Yamalı coğrafyanın aykırı belgefilmcisi: Selim Yıldız

“Belki farklı bir şekilde bir bellek oluştururuz, bir arşiv olur, tarihe görsel bir not olur ve biz gittikten sonra da orada kalır.”

Meltem Yıldırım

Selim Yıldız… “29”, “Bîra Mi’Tetin” (Hatırlıyorum), “Diyalog” ve “Monolog” belgefilmlerinin yönetmeni. Yurtdışında Cannes, Jean Rouch, My Art gibi birçok prestijli festivalde gösterime giren filmleri ona “En İyi Ortadoğu Belgesel Filmi”, “Dünyaya Bakış”, “En İyi Sprar” ödüllerini getirdi. Ancak filmleri, içeriklerinin birinci elden muhatabı Türkiye’de doğrudan yahut dolaylı sansür yüzünden ulusal festivallerde yer bulamadı. Peki o ne yaptı? Filmlerini online ücretsiz gösterimlerle binlerce insana ulaştırdı. Roboskî’ye dair son filmi Monolog tamamlanma aşamasında… Bir araya geldik ve yamalı bir coğrafyanın belgefilmciliğine ve filmlerine dair konuştuk.

Birçok farklı kolu var sinemanın. Belgesel sinema bunların içinde kurguya en az yer bırakanı, dolayısıyla zor bir mecra. “Benim gördüğümü sen de görüyor musun?” sorusu üzerine kuruyor kendini, önce gösteren gözün sonra izleyen gözün hakkını sonuna kadar istiyor.

Selim Yıldız neden bunca zorluğuna rağmen belgesel sinema yapıyor?

Bana göre belgesel sinema, gerçeğin kendisidir. Değiştirmeden, müdahale etmeden en güçlü şekilde hikâyeyi izleyiciye aktarmaktır. Belgesel sinemacılar kaydettikleri hikâyenin az ve güçlü bir kısmını izleyiciye ulaştırır, amacı da budur zaten. Peki kaydedip de göstermediğini, görüp de kaydetmediğini ve yaşadıklarını, hissettiklerini nereye koyacağız? İzleyiciye aktardığımız bir hikayenin sonu var, film biter dağılırız o salondan ve izleyici ne aldıysa onu yanında taşır. Belki eve varmadan yolda bırakır, belki bir ömür boyunca o hikâye ona eşlik eder. Bizim amacımız, izleyicinin izledikten sonra hep o hikâye ile yaşamaya devam etmesidir. Güçlü bir bellek oluşturup farkındalık yaratmaktır.

Bana gelince, çok zor bir iş yaptığımın farkındayım, her bir filmi bitirdiğimde elimi tüm kutsal kitaplara basıp yemin ediyorum bir daha o kamerayı açmamak üzere. Kendi yeminimi bozmakta da üstüme yok diyebilirim. Ama böylesi bir coğrafyada o kadar çok sorun, o kadar çok hikâye var ki yapmak zorunda hissediyorum kendimi. Bana göre yönetmen olmak kesinlikle, asla prestijli değil. Aksine tarihi sorumluluğu olan bir alan.

Kısacası bir hikâyeniz var ise ve bunu görüntü yoluyla kalıcı kılmak istiyorsanız bunun bundan başka bir yolu yok.

“Yaşama ayna tutmak” deyimi var sanatta. Görsel sanatların gelişiminden önce edebiyat bu misyonu yüklenirdi. Fotoğraf, sonrasında sinema omuzladı bunu. Belgesel sinema gerçekle ilişkisi bakımından daha doğrudan bir hat. Ama nihayetinde ayna dediğimiz “sır” ile kaplanmış bir cam. Sırrın yedirilişi görüntüyü veriyor o camın üzerinde. Sizin filmlerinizde gördüğümüz yaşamların suretine, o aynadaki sırrının kimyasına Selim Yıldız’ın yaşamından neler akıyor?

Görüntü en güçlü anlatma biçimidir. Perdeye aktardığımız görüntünün yüzlerce katını kameraya kaydediyoruz. Kameraya kaydettiğimiz görüntünün binlerce katını da gözlerimiz yoluyla hafızamıza kaydediyoruz. Hal böyle olunca, beynimiz de çöp kutusu olmadığı için boşaltamıyoruz. Gün geçtikçe, zaman aktıkça birikiyor. İstesen de istemesen de o sürekli hareket halinde olan milyonlarca görüntü ile yaşıyorsun. Bu aynı zamanda çok rahatsız da ediyor. Fakat yaşanmış, yaşanan ve yaşanması muhtemel olan o hikâyeleri görünür kılmak işin en önemli kısmıdır.

Kendini “Belgesel film izlemeyi seviyorum” diyerek tanımlayan birçok insan var, bir entelektüel karizma artı puanı bu söylem. Peki bu hakikaten böyle mi, yoksa belgesel sinemacılıkta ana ve popüler akımlar var mı?

Sinema çok geniş bir alan. Bir yönüyle çok endüstriyel ve milyar dolarların döndüğü bir sektör, bir yönüyle de hikâyeleri görünür kılmak için çabalayanlar var. Sadece Türkiye ve Kürdistan’da değil, aslında dünyanın her yerinde, Brezilya’da, İspanya’da… Problemli ülkelerde belgesel sinema daha çok öne çıkıyor. Ama çıktığı yerde etkisini pek göstermiyor, dışarda gösteriyor etkisini. Yani Kürdistan’daki bir hikâye Fransa’da daha çok etki uyandırıyor, daha iyi bir mecra buluyor kendisine. Bu bir yönüyle avantaj, bir yönüyle de dezavantaj. Çünkü o sorunlu ülkenin içerisinde gösterimi olmuyor, festival kabul etmiyor, sinema salonu almıyor… Üvey evlat muamelesi yapılır, televizyon satışı yapılmaz. Politik olunca bunların sözü bile edilmez.

Başkasının ötekisi daha çok ilgi görüyor…

Kesinlikle öyle. Diğer kısmı daha çok endüstriyel ürünler üzerinden, çarkı döndürmek için gidiyor zaten. Bizim durduğumuz yer, görünür kılınması için çabaladığımız hikâyeler bu kapsamın dışında kalıyor. Milyon dolar harcayıp çektiğimiz hikâyeler değil bunlar, hikâyenin güçlü olmasından dolayı aynı yerlere gidiyoruz biz, Venedik’e, Cannes’a. Onların ötesine de geçiyoruz.

Belgesel film izleyicisine dair de, tatile gitmeyi seviyorum der gibi belgesel film izlemeyi seven bizden değildir. Hikâyelerimizin geniş alanı sokaklardır, köylerdir. Diyalog filminden en çok etkilenen, Yüksekovalı annelere eşlik eden İspanya’daki annelerdir. Dediğim gibi izledikten sonra o hikâyeyi hep hatırlayarak yaşayanlardır.

Bîra Mi’ Têtin, Türkçesi ile “Hatırlıyorum”… İkinci belgefilminiz. Roboski’de 34 insan terörize edilerek katledildi. O günden bu yana çok şey yazıldı, söylendi. Ama o insanların katledilmelerine gerekçe olan yaşamlarının şartları, mecburiyetleri belki de hiçbir zaman yeteri kadar bilinmedi. Ahmet Encü, “Bîra Mi’ Têtin…”(Hatırlıyorum) diyerek başlıyor anlatmaya ve onun sözlü, sizin görsel şahitliğinizde Roboskî’de zaman, kendi bildiği üzere akmaya devam ediyor. Peki sizin için neyi ifade ediyor Bîra Mi’ Têtin?

Coğrafya kederdir diyorlar, Roboskî Türk’ün yüz karası, Kürdün bin yarası. Benim için 34 rakamının çok ötesi… Annesinin karnında iken babasını kaybeden Hüsnü Bebek var. 3 yaşında, çocuk yaştaki amcasını kaybeden Yasemin var. Katliamdan sonra, gidip yavrusunun ayakkabısının tekini getirip evde saklayan Heyam Anne var. Her perşembe o mezarlıkta toplanan anneler, babalar, kardeşler, dostlar var. Diğer tarafta fiyaskolarla dolu bir hukuksuzluk, elini kolunu sallayan katiller var. Ama akıp giden bir zaman ve yaşanılması gereken bir hayat var. O yüzden “Hatırlıyorum”. Yeni hayat kuran çiftlerin, dünyaya gözlerini yeni açan bebeklerin, bahara hazırlanan annelerin hayatlarına eşlik eden bir hayatım var.

Roboskî’de katledilen 34 kişiden 17’si, yaşı 18’den küçük çocuklar… Onlardan biri Şivan Encü. “Bîra Mi’ Têtin”de Sinan’ı görüyoruz Şivan’ın yerine ve abisinin öldürüldüğü yaştan daha küçük,13 yaşında ama onunla aynı yolda… Sinan’ın hikâyesine “Monolog” ile tekrar ve başka bir açıdan dönmeniz söz konusu. Bize biraz son filminiz Monolog’un nasıl ortaya çıktığını anlatabilir misiniz?

Hatırlıyorum filminden sonra sinemada Roboskî mevzusunu kapatmıştım. Kamerayı kapattıktan sonra bir daha o konuya dair bir film çekmemek bir, çektiğim filmi bir daha izlememek bu da iki… Filmleri bitirdikten sonra kesinlikle yapmadığım şeyler. Ama Roboskî’nin devamını çekmemin birinci sebebi Sinan’ı kaybetmekti. Tek isteği iki oğlunu büyütüp evlendirmek olan bir kadının artık tek başına yaşaması… İkisini de kaybetti, Heyam annenin iki mezarlık, ev ve ahır arasında gidip gelen hayatını, Sinan’ın ve katliamda kaybettiklerimizin anısına hikâyeyi tekrar hatırlatmak istedim. 

İkinci boyutu, çok büyük bir katliamın tek bir sorumlusu bile cezalandırılmadı, ortaya çıkartılmadı. Kimin ne yaptığı da belli değil, bir nevi üstü örtüldü, unutuldu gibi… On yıllık bir süre geçti ve doğrudan yargılanan hiç kimse olmadı, Roboski’liler dışında! Düşünün… Bu çok can acıtıcı bir durum. Bu yüzden bu hikâyeyi tekrar deşmek istedim. İzleyici üzerinde bir etki bırakır ve tekrardan gündeme gelir, orada ne olmuştu diye. Belki farklı bir şekilde bir bellek oluştururuz, bir arşiv olur, tarihe görsel bir not olur ve biz gittikten sonra da orada kalır. 

Orada çocuklar için bir fotoğraf atölyesi çalışması da yapmıştınız…

Evet, oradaki bütün aileleri de tanıyorum. İki yıla yakın orada o çocuklarla çalıştık.

O çocuklar büyüdüler, hatta biz oradayken evlenen çiftlerin çocukları şimdi dokuz on yaşlarında. Hepsi ailem gibi, görüşmeye devam ediyoruz. 

Selim Yıldız ve annesi Besna Xanim.

“Diyalog” birçok uluslararası festivalde gösterime girdi, size ödüller getirdi. Sadece kameranın arkasında değilsiniz, kameranın önünde de görüyoruz sizi “Diyalog”ta. Diğer filmleriniz içinde, doğrudan bir aile hikâyesi olması bakımından da farklı bir yer tutuyor. Bize anneniz Besna Xanim ve Diyalog’tan bahseder misiniz?

Diyalog en minimal haliyle ailemin gerçek hikâyesi fakat bu hikâye yüzbinlerce Kürt annesinin ortak hikayesi. Yaşça bizden büyük olan bir savaşta gidenlerin ardında kalanların, görünmeyen hikâyesi.

