Prof. Dr. Mustafa Durmuