Demirtaş etkisi

Akın Olgun

İnsan utanç duygusunu kaybettiğinde, geriye çok fazla bir şey kalmıyor.

Kendilerine her şeyin mubahını bulup, buluşturmak ve hiç kızarmayan yüzlerine takıp takıştırmak ve devlet cenahından sarkıttıkları dilleri ile gücü elinde tutanların gösterdiği hedeflere höykürmek dışında elbette.

Utancı olmayanların pek getirisi yok aslında ama olsun, sürümünden kazanıyorlar.

“Hiç yoktan iyidir” diye bakıyorlar. 

Bir de, koca koca bakanların falan sözü yerde kalmasın, iki destek bulsun, kendilerini yalnız hissetmesinler diye, özelden “destek” görevi bildirip, hepsine klavye başına nöbet yazdırıyorlar.

İçişleri Bakanı, Demirtaş’ın öykülerinden oyunlaştırılan ve birçok kesimi bir araya getiren tiyatroya, katılımcılara, sahneye koyanlara ateş mi püskürmüş, parmağını sallayıp işaret mi etmiş birilerini, hemen utançsızlar devreye giriyor.  

Kimileri bilgiyi sevgiye, kimileri nefrete,

Kimileri bilgiyi hakikate, kimileri yalana,

Kimileri bilgiyi aydınlığa, kimileri karanlığa dönüştürür.

Utançtan sıyrılıp, omurgalarını çıkarıp her şeye teşne olanlar, yalana ve karanlığa gönüllü yazılırlar her zaman ve kendilerini yüzleştiren her şeyi, açtıkları bir mezara sürükleyip gömmek ve izlerini ortadan kaldırmak için, hızla “devletin bekası” denilen yere paçalarını atarlar.

İşte onlar, “utanç” diyorlar, “yüzünüz kızaracak” diyorlar. Kendilerinde olmayan ne varsa ipe dizip, meydan okuyorlar. 

Evet. Cezaevinde olan ve haydut hukuku ile yargılanan ve neden tutuklu olduğu tüm dünya tarafından bilinen Demirtaş’ın meşruluğunda bir araya gelenlere had çekiyorlar.

Peki, haddi nereden bildiriyorlar?

Sırtlarını yasladıkları “devletin güvenliği”nden. 

Biliyorsunuz, cümlelerinizin, sözlerinizin içine “devletin güvenliği”, “vatan, şehit” yerleştirdiğiniz anda akan sular durur.  

Öyle rahat, öyle geniş, öyle güvenli bir alan ki orası, ne yargılanır, ne hesap verirsiniz!

Üzerinde, “Devlet uğruna kurşun atan da, yiyen de şereflidir” yazan sığınaklarıdır orası.

Demirtaş cezaevinde, yani dört duvar arasında, yani iktidardan aman dilememiş, barış, hak ve özgürlükler çizgisinden gram taviz vermemiş, yazmış, üretmiş.

Sözünü, cümlelerini barıştan ve hakikatten yana kurmuş. Kendisini yargılamak isteyenleri tarih önünde mahkûm etmiş.

Rehin tutulduğunu ve asla hukuksuzluğa teslim olmayacağını ilan etmiş ve bunu göstermiş.

Bu duruş karşılık bulmuş, sesi, cümleleri büyümüş, milyonlara ulaşmış.

Vicdanlara dokunmuş, o vicdanı oluşturan bilinçte kendisine yer açmış ve en kıymetlisi cümleleri her kesimden insanla hemhal olmuş ve onları birbirine yakınlaştırmış ve tüm bunları elinden alınan özgürlüğüne rağmen yapmış.

“Bir gün şehitleri hatırlayıp, ‘ben neyi alkışlıyorum’ dediğinizde kızarmış avuçlarınızla yüzünüzü kapatacaksınız ama geç olacak” diye buyurmuş iktidarın nev’i şahsına münhasır Nedim Şener’i.

Pek bir bozulmuş Demirtaş’ın öykülerinden oyunlaştırılan tiyatroya ve oyunu izlemeye gelenlerin gösterdikleri dayanışmaya.

Süleyman Soylu, parmağı ile işaret edince, ibreti âlem için Demirtaş’ı “devletin güvenliği” askısına çekip, “bu bir terörist, sakın alışmayın, kanmayın” diye ortalığa düşmüşler ve Demirtaş’la, öyküleriyle, kitaplarıyla, duruşuyla dayanışma içinde olanlara “yarın geç olacak” diyerek pişmanlığa çağırmayı da unutmamışlar.

Dillerinden düşürmedikleri “vatan, millet, şehit” sözlerinin, “devlet için kurşun atan da, yiyen de şereflidir” seslenişinde tınlaması şaşılacak bir durum değil lakin unutmuşlar, o kurşunlardan biri, Hrant’ın, Tahir Elçi’nin ensesinde duruyor hala.

Kemal Kurkut’un sırtında, 

Taybet Ana’nın yedi gün boyunca sokakta kalan vücudunda,

Yaşı kadar mermi sıkılan Uğur Kaymaz’ın çocuk bedeninde ama gelin görün ki, “bin operasyon yaptık” diyerek, gururla üstlendiği cinayetleri ile iktidarın sahnesinde boy gösteren ne M. Ağar, ne de T. Çiller rahatsız ediyor onları.

Malum, “millilik ve yerlilik” sınavlarını hepsi Kürdün üzerinde gösteriyor ,“ne yaptı ulan bu devlet size” diyerek bağırıyor ve çocuk yüreklere tetik düşürüp eğleniyorlar.

“Aynı gemide değiliz” diyen solcuların, devrimcilerin, ilericilerin üzerinde manyetoyu sürekli çevirip, “kabul ettirdim” diyebilmek için, acımasızlığın ve kötülüğün sınırlarında, mezarlar kazıyorlar.

Mezarlar çoğaldıkça utançtan, mezarlar çoğalttıkça yüzleşmekten kurtuluyorlar.

“Kurtulduk” dedikleri ne varsa, bir başkasının utancında, vicdanında, bilincinde unutulmayacak bir AN’a dönüşüyor.

Biliyoruz ki masumiyete sapladıkları her söz, hakikate kurdukları her pusu bir cinayete yazılıyor.

Bir çocuk, panzerin tekerlekleri arasında böyle kalıyor.

Bir göçmenin bedeni böyle vuruyor sahile.

Bir anne, bakmakla yükümlü olduğu engelli çocuklarından böyle koparılıyor,

Bir gazeteci, yaka paça böyle gözaltına alınıp, böyle el konuluyor kamerasına, kalemine,

Bir kadının “ölmek istemiyorum” diyen sesi, kanlı bir bıçağın üzerine böyle son buluyor.

Ama biliyoruz ki masumiyete sarılan, özgürlüğe vurgun her söz ve hakikate bağlı her cümle geleceğin yaratıcısı oluyor.

Demirtaş’ın yeni kitabı işte böyle, hücreden hücreye, elden ele “geliyorrr” diyerek dışarı taşıyor.

“Devletin güvenliği” anlayışına sığınmış olanlar için ne kadar da çıldırtıcı.

Bu da bizim ödeşmemiz.