Metin Gülbay
Fatih Sultan Mehmet’in torunu, 2.Bayezit’in oğlu 1.Selim’in hangi olaylardan sonra zorla tahta çıktığını bir önceki yazımdaolabildiğince kısa bir biçimde ele almıştım. Bu yazımda da Selim’e niçin “yavuz” lakabı verildiğinden söz edeceğim.
Önce bir alıntı ile başlayacağım, biraz uzun olacak ama önemli, uzunluğundan dolayı özür dilerim. 2 Aralık 1503 yılında Venedik Senatosuna gönderilen bu rapor Andrea Gritti tarafından yazıldı. Yani Selim “tahtı almadan” dokuz yıl önce. Raporu tarihçi H.Erdem Çıpa Kitap Yayınevi’nden çıkan “Yavuz’u Yaratmak” adlı yapıtında yayınladı. Metni İtalyanca’dan İngilizce’ye Giancarlo Casale çevirmiş. Selim’den Yavuz’a giden yolu anlamak için bir yabancının gözlemlerinden daha güzel bir şey olamaz herhalde.
Gritti raporunda şöyle diyor:
“Ahmed (en büyük kardeş), en başından beri görevlendirildiği Amasya Sancağında refah içinde yaşıyor. Kırallara yakışır bir duruşu ve cana yakın bir yapısı olduğu söyleniyor, ama genellikle devlet işlerinden de pek anlamadığı düşünülüyor. Danışmanlarından oluşan divanın görüşlerine uyar, çalışmaktan ya da dünyevi endişelerden uzak yaşamayı her şeyden çok ister ve en büyük oğul olduğu için babasından sonra tahta çıkmayı umut eder.
Korkud** (ikinci kardeş) ufak tefektir ve kendini bütünüyle felsefe çalışmalarına vermiştir. İslam ilahiyatı üzerine yazar ve Manisa’da oturur. Bir gün sultan olacağına inanır, dindarlığından ötürü babasının, diğerleri arasından onu seçeceğinden emindir. Bu yüzden ve bir oğul olarak sahip olduğu sadakat hissiyle, babası hayatta olduğu sürece bütün kontrolün onda olabilmesi için hiçbir makamı kabul etmemiştir.
Selim, orta boylu ama bedenen formda ve çeviktir, esmer küçük bir yüzü ve uzun bıyıkları vardır. Kardeşlerinden daha yırtıcı ve kurnaz olduğu düşünülür ve bakışları zalimliğini ele verir. Son derece cömert olduğu gibi aynı zamanda da savaş canlısıdır ve bu iki niteliği sayesinde öyle hızlı ilerlemiştir ki, babasının yerini alacağını söyleyenler vardır. Tahta kimin çıkacağının belirlenmesinde etkili olan yeniçeriler, yalnızca kendi zevkini düşünen Ahmed’i ya da bütün zamanını kitaplarla geçiren Korkud’u istemeyecektir ama imparatorluğu akıllıca idare edecek, yeni topraklar fethedecek ve cömertliğiyle yeni ve büyük ordular kurabilecek olan (Selim) onlara iyilik ve lütuflarını bahşedecektir.
Padişah (2.Bayezit) ise kendisinden sonra, ılımlı ve sessiz olan Ahmed’in tahta çıkmasını istiyor, çünkü (Hersekzâde) Ahmed Paşa’nın bir gün bana dediğine göre Selim’in aşırı gaddarlığından korkuyor. Ve bu aynı zamanda yüce majesteleri (yani Venedik hükümeti) ve bütün Hıristiyan hükümdarlar için de en iyisi olur, çünkü Ahmed’in sakin bir karakteri olmasının yanı sıra, kardeşleri ve onların taraftarlarıyla başı öylesine derde girecek ki, her zaman onlarla mücadele endişesi içinde olacak.” (Gritti, Relazione a Bajezid 2, 23-24)
Gritti için Osmanlı hem İstanbul’u almış bir Müslüman devlet hem de Avrupa için en büyük korku kaynağıdır. Bu yüzden de şehzade Ahmed ile ilgili temennilerini bu açıdan görmek gerekir. Ancak onun görüşlerini önemli kılan gençliğinin büyük bölümünü İstanbul’da geçirmiş olmasıdır. “Kentte bulunduğu sırada şehir devletine bir yandan Venedik’in ticari ve siyasi çıkarlarını gözeterek, diğer yandan da siyasi istihbarat yoluyla edindiği bilgileri raporlar halinde senatoya yollayarak hizmet etmişti.”1
Osmanlı Sarayı ile kurduğu yakın ilişkiler Gritti’nin düşüncelerine önem verilmesini gerektiren bir başka dayanak noktasıdır. Gritti’nin yanı sıra Selim’in tahta çıkmasından bir ay kadar önce İstanbul’a gelen Venedik Elçisi Andrea Foscolo da yeniçerilerin saray bürokratlarıyla (sadrazam, vezirler ve diğer yöneticiler, m.g.) iktidara kimin geleceğiyle ilgili nasıl mücadele verdiğini ya da daha doğru bir ifade ile didiştiğini raporlarında anlatır. Foscolo yeniçeriler için “egemen olan ve ülkeyi yönetenler onlar” diyerek belki de Selim’i tahta çıkaran en önemli gücü yani yeniçerileri Osmanlı tarihçilerinden çok daha doğru biçimde tanımlamıştı. Ama bir yanlış anlamayı önlemek için yeniçerilerin Selim’in tahta çıkışında en önemli ama tek güç olmadığını eklemek gerekiyor.
