Türkler’in ataları Hunlarsa, Hunlar’ın ataları kimler?

Metin Gülbay

Asya Hunları’nın yani Çinlilerin deyişiyle Hiung-nular’ın kim olduklarını çok iyi bilmiyoruz. Nereden geldiler, kimlerden oluşuyorlardı, tek bir boy veya halk mı yoksa karışık kabilelerden mi oluşuyorlardı, bunların hiçbirini bilmiyoruz. Kaç yılından beri var idiler veya Çinliler onları tarih kayıtlarında geçirmeden önce ne kadar süreyle vardılar, adları neydi, kendilerine ne derlerdi, neye inanırlardı, nasıl yaşarlardı, gelenekleri nelerdi, neye benzerlerdi, beyaz tenli miydiler, Moğolların veya Çinlilerin bir boyu muydular, bunlar değilse kimlerle akraba idiler? Soruların sonu yok ama ne yazık ki yanıtları da yok. Daha doğrusu bazı yanıtlar var ama bunların doğruluğunu nasıl kabul edeceğimizi de bilmiyoruz. 

Hyung-nu imparatorluğu, M.Ö.209 ile M.S. 216 yılları. 

Bu kadar bilinmezin içinde bir tane savı seçip işlemeyi düşündüm. Öyle ya en azından örneğin Rus tarihçilerin bu konuda ne dedikleri önemliydi. Bunların içinden de Lev Nikolayeviç Gumilev’in savını seçtim sizlere aktarmak için. Tabii ki seçimimde birtakım etmenler rol oynadı. Bir kez 1912 doğumlu olan Gumilev’in annesinin Kırım Türklerinden Anna Ahmetova olması konuya Rus gözlükleriyle bakmayabileceği düşüncesini uyandırdı bende. Rus gözlükleriyle baksa bile Hunlara karşı önyargılı olmayabileceğini düşündüm. Çünkü Gumilev Hun uzmanı bir tarihçi. Şair olan annesinin yanı sıra Gumilev’in babası da şairmiş.

Stalin döneminde rejim muhalifi olması dolayısıyla kurşuna dizilen baba Gumilev’in sonu neredeyse oğlunun da başına gelmek üzereyken bir şans eseri yaşamına devam etmiş. 1935-49 yılları arasında üç kez tutuklanan Gumilev sonuncusunda on yıl hapse mahkum edilmiş, 1956 yılında ise Stalin nihayet yumuşayarak “çocuk ebeveynin hatasından sorumlu değildir” demiş ve kendisi tahliye edilmiş. Ancak tutuklanmasıyla beraber tüm üniversite yaşamı da 1956’da salıverilinceye kadar sona ermiş. Bırakıldıktan sonra okula yeniden kaydolarak öğrenimini tamamlayabilmiş.

Gumilev birkaç dil bilip Hun tarihi hakkında da epey bilgiye sahip olduğu için eski akademisyenlerden büyük destek görmüş, Artamonov ve Struve’nin yardım ve yüreklendirmeleriyle “Eski Türkler” adlı doktora tezini bitirmiş. Birçok yapıta imza atarak 1986’da emekli olan Gumilev 1992 yılında da yaşamını yitirmiş. Kendisini sevenler ölümünden sonra Gumilev Dünyası Vakfı‘nı kurarak tüm yapıtlarını yayımlamış.

Even kadınları, 20. yüzyılın başları, Okhotsk okrug.

İşte bu tarihçinin Hunlar’ın atalarına ilişkin yazdıklarını özetlemeye çalışacağım. Yapıtın adı Hunlar. Çinlilerin yazılarını her millet kendi diline göre okuduğu için Asya Hunlarına verilen adlar değişiklik göstermektedir. Gumilev Hyung-nu adını kullanıyor onlar için. Bundan sonra sözü Gumilev’e bırakayım da o anlatsın size Hunları.