Belgesel sinemada şöyle bir şey var, aslında yönetmen yok. Bu tarz çalışmalarda hikâyenin gittiği yeri çeken biri var. Kurgu yok. Hikâye seni nereye götürüyorsa sen onun peşinden gitmek zorundasın bu bir.

İkincisi Diyalog’ta aslında annemi çekmeyecektim. 29 filmini çekerken Hogir ile tanıştım. 13 yaşından beri annesini görmemiş, 24 yıldır dağda. “Anneni görmek ister misin?” dedim ona. “İsterim!” dedi. Bu hikayeyi çekecektim ben. Anneyi buldum. Çok yaşlı, sohbetimiz gayet güzel ama kamera önünde acıyı dile getirmenin, olayın boyutu değişti, çekemedim. Kardeşim Rojava’daydı ve annem onu görmek istiyordu. “Olur ama şimdi değil, ancak bir iki yıl sonra.” dedi. Afrîn’deydi o zaman. Anneme dedim, bunun filmini çeksem mi diye. “Sen bilirsin, babana da söyleyeyim.” dedi ve aslında olay böyle gelişti. Yoksa benim özellikle annemi, kendi ailemi çekmek gibi bir derdim yoktu. Ama şunu düşündüm; eğer ben kendi annemi çekersem daha güçlü, temsili güçlü bir film olur.

Yamalı bir coğrafyanın belgefilmcisisiniz. “Ulusal” ve “Büyük” festivallerde yaşadığınız sıkıntılar, ayrı bir belge filmin konusu olabilecek niteliktedir diye düşünüyorum. Nazım’ın “Bana mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin” dediği gibi, bize” sansürün” portresini çizebilir mi Selim Yıldız?

Önce kimin sansürü ve nasıl bir sansür, ona bakmamız gerekir. Annemin elma yerken çektiğim sahneyi kullandığım için hayıflanması mı? Kültür Bakanlığı’ndan izin almayı reddettiğimiz için Ankara Film Festivali’nin sansürü mü? Politik içeriğinden dolayı devletin yasağı mı? Nerede durduğumuza bağlı bence. Eğer filmin yönetmeni ben isem, annem de, Ankara da, devlet de benim için devre dışıdır. Elbette hikâye sahiplerinin haklarına zarar gelmeyecek şekilde, çok hassas davranmamız gerekir. Onun dışında sadece zor olan bir filmi bitirmek değildir; aynı zamanda onu nasıl, hangi yollarla izleyici ile buluşturacaksın zorluğu da devam ediyor. Ama ne dünya bu ülkeden ibaret ne de festivaller bu ülkenin festivallerinden ibaret. Binlerce festival ve milyonlarca izleyici var.

Filmlerinizi ücretsiz online gösterimlerle birçok insana ulaştırdınız. Çekim, kurgu, montaj, festivaller… Bunların hepsi belirli bir bütçe gerektiriyor. Pandemi koşulları, dolaylı veya doğrudan sansür derken altından kalkılması çok da kolay olmayan şartlar söz konusu. Bir kampanya başlattınız, ona dair bilgi verebilir misiniz?

Malum, pandemi şartlarından dolayı bazı festivaller filmlerimizi online bir şekilde büyük bir izleyici kitlesine ulaştırdı. Zaten Roboskî katliamının her yıl dönümünde Hatırlıyorum’u bir hafta ücretsiz online izlemeye açıyorum. Bunun yanı sıra bu yıl çok fazla kaçak, korsan izleyenler oldu. (Kampanyaya en çok onlar destek versinler) Haliyle filmlerimizi destekleyecek bir devletimiz olmadığı için, Monolog filmini bitirmem için ve birçok film festivaline başvuru yapmam için ciddi bir bütçeye ihtiyacım var. Bunun gerçekleşmesi için de bir destek kampanyası başlattık. Yine hep beraber el ele verip güçlü bir film daha bitirmiş olacağız fena mı…