Selim’i tahta taşıyan en etkili güçlerden biri olan yeniçerilere karşı bile zaman zaman nasıl gaddarca davrandığı hakkında arşiv belgelerinden birinde şu olay anlatılır: “Selim önce yeniçerilere (saltanatını) ‘kabûl ider misüz’ diye sormuş, sonra da bir üsküflü yeniçerinin asılarak, bir ulûfecinin de kılıçla öldürülmesini emretmişti.”2
Selim’in yalnızca sekiz yıl süren iktidarı boyunca altı sadrazam görev aldı, bunlardan üçünü idam ettirdi. Hadım Sinan Paşa Ridaniye’de savaş meydanında, Hersekzade Ahmed Mısır seferinden sonra Halep yakınlarında eceliyle öldü. Sağ kalan tek sadrazam ise Pîrî Mehmed Paşa oldu ki kendisi döneminin devlet adamları ve bürokratları arasında çok saygın bir yere sahipti. Selim döneminde idamlar öylesine artmıştı ki devlet yetkilileri birbirine “Selim’e vezir olasın” diye beddua etmeye başlamıştı. Pîrî Mehmed Paşa’nın bile bir gün Selim’e “Eğer beni sonunda bir bahaneyle öldürecekseniz, beni hemen (hayattan) azat etmeniz uygun olur” dediği söylenir. Selim’in yanıtı şaka içeriyor olsa da pek de yatıştırıcı değildir: “Benim de niyetim bu; kalbimin ve aklımın istediği de seni cansız kılmak ve yerle bir etmek. Ancak senin yerini alabilecek bir adam yok ve vezirlik görevini doğru dürüst yapabilecek biri yok. Aksi halde isteğini yerine getirmek kolay iş”.3
Selim iktidarını sağlama almak için kardeş katlini de harfiyen uygulamıştı. Mayıs ayında cülus’u olan Selim yedi ay sonra 16 Aralık 1512’de yeğenleri şehzade Mahmud’un oğulları Musa, Orhan ve Emir ile Şehzade Alemşah’ın oğlu Osman ve Şehzade Şehinşan’ın oğlu Mehmed’i idam ettirdi. 14 Mayıs 1513’te ise ağabeyi Ahmed’in oğlu Osman ile Şehzade Murad’ın oğlu Mustafa’yı idam ettirdi.
Selim’in idam ettirdikleri arasında yalnızca sadrazam ve vezirler ile şehzadeler ve çocukları yoktur. Nişancı Tacizade Cafer Çelebi’yi 1515 yılında Şehzade Ahmed yanlısı olduğu için idam ettirmiştir.
Selim döneminde yazılan nasihatname türünden risalelerde Selim’in öfkeli yapısı ve sık sık şiddete başvurması sultanın nizam-ı alemi her ne pahasına olursa olsun gözetme iddiasıyla meşrulaştırılırken şiddet ve öfke sözcükleri Selim hakkındaki yargılarını da istemeden ortaya çıkarır. Adı bilinmeyen bir yeniçeri tarafından 1509 ile 1609 arasındaki Celali isyanlarının hemen sonrasında kaleme alınan Kevânîn-i Yeniçeriyan’da Selim’in oğlu Süleyman’ın da Selim’in öfkesinden nasibini aldığını gösterir. Yazara göre Selim yine bir kızgınlığının doruğunda iken bostancıbaşına oğlu Süleyman’ı öldürmesini emretmiştir. Neyse ki bostancıbaşı Süleymanı saray hizmetkârı giysileriyle saray avlusuna saklamış ve ölümüne engel olmuştur. Selim bir süre sonra yaptığından pişman olduğunda bostancıbaşı ona oğlunun hayatta olduğunu söylemiştir. Süleyman’ın tahta çıktığında ikinci avluda geçirdiği günlerin anısına ve oradaki görevlilere duyduğu minnettarlıkla onların gündeliğini yarım akçe artırdığı ileri sürülür.
Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesinde (R.1099, 117b) kaydıyla yer alan Anonim Tarih’e göre Selim’in öfkeli bir anında bir Osmanlı devlet adamının önce boynunu vurdurttuğu, sonra bu kişinin kesik başını huzuruna getirterek defalarca tekmelediği anlatılır.
Selim’in gaddarlığına direnen devlet adamları da vardır. Taşköprüzade Ahmed Efendi’nin eş-Şakâikü’n-nu’mâniyye fi ulema’i’d-devleti’l-Osmaniyye (Kızıl Şakayıklar: Osmanlı Devleti Uleması) adlı tezkiresinde iki olaydan söz eder. Birincisinde Selim’in hazine-i hümayun görevlilerinden 150 kişiyi idama mahkum ettiği, Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi’nin sayesinde bunların kurtulduğunu anlatır. İkincisinde ise ipek ticaretine getirilen yasağa uymadıkları gerekçesiyle idama mahkum edilen 400 Osmanlı tebaası yine Ali Efendi aracılığıyla kurtulmuştu. Yasak öylesine anlamsızdı ki Süleyman tahta çıkar çıkmaz yasağı kaldırıp el konulan malları sahiplerine iade etmişti. İlk olaya Hırzü’l-mülûk adlı yapıtta değinilir. Anonim bir yazara ait olan yapıtta Zenbilli Ali Efendi’nin Selim’i “kendü muktezası üzre hazz-ı nefs içün Müslümanları zulman katl” etmekle yani “kendi zevki için Müslümanları haksız yere öldürmekle” suçlar. Ayrıca Selim “bir cüzi günah içün nice (kulunun) katline fermân” veren “gazûb” bir sultan olarak görülür. (küçük bir suçtan ötürü birçok kulunun idamını emreden …. öfkeli)
Kavânin-i yeniçeriyân’ın anonim yazarına göre Selim, Çaldıran Savaşından sonra isyan ettikleri savıyla birçok yeniçeriyi de idama mahkum etmek istemiş ancak ulema ve faziletli kişiler onu bu isteğinden vazgeçirmiştir.
2.Osman’a sunulan anonim kitab-ı müstetab’da ilginç bir olay aktarılır. “Padişah hazretlerinin (1.Selim kastediliyor) çok sevdiği bir cüce nedimi vardı. Pîrî (Mehmed) Paşa ona kısa bir not yazarak ricada bulundu: Oğlum, evvelsi gün sarayda sultanın huzuruna çıktığım zaman, saadetli padişah hazretleri sefer hazırlıkları yapılmasını emretti. Ancak seferin Anadolu’ya mı, yoksa Rumeli’ye mi yapılacağı bildirilmedi. Benim aptallığıma verilmemesi için (bu konuyu sultana) sormaya ya da arz etmeye utanıyorum. Şimdi lütfen bana oğulluk yap ve saadetli padişahın neşeli olduğu bir anda, seferin ne yöne yapılacağıyla ilgili yüce arzusunu öğrenmeye gayret et’. Talihsiz cüce sadrazamın notuna ve iltifatlarına kanarak rahmetli sultana seferle ilgili işleri sorunca, rahmetli sultan şaşırmış ve cüceye hitaben ‘Bana hemen söyle, seferle ilgili işleri sana kim anlattı’ diye sormuş. Çıngına dönen cüce ‘vallahi padişahım, kulunuz Pîrî Paşa, saadetli padişahımıza arz etmekten korktuğu ve utandığı için bu kulunuza bir not yolladı. Emriniz olur’ deyince rahmetli padişah hazretleri ‘benim eğlence arkadaşım olduğun için, sadece şaka olsun diye, sana seferim Rumeli’ye desem ya da aslında sefer Rumeli’ye olsa da Anadolu’ya desem ve sen doğru bilgiyi aldığını sanarak bunu sadrazama söylesen, o da senin lafına dayanarak yanlış hazırlık yapsa ne olur? Şimdi yüce devletin ve saltanatın işleriyle ilgili konulara senin gibi insanlar mı karışıyor? (Selim) hemen cücenin kafasının kesilmesini emretti. Sonra emrettiği gibi cücenin kafası bir tepsiye kondu, sarıp sarmalandı, mühürlendi ve Pîrî Paşa’ya hitaben ‘Bre Kara Türk! Bir tek yoldaşım vardı ve sen onu bana çok gördün. Şimdi sana onun kafasını yolluyorum. Eğer seferimin yönünü bilmek istiyorsan, İran’adır. İhtiyaçları düşün ve gereken hazırlıkları yap. Aksi halde aynı şeyi senin kafana da yaparım’ yazılı bir hükümle birlikte yolladı. Pîrî Paşa notla birlikte bohçayı aldığında neler olduğunu anladı, aklı başından gitti.”