Çin tarih kayıtlarına göre…

“Çin tarihi kaynaklarında Hyung-nulardan ilk önce M.Ö.1764’te daha sonra ise yine M.Ö.822 ve 304 yıllarında bahsedildiğini görüyoruz. Hyung-nu tarihinin 1500 yıllık bu dönemi oldukça karanlıktır.”1

Hunlar’ın M.Ö.3. yüzyıldan sonraki tarihi Çin kayıtlarında yer aldığı için Gumilev 1764 ile 304 yılları arasındaki yaklaşık 1500 yılı kastediyor.

Video, Evenler. Danslarında hayvanları taklit ettiklerini görüyoruz. Bu da onların doğa inançlarına sahip olduklarını gösteriyor.

“Bu karanlık dönemi biraz olsun anlayabilmek için Sibirya arkeolojisine göz atmak zorunlu hale geliyor” diyen Gumilev’in yaklaşık 600 sayfalık kitabının konumuzla ilgili en önemli satırları şöyle: 

“M.Ö. ikinci bin yılda Sibirya arkeolojisinde iki bağımsız eş zamanlı kültüre rastlıyoruz: Doğuda Glazkovo, batıda ise Andronovo. ‘Baykal civarındaki topraklarda büyük bir ihtimalle bugünkü Evenkler, Evenler ve Yukagirler’ın ataları olarak kabul edebileceğimiz birbiriyle akraba kabileler yaşıyordu. Bunların kültürleri, Büyük Çin Seddi ve Ordos boyuna kadar uzanan Amur, Kuzey Mançurya ve hatta Moğolistan’ın yukarı kesimlerinde yaşayanların kültürlerine oldukça yakındı. Bu bölgede yaşayan halklar kültür yönünden birbiriyle akraba olan neolit ve erken bronz döneminin avcı ve balıkçı kabileleriydi. Ayrıca muhtemelen bunlar birbirine yakın diller konuşuyordu. Daha sonraları ise Glazkovo kültürüne mensup bu kabilelerin güney kesiminde Hyung-nular’ın atalarının bir kısmı ortaya çıkarak bunlarla karışmıştır. M.Ö. 1700’den 1200’e kadar Güney Sibirya ve Kazakistan’ın Ural’a kadar uzanan batı yarısında Andronovo kültürü hakimdi. Buralarda yaşayanlar beyaz ırka mensuptu ve M.Ö.18.yüzyılda Minusinsk Havzası’na yerleşerek, yavaş yavaş Yenisey boylarındaki Glazkovo kültür çevresine mensup insanlarla kaynaştılar. Andronovolar ziraatla ve hayvancılıkla meşgul olan yerleşik insanlardı. Metallerden bronzu işlemesini biliyorlardı. Nitekim mezarlarında de bol miktarda kilden yapılmış süslemeli kap kacaklara rastlanmıştır. Andronovo kültürü batıyla alakalıdır. Andronovo kültür çevresinin eski eşyalarıyla Aşağı Volga, Don ve Donetsk steplerindeki baltalar arasında birçok benzerlik bulunmuştur. Ancak M.Ö. 2. bin yılda Güney Sibirya’da başrol oynayanlar ne Andronovolardır ne de Glazkovolar.”

“Ting-lingler Gobi Çölü’nün uçlarında yaşıyordu. Sayan Altay eteklerine, Minusinsk Havzası’na ve Tuva’ya da bunlar yerleşmişti. Bunlar ‘orta boylu, bazen uzun boylu, sert ve sağlam cüsseli, uzun yüzlü, beyaz tenli, kızıl yanaklı, sarı saçlı genelde şahin ve gaga burunlu ve parlak gözlü insanlardı. Tarihi kaynaklarda yapılan bu tasvirler daha sonraki arkeolojik bulgularla doğrulanmıştır. Sayan Altay bölgesi takriben M.Ö. 2000 yılına ait Afanasyevo kültürünün vatanıydı. Antropolojik Afanasyevolar bir ırk tipi teşkil ederler. Bunlar ‘kıygır burunlu, dar yüzlü, batık gözlü, geniş alınlıdır. Bu özellikler onların Avrupaî olduklarını göstermektedir. Afanasyevolar bugünkü Avrupalılardan belirgin şekilde daha geniş alınlarıyla ayrılır. Bu bağlamda Batı Avrupa’nın üst paleolitik kafatası yapısına sahiptirler yani kelimenin geniş anlamıyla kroman tipine girerler.”2

