlık kanalında program yaptı. Aydan Üstkanat ile birlikte yazdığı “Artmazsa Yetmez” adlı kitabı 2013’te yayımlandı. Yurt gazetesi kitap ekinde kadın ve çocuk konulu kitaplar hakkında inceleme yazıları yer aldı. 2015’te “En İyi Kocaya Mezarlıkta Rastlanır – 12 Ayrılık Öyküsü” isimli öykü kitabı yayımlandı. Sağlık, edebiyat, kadın ve çocuk hakları alanları başta olmak üzere, çeşitli mecralarda haber ve makaleler yazıyor. 2017 yılından bu yana A&B Düşünce Atölyesinde “Travmayı Kadınca Yeniden Yazmak” adlı yaratıcı yazı atölyesini yürütüyor. Halen “Sağlık Toplum Siyaset” isimli haber tartışma programını hazırlayıp sunuyor.