Kavânin yazarına göre Pîrî Paşa Trabzon’dan devşirme yoluyla asker alma kararını sorgulamak istediğinde Selim yayla sadrazamın kafasına defalarca vurdu.
Görüldüğü gibi Selim’in gaddarlığına ilişkin anlatılar çoktur. Ancak bunlar onun askeri dehasına leke sürmez. Tabii Selim’in askeri başarıları bir başka yazının konusu olabilir ki zaten başında da belirttiğim gibi bu yazıda onlara hiç değinmeyeceğim.
Başlıkta sorduğumuz soruya yazı boyunca yanıt vermeye çalıştık. Çoğunuz diyecek ki “seni anlamadık, adama ‘yaman, mükemmel, kararlı, yorulmak bilmez’ anlamlarına gelen “yavuz” sıfatı verilmiş, sen ise onun gaddarlığından ötürü bu sıfatın verildiğini söylüyorsun”. Haklısınız, yavuz sözcüğünün 500 yılda nasıl anlam değiştirdiğini bilmiyoruz çünkü.
Yavuz sözcüğü 15 ve 16. yüzyıl sözlük ve atasözü derlemelerinde şöyle içeriklere sahipti: sert, habis, acımasız, şiddetli, pis, kötü, haşin.
Osman ve Orhan beylere “gazi”, 1.Murad’a “hüdavendigar”, 1.Bayezid’e “yıldırım”, 2. Mehmed’e “fatih” ya da “Ebû’l-feth”, 2. Bayezit’e “sofu” veya “veli”, 1.Süleyman’a “kanunî” lakapları verilirken 1.Selim’e çok olumsuz anlamlar içeren “yavuz” lakabı uygun görülmüştü.
Tarihçi Erdem Çıpa Yavuz’u Yaratmak adlı yapıtında “aslında bildiğim kadarıyla Selim için yavuz sanını ilk kez adı bilinmeyen emektar bir yeniçeri, Selim’in ölümünden neredeyse yüz yıl sonra, 1.Ahmed döneminde derlediği bir risalede kullanmıştır. Ayrıca Selim’in nasıl yavuz olarak anılmaya başladığını açıklayan tek belge de gene adı bilinmeyen bir yazarın kaleme aldığı tarihin bir 19. yüzyıl nüshasıdır” diyor.
1.Selim’e bu sanın verilmesinin nedenlerini yazıda anlatmaya çalıştım. Sanırım Selim bu sanı hak etmişti. Ancak onun devrinde değil çok sonradan kullanılmıştı bu lakap. Zaten 1.Süleyman’dan da ilk kez 18. yüzyıl başlarında “Kanuni” olarak söz edilmişti. Lakaplar genellikle hükümdarlar öldükten sonra halkın o hükümdarı vicdanında değerlendirmesi olarak anlaşılmalıdır. Kısacık saltanat döneminde ülke topraklarının yüzölçümünü iki katına çıkarmasına, Hazineyi rekor miktarda altınla doldurmasına ve bu rekorun imparatorluk yıkılına kadar kırılamamasına rağmen 1.Selim halkın vicdanında bu sıfatla yer almıştı.
* TDK’ye göre bu sözcük “Bir kimseye, bir aileye kendi adından ayrı olarak sonradan takılan, o kimsenin veya o ailenin bir özelliğinden kaynaklanan ad”dır. San yerine lakap sözcüğünü kullanmamın nedeni “yavuz” sözcüğünün bir san yani unvan olarak değil bir lakap olarak kullanılmasından dolayıdır.
** Korkud Manisa’da doğdu. Önce bugünkü Manisa ve dolayını içeren Saruhan sancağına atandı. Ağabeyi Ahmed bir süre sonra itiraz edince Teke sancağına gönderildi.
1 Yavuz’u Yaratmak, H.Erdem Çıpa, s.94, Kitap yayınevi
2 Anonim, Tarih (TSMK-Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi R.1099), 113b-114a; Anonim, Tevârih (TSMK R.1100), 83a; Anonim, Tarih (TSMK R.1101), 103b; Anonim, Tevârih (Azamat baskısı), 135. (H.Erdem Çıpa, Yavuz’u Yaratmak, s.100, Kitap Yayınevi)
3 Âli, Künhü’l-âhbâr, cilt 2, 1205-1206.