Tinglingler “Tarihi Türk topluluklarındandır. Tieleler de denilen Ting-lingler aslen, güney Sibirya’da Lena Nehri boyunca, Baykal Gölü’nün batısında yaşarlardı. M.Ö. 3. yüzyılda, batıya doğru yayılmaya başladılar ve Hiung-nu imparatorluğunun bir parçası oldular.”3

“Afanasyevoların varisleri M.Ö. 3. yüzyıla kadar hayatlarını sürdürmüş olan Tagar kabileleriydi. Bu durum bizi, Afanasyevo-Ting-lingler’in, yabancı kabilelerin istilalarına rağmen kendi kültürlerini asırlardır muhafaza ettiklerini düşünmeye zorlamaktadır.”2

Tagar sözcüğünü de açıklamak gerek tabii. Wikipedia’da Tagar Kültürü M.Ö. 800 ve M.Ö. 200 yılları arasında Güney Sibirya’da yaşamış, Akaban ve Yukarı Yenisey / Minusk bölgesinde yapılan arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkarılmış Tunç Çağı toplumlarına verilen isim” olarak geçiyor.

“Yeni bir tip ortaya çıkıyor”

Hiung-nu halkından kalma altın kemer kilidi. (MÖ 3. ila 2. yüzyıl). J. Pierpont Morgan Metropolitan Museum of Art’a  1917 yılında bağışlamıştır.

“1200 yılları civarında Minusinsk bozkırlarında Andronovo kültürünün yerini Kuzey Çin’in güneyinden yani Sarı Nehir sahillerindeki yerli halklar tarafından taşınmış yeni Karasuk kültürü almıştır. Böylece Batı Sibirya’da ilk defa olarak Çin stili ortaya çıkmıştır ama bu, olduğu gibi taklit edilmiş bir kültür değildir. Çünkü bu yeni kültürle birlikte mezarlarda yeni bir ırk tipine rastlanıyor. Bu tip, Avrupaîler brakisefal, Mongoloidler ise dar yüzlü olmalarına ve Uzakdoğulu Asyalı tipine mensup bulunmalarına rağmen, Mongoloidlerle Avrupaîlerin karışımından meydana gelmiş bir tiptir. Yang-shao döneminde Kuzey Çin’de böyle bir ırk teşekkül etmişti. Dış görünüşleri Avrupaî ve Mongoloid unsurların karışımından meydana gelmiş bulunan bugünkü Özbekleri anımsatmaktaydı. Zaman içinde bu unsurlar birbirleriyle karışmışlardır ama bizim için bilhassa önemli olanı ‘Güney Sibirya’da karma bir halkın çoktan yerleşmiş bulunduğu; sistemde yer almakla birlikte hangi tipe ait olduğu kesinlik kazanmayan Avrupaî brakisefalların dar yüzlü güney Mongoloidlerine karışmış oldukları’ sonucunu çıkarmamızdır.” s.41

Yangshao kültürü M.Ö.5000 ile 3000 arası bir dönemde geçerli olan bir kültür. Merkezi Çin (esas olarak Henan, Shanxi ve Shaanxi eyaletleri) olan eski bir uygarlığa ait olan bu terim ilk olarak 1921 yılında keşfedilmiş. Yangshao ilk keşfedildiği köyün adı, oradan almış adını.3

Doğru anladım mı acaba? Milattan önce 5 bin ile 3 bin yılları arasında Kuzey Çin’de yeni bir tip oluşuyor. Bugünkü Özbekleri anımsatan, Mongoloid ve Avrupaî  karışımı bir görünümleri var. Yani anlıyoruz ki Hyung-nular’ın ataları tıpkı diğer kavimlerin ataları gibi birkaç kültürün/tipin karışımından meydana gelmiş.

Gumilev biraz sonra okuyacağınız anlatımlarını Rus tarihçi Biçurin’den almış. Yine de paylaşıyorum çünkü en başta da belirttiğim gibi bunların tümü savlardan oluşuyor.

