Meltem Yıldırım
Bugün edebiyatın sıra dışı, çarpıcı isimlerinden birinin doğum günü…
İlk ve orta okul, hatta lise kitaplarına seçilen o okuma parçalarında hepimiz bir şekilde görmüşüzdür adını. Hatta Aganta Burina Burinata’sı Milli Eğitim Bakanlığı’nın o çok tartışılan “Yüz Temel Eser”inden biri olarak da karşımıza okunması gerekliliği ile çıkmıştır. Belki içimizden birilerinin dönem ödevi bile olmuştur.
Doğa ve insan, spesifik olarak deniz ve insan ilişkisine dair yazıp düşündürdüklerinin yadsınamaz kıymeti üzerinden, bir benzerini Sait Faik örneği ile yaşadığımız bir durum ile karşı karşıyayız.
Zira hem yaşayıp ürettikleri dönemde hem de sonrasında kendilerine özgü, aykırı yapıları ile bilinen isimlerin okul kitaplarında bunca yer bulmuşluğu, Milli Eğitim politikasında kabul edilebilir formlarla hakkın teslimine dair, bu yazının kapsamını aşan ve başlı başına inceleme konusu teşkil eden bir durum.
Bugün Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın doğum günü.
Cevat Şakir 17 Nisan 1886 tarihinde, Girit’te dünyaya gelir. Babası Girit’te yüksek komiserlik yapan Mehmed Şakir Paşa, annesi Giritli Sare İsmet Hanım; amcası II. Abdülhamid devri sadrazamı Ahmed Cevad Paşa, dedesi Şurayı Askeri Dairesi Reisi Miralay Mustafa Asım Bey’dir. Kendisine, iki evliliğinden de çocuğu olmayan ve onu kendi çocuğu gibi seven amcası ile babasının ismi verilir.
Altı çocuklu ailenin en büyük çocuğudur. Ailesi, sıra dışı bir şekilde sanata ilgili ve her biri kendi alanında dikkat çekici düzeyde yetenekli bireyleri ile 20. yüzyıl sanat tarihinde yer edinmiş bir aile olarak karşımıza çıkıyor.
Kendisinden sonra sırasıyla dünyaya gelen Hakkiye, Ayşe, Suat, Fahrünisa ve Aliye adlı kardeşlerinden Fahrünisa resim alanında, Aliye gravür alanında uluslararası üne kavuşmuştur.
Hakkiye’nin kızı Füreya Koral, cumhuriyet sonrasında ilk kadın seramikçisi olarak teyzeleri Aliye ve Fahrünisa gibi uluslararası sanat çevrelerinde rüştünü ispatlamış bir isimdir. Fahrünisa’nın çocukları Nejad Melih Devrim ressam; Şirin Devrim ise hem Türkiye’de şehir tiyatrolarında hem Broadway’de sahnelerin tozunu artırmış başarılı bir kadın tiyatrocudur. “Şakirpaşa Ailesi: Harika Çılgınlar” isimli kitabında ailesini kendine has dili ve tanıklıkları ile anlatarak bu sıradışı ailenin daha yakından tanınmasını sağlamıştır.
Babasının Girit’teki görevi esnasında doğan Cevat Şakir, yine babasının sefaret görevi ile gittiği Atina’da çocukluğunun ilk yıllarını geçirir.
Ailenin İstanbul’a gelişi, eğitim hayatının başladığı yıllara denk gelecektir. İlk öğrenimini Büyükada’daki mahalle mektebinde alan Cevat Şakir, hazırlık sınıfını atladığı orta ve lise eğitimini Robert Kolej’de tamamlar.
Parlak, zeki bir öğrenci olduğu bilinmektedir. Daha o yıllarda otorite ve disipline uzak, aykırı yapısı kendini göstermeye başlamıştır.
Yüksek tahsil için İngiltere’ye giden Cevat Şakir, ileriki yıllarda Akdeniz ve Anadolu medeniyetlerine dair yapacağı derin gözlem ve çözümlemelerine zemin olarak edindiği birikimi, o yıllardaki tahsilinde ve Oxford’un büyük kütüphanesinde geçirdiği günlerde almış olsa da eğitimini tamamlayamadan memlekete ve baba evine geri dönecektir.
İngilizcesinin çok ileri seviyede olduğu, zeki bir öğrenci olduğu bilinen bir gerçek. Oxford’da gördüğü Yakın Çağ Tarihi’ne dair içsel bir isteksizlik duyduğu, bölümü muhtemelen babasının isteği doğrultusunda okuması yüzünden bitiremediğine dair değerlendirmeler var.
Bu şartlarda İstanbul’a döndüğünde babası ile yaşayacağı gerilim kuşkusuzdur. Hem İstanbul’dan hem de bu gerilimli ortamdan uzaklaşmak için Roma’ya gitmeye, yüksek tahsiline orada devam etmeye karar verir Cevat Şakir. Bu sefer tahsil göreceği alan, kendi duygu ve düşünce iklimine daha uygundur.