“Hun tarihinin bu döneminin (milattan önceki dönem yani) daha önemli bir hususiyeti şu teşhistir: Güçlü yaylara sahip olanların hepsi zırhlı süvarilerdi… Herkes saldırılarda başarılı olabilmek için savaş talimleri yapıyordu… Güçlüler yağlı ve daha iyi yiyeceklerle besleniyor, yaşlılar ise onların artıklarıyla yetiniyordu. Genç ve güçlü olanlara itibar fazlaydı; yaşlı ve zayıf olanlara ise daha az saygı gösterilirdi. Genelde birbirlerine isimler verirlerdi ama (kabilevî) unvan ve lakaplar kullanmazlardı.”

Bir soylu hiung-nu savaşçı. (MÖ 200 – MS 100)

“Şu ana kadar anlatılanlardan Hunların atalarının ortak köken yönünden birbirlerine bağlandıkları bir dönem olmadığını ama umumi tarihi kaderi paylaşma yönünden birbirlerine kenetlenmiş bulunduklarını söyleyebiliriz.”4

Gumilev’in anlatımlarından anlıyoruz ki Hyung-nular’daki aile bağlarının zayıflığı konusu yaşamlarının kısa bir dönemi için söz konusu ki zaten birazdan göreceğiz.

Dünya toplumlarına hiçbir miras bırakmadılar mı?

Bu insanların başardığı bir şey yok muydu acaba diye sormak gerekiyor. Çünkü her ne olursa olsun tarih sahnesinde yer alan “barbar” topluluklar bile bir iz bırakmadan yok olmamıştır. Aşağıdaki paragrafa bakılırsa şüphe etmekte yanılmıyoruz galiba.

“… tarihi materyal ve rivayetlere göre aralarında Çin’den kaçan iki grubu da barındıran eski Hu’lar, (Çinliler Çinli olmayan herkese Hu dermiş3) herhangi bir devlet teşkilatından yoksun olan ve hatta böyle bir şeye ihtiyaç dahi hissetmeyen son derece ilkel halklardı. Tıpkı çağdaşları Fenikeliler’in deniz vasıtalarını icat edip Avrupa’yı keşfetmeleri gibi, onların da kültüre yaptıkları tek katkı göçebe hayvancılığını geliştirerek Gobi Çölü’nü geçmeleri, başka bir deyişle Sibirya’yı keşfetmeleri olmuştur. Her iki keşif de tarihin seyri açısından önemliydi ve bunlardan hangisinin daha dikkat çekici olduğunu belirtmek pek öyle kolay değildir. Arkeoloji, Çin kroniklerinin verilerini takviye ettiği için biz -büyük kısmı arkeolojik bulgularla desteklenmemekle birlikte- bu bilgileri yani evlilik âdetleri ve yaşlılara gösterilen saygı konusundaki bilgileri göz önüne almak mecburiyetindeyiz. Mevcut kronikler, bir aile geleneğinin olmadığını kaydetmektedir. Bu noktadan hareketle hayat şartlarının bariz bir şekilde kötü olduğunu ve zayıfların ölüme mahkum sayıldıklarını söyleyebiliriz. Ama Hunlar’ın atalarının maruz kaldıkları en büyük felaket, bütün güçlerini fiziki varlıklarını sürdürmeye hasrettiklerinden, geleneklerin yaşlılarla birlikte yok olup gitmesiydi.”5

“Kabile bağlarının zayıflığının birtakım sebepleri olmalıydı ama yukarıda açıklanan görüşlerden kesinlikle kabile yapısıyla ilgili ādet ve kurumların varlığına şahit olmaktayız. Mesela tek kadınla evlilik yerine poligami yaygındı ve kadınlar önemsiz bir miras malı gibi başkalarına devredilirdi. Üvey ana, erkek oğula, gelin erkek kardeşe miras kalırdı ki, bunun patriarkal kabile yapısının tipik özelliği olduğu bilinmektedir. Bu durumun kadının aşağılanması olarak algılanması doğru değildir. Çünkü bu tür bir evlilik, genelde dul kalması halinde kadını perişan duruma düşmekten kurtarma amacı taşıyordu. Üstelik yeni koca da o kadına çadırda yer ayırmak zorundaydı. Bütün bunlar sözü edilen olayların büyük bir ihtimalle Hunlar’ın Çin içlerinde yaşadıkları dönemde olup bitmiş tarihi süreçler olduğunu göstermektedir.”4

Peki arkeolojik veriler ne diyor?

Ordos vadisinde bulunan gümüş at, MÖ 400-100. yılları. Photographed at the British Museum.

“1927-37 yılları arasında İç Moğolistan’da çalışmalar yapan İsveç arkeoloji heyeti ‘eğer daha da geç değilse, takriben 2000 (milattan önce, m.g.)  yıllarını gösteren’ geç dönem neolit kültürünü ortaya çıkardı. Bu kültür ‘sadece bir temas habercisi olması cihetiyle’ Kuzey Çin neolit döneminden bariz bir şekilde ayrılmaktadır. Bu sonuç akla yatkın. Neolit dönem kültürü, başlangıçta Çin’den kaçan mağlup Ti’lerin, daha sonra ise Ti’leri yenilgiye uğratan menküp (felâkete uğramış, tâlihsiz, bahtsız, düşkün, m.g.) Hsia taraftarlarının kendilerine sığındıkları bozkırlı avcı kabilelere aittir. Her yerde Kuzey Çin neolit kültürünün birçok eserine rastlanması da bu kanaati doğrulamaktadır. Neolit dönem insanlarının hayat tarzlarını tespit çalışmaları bizi, bu halkların sürekli biçimde nehir ve göl sahillerinde yaşayarak avcılık, balıkçılık ve toplayıcılıkla uğraştıkları sonucuna götürmektedir.”5

Bir başka soruna da bu arada açıklık getirmek gerekiyor. Hunlar veya Hyung-nular niçin bu kadar başka adla anılmıştır?

“Hunların adlarıyla ilgili Çin kaynaklarında bazı kayıtlar vardır. İlk hanedan tarihleri olan Şi Ji ve Han Şu’daki kayıtlara göre Şiongnu’ların ilk atalarına Çunvey denilirdi. Tang ve Yu devirlerinden önce ‘Şan (dağ) Rong’, ‘Şianyun’, ‘Hunyu’ gibi adlarla anılırlardı. Jin Şu’da ise şöyle bir kayıt vardır: ‘Şiongnu’lara genel olarak ‘Kuzey Di’ denilir… Şia devrinde onlara ‘Şunyu’, Yin devrinde Guifang, Cou devrinde Şianyun, Han devrinde Şiongnu denildi’. Böylece Hunlara M.Ö. 2500-1600’lü yıllar arasında Rong, Şianyun, Hunyu gibi adlar verildiği, M.Ö. 1600-1000’li yıllar arası Guifang, M.Ö. 1000-250’li yıllar arası Şianyun ve nihayet M.Ö. III. yüzyıldan sonra Şiongnu denildiği anlaşılmaktadır. Bu Çince adlar, Çinlilerin duydukları Hun adını, farklı dönemlerde farklı şekillerle telaffuzlarla zikretmesinden ibarettir.”6

Gumilev kitabında bundan sonra artık kayıt altındaki tarihi anlatıyor yani Hunlarla Çinliler arasındaki savaşlar, yenilgiler, zaferler, devlet haline gelme çabasındaki “göçebe barbarlar” falan. Hyung-nular’ın ya da Hunlar’ın ataları kimlerdi sorusuna bir yanıt alabildiniz mi bilemiyorum ama tam bir yanıt beklemeyin zaten, bunu kimse bilmiyor.

Ünlü Batılı tarihçilerden birinin gözünden Hunlar’ın nasıl göründüğünü anlatan son bir alıntı ile bitirelim. Bunlar tabii ki Avrupa’ya giden Hunlar… Çin’in kuzey yöreleri nere, bugünkü Macaristan nere?  Birbirinden 6800 kilometre uzakta. Türk boyları kadar yer değiştiren ve herkesle karışıp kaynaşan başka bir kültür var mı acaba?

“… 350 yılında Hunlar, Hazar Denizi kıyısındaki Alanlar’ın (İskit-Sarmat kökenli göçebe bir halk) ülkesini alırlar. Ardından Anadolu’nun zenginliği onları çeker. O zamanlar Edessa adlı Urfa’ya kadar sokulurlar. Edessa Piskoposu onlar için, ‘Yecüc Mecüc’ün süvarileridir bunlar, atlarının üstünde fırtına gibi uçarlar, onlara hiçbir kimse karşı koyamaz’ diye yazar. 375’te Balamir adlı önderleri yönetiminde Don ve Dinyeper Irmağı’nı geçerler. Böylece Doğu Avrupa sınırlarını aştıkları zaman, tarihte ikinci kez önem kazanacakları bir alana girmişlerdir. Dönemin büyük tarihçisi Ammianus Marcellinus bu olayı anlatır. Bu tarihçinin Hunlara bakışı da olumlu değildir. Hunları şöyle betimler:

‘Yabancı taşkınlıkta benzerleri yok. Yüzleri kara izleriyle kaplı. Gövdeleri çarpık, beden uzuvları kalın ve küt. Enseleri boğanınki gibi biçimsiz, eğri… Öyle ki, iki ayaklı hayvana benzerler. Sürekli göç durumunda bulunurlar. Evleri arabaların üstündedir. Nerede bir umut yeli eserse oraya yönelirler. Her şeyi içlerinden gelen duygu yellerine uyarak yaparlar… Öfkeli ve dönektirler. Aynı günde bir sözleşmeyi bozup başka birini yaptıkları, dün düşman saydıklarını bugün dost gördükleri olur. Çiğ et ve ot kökleri yerler. Bu et, at sırtında ve kıçlarının altında iyice ezilmiştir. Oturdukları yerleri, başlarının üstünde damları yoktur. Sırtlarında parça parça olup dökülünceye kadar çıkarmadıkları keten bezleri ve sıçan derileri taşırlar. Yürürken ağır aksaktırlar. Yay ve kement kullanmada eşsizdirler. İçten pazarlıklı, yalancı, vefasız ve kararsızdırlar. Ne tanrılardan korkar, ne de insandan utanırlar. Altına karşı delice düşkünlük gösterirler. Kendilerine hükmedemezler, dönektirler.’

Tarihçi Marcellinus’un laf kalabalığı ile dolu ağzında Hunlar için pek çok kötüleyici sıfat vardır. Onları sayıp dökmekten zevk duyar. Ama gerçek pek onun sayıp döktüğü gibi değildir. Sözgelimi ‘çiğ et yerler. Bu et at sırtında ve kıçlarının altında iyice ezilmiştir’ biçimindeki savında gerçek şudur: Gerçekte atların sırtına ve kıçlarının altına koydukları et, yenmek için değil, atın sırtını yumuşak tutmak içindir. Ayrıca, devlerle yarışan bir yazgıyı gerçekleştirmek için tarih sahnesine çıkmış Hunları, daha kötü bir alın yazısı vuracaktır. Eski dünyanın yüksek kültürleri –doğuda Çin, batıda antik çağ- Hunlara öldürücü darbeler indirecektir.”7

Türkler’in atalarının nasıl ortaya çıktığını anlatayım derken kafanızı iyice karıştırdım farkındayım, siz en iyisi kahvenizden şöyle okkalı bir yudum alın, şu ana kadar okuduklarınızı da boş verin. Zaten hepimiz Homo sapieniz değil mi, ötesi “boş işler”. 🙂

1- L.N.Gumilev, Hunlar, s.39, Selenge Yayınları, 2002.

2- aynı yapıt s.40.

3- https://tr.wikipedia.org/wiki/Tiele

4- Gumilev, s.43.

5- Gumilev, s.45.

6-(https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87in%27in_neolitik_k%C3%BClt%C3%BCrleri_listesi)

7- Doç. Dr. Kürşat Yıldırım, Hun Tarihi, http://auzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/tarih_ao/huntarihi.pdf s.10-11.

8- Türkler’in Dili, Fuat Bozkurt, Kapı Yayınları, S.19-20