Yıllar sonra bu duygusunu, büyük bir aşk yaşadığı Azra Erhat’a yazdığı mektuplardan birinde şöyle tanımlayacaktır “…dünyada davranışlarımın sebebi olarak
bir şeyi göstermek lazım gelirse, başta müziği göstermek zorundayım…
Belki bir kompozitör olacaktım. Olmadı. Parçalanınca, ilk evvela bir parçam resme, bir parçam da yazıya doğru fırladı.”
Roma’da Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydolmuştur. Ressamlığı yazarlığından önce başlayan Cevat Şakir’in annesi Sare İsmet Hanım’ın da resim yaptığı bilinmektedir.
İtalya’da bulunduğu sürede İtalyanca ve Latince de öğrenir ancak bir süre sonra Roma’dan memlekete döner. Bu sefer yalnız değildir, yanında İtalyan model Agnesia Kafiera vardır ve Agnesia hamiledir!
İmparatorluk zor bir dönemden geçmektedir. Arka arkaya yaşanan Trablusgarp ve Balkan harplerinin çalkantısı, hem siyasal hem toplumsal zeminde kendini tüm şiddeti ile hissettirmektedir.
Devlet görevinden ayrılmış olan baba Mehmet Şakir Paşa, o dönemde kısmi maddi sıkıntılar yaşamaktadır. Ailesini Afyon’a taşımış, atalarından kalan topraklarda geniş ailesi için bir çiftlik evi kurmuştur.
Cevat Şakir’i Halikarnas Balıkçısı yapacak yolun ilk düğümü, bu çiftlikte 1914 yılının bir gecesinde atılacak, bu gece yaşananlar yıllarca türlü spekülasyonlara konu olacaktır.
Mehmet Şakir Paşa bir gece oğluyla yaşadığı şiddetli tartışma sonrasında, Cevat Şakir’in elindeki silahtan çıkan kurşunla ölmüştür!
Cinayet suçlamasıyla yargılanan Cevat Şakir, mahkeme sonrasında 15 yıl kürek cezasına çarptırılır.
Kürek cezası, eskiden “forsa” olarak bildiğimiz kürek mahkûmiyetinden kalma bir cezadır. Yargılandığı dönemde maddi geçerliliği olmayan bu ceza, nitelikli işlenmiş bir suça verilen ağır hapis cezası anlamına gelmektedir.
Yedi yıl cezaevinde kalan Cevat Şakir, yaşadığı akciğer hastalığı sebebiyle cezanın geri kalanından muaf tutularak 1921 yılında tahliye edilir.
Tahliye edilir edilmesine de, Cevat Şakir’in cezası bir türlü bitmeyecek, çilesi bir türlü dolmayacaktır. O artık “baba katili” olarak anılan bir sakıncalıdır.
Ailesi ile ilişkileri, kopuk, zorlu ve kaygan bir zemindedir. Aralarında hiçbir zaman tüm boyutları ile konuşulmayan karanlık bir gecenin hükmü sürmektedir.
Azra Erhat’a 1955 yılında yazdığı bir mektupta, kendisini cezaevine götüren ve bir baba katili olarak anılmasına sebep olan o geceyi şöyle anlatacaktır:
“…İnsan hayatında yolların ayrıldığı bir noktaya gelir. Bir yolda giderse Lucifer olur, şeytan olur. Amma yolun sağında veya solunda gitmek tamamen iradenizde olmayabilir. Bir çöp, terazinin bir kefesine ağır basabilir. Bu cümlem büyük bir tecrübenin neticesidir. Eh canım münakaşa pek karışık konular üzerineydi ve pek şiddetliydi. Münakaşa öyle bir raddeye vardı ki benim üzerime ateş etti. Ben rastgele oradaki bir tabancayı alarak, amma onun eli tabancaya giderken yüzünden okudum, ona doğru nişan almadan ateş ettim. İlkin onunki, sonra, hemen sonra benimki. Aynı zamanda gibi bir şey. Bu münakaşa götürmez, yoksa ölen ben olurdum. O kurtuldu. Korkunç bir acı duydum. Amma vicdan azabı duymadım. Ondan daha korkunç birşey oldu. Kendi kendime olan güvenimi mahvettim. Yani kendimi o gün bugün yalan sanıyorum. Beni methettikleri zaman kızarım.”
Cezaevinden çıktıktan sonraki süreçte kısa süreli bir öğretmenlik durumu olsa da hayatını tam anlamıyla yazarak ve çizerek idame ettirir. Yazı ve çizimleri dışında tercümeleri, karikatürleri, tezhipleri ve hazırladığı dergi kapakları ile geniş bir alanda üretmeye devam eder.
Cevat Şakir’in yolu, bir kere daha mahkemeye düşecek ve yargılandığı bu son mahkeme, onu Halikarnas Balıkçısı olarak tanıyıp bilmemize vesile olacaktır.
Birinci Dünya Savaşı’nda dört asker kaçağının yaşadıkları üzerine Hüseyin Kenan takma adıyla kaleme aldığı ve 13 Nisan 1925 tarihinde Zekeriya Sertel’in Resimli Ay dergisinde yayınlanan “Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmağa Nasıl Giderler” başlıklı öyküsünden ötürü İstiklal Mahkemesi’nde yargılanır. Devir Şeyh Sait İsyanı sonrası sıkıyönetim devridir.
Yıllar sonra bu olayı “…İstanbul’da Ticaret Okulunda haftada bir kez mi ne İngilizce ders veriyordum. Ticaret Mektebi’ndeki öğrencilerim altmış kadar imzayla İstiklal Mahkeme’sine bir telgraf çekmişler. Benim iyi bir insan olduğumu, beni çok sevdiklerini bildirmişler ve kendilerinin benden yoksun edilmemelerini rica etmişler. O jandarma dairesi diye andığım odada birisi bana, böyle bir telgraf geldiğini bildirdi. İnsanca bir sempatiydi bu, insanın hoşuna gider. Fakat İstiklal Mahkemesi böyle şeyleri tınmazdı.” sözleri ile anlatacaktır.
”Memlekette isyan bulunduğu sırada, askeri isyana teşvik edici yazı yazmak” suçlamasıyla yargılanan Cevat Şakir, Mahkeme başkanı Ali Çetinkaya tarafından idama mahkûm edilmek istenirse de, heyetteki diğer Ali’nin, Kılıç Ali’nin önerisiyle cezası üç yıla düşürülecek ve kalebentlikle Bodrum’a sürülecektir. Mahkeme yayıncı Zekeriya Sertel’e de üç yıl Sinop kalebentliği cezası vermiştir.
Burada bir parantez açalım.
Ali Çetinkaya, nam-ı diğer Kel Ali…
Tanıdık geliyor mu bu isim size de?
Evet o, Şeyh Said davasında mahkeme heyetinde bulunmuş, dönemin Şark İstiklal Mahkemesi başkanı, İzmir Suikastı ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası davalarının hakimi, toplu idam ve infaz kararlarının altındaki değişmez isimlerden biri.
Bodrum ve kalebentlik…
Kalebentlik; kaleye bağlanmış, kaleye hapsedilmiş kişi anlamına geliyor. Uygulama olarak suçlu bulunan kişinin, kalebent olarak gönderildiği kalenin sınırları dışına çıkmaması esasına dayanıyor. Bu bir nevi açık hava hapishanesi mahkumiyeti olduğu kadar kalebentlik, asıl ikamet edilen yerden çok uzak bir yere gönderilerek tecrit esasına dayanan bir cezalandırmadır.
Ona bir ceza alanı olarak belirlenmiş Bodrum onun gözleri ve kalemi ile edebiyata armağan olacaktır. Üç yıl süren kalebentlikten sonra İstanbul’a dönse de yapamaz Cevat Şakir. İnsanını, denizini, doğasını çok sevdiği Bodrum’a yerleşme kararı alır ve 25 yıla yakın bir süre Bodrum’da yaşar.
O artık Halikarnas Balıkçısı’dır. Bu onun sadece mahlası değildir, ressam ve edebiyatçı olmanın yanında artık geçimini denizden çıkaran usta bir balıkçıdır.
Deniz ve deniz insanları adeta büyülemiştir onu. Denizi ve insanlarını gözlemlemek, onlarda bulduğu çarpıcı sadeliği anlatmak, bundan sonrasındaki tüm sanatsal uğraşının eksenini oluşturacaktır. Onları anlatmak kadar denizi onlarla birlikte, onlardan biri gibi yaşamak, kendi benine deniz yoluyla yolculuklar yapmak gibi bir tutkunun da tezahürüdür bu.
Cevat Şakir aynı zamanda çok dilli bir aydındır, tutkunu olduğu Bodrum’u rehberlik edecek kadar tanıdıktan sonra turistlere de tanıtmış, Bodrum’da yapılan ilk Mavi yolculukların düzenleyicisi olmuştur.
Mavi yolculuk denince akla bugünkü sosyetik “Mavi tur” gezileri gelmesin, zira sünger avcıları ve balıkçıların diyarı olan Bodrum, o dönem bugünkü tüketim ve lüks odaklı çirkinleştirilmiş çehresinden çok uzak, ıssız ve sakin bir deniz kasabasıdır.
Antik Çağ tarihine ve Akdeniz medeniyetine dair üst düzey donanımı olan Cevat Şakir’in Mavi yolculuklarında önüne zaman ve mekânın tüm kısıtlayıcılıklarından koparak deniz ile bütünleşmeyi koyduğu, arkadaşları ile çıktıkları mavi yolculuklarda yanlarına sadece peynir, su, peksimet, tütün ve belki bir rakı aldıkları, dış dünya ile bağ kurmamak adına hiçbir surette gazete okumadıkları, radyo dinlemedikleri biliniyor. Haftalarca denizde kalınan bu yolculuklarda sadece acil ihtiyaç durumlarında karaya çıkılırmış.
Denizde uzlet hali… Bir seyrüsefer ki mavide önce hiçle sonra tüm renklerle dolmak, uğultudan sessizliğe yol alıp tüm seslerle dolmak…
Tıpkı kendi ömrü gibi.
Devri sonsuzlukta maviyle daim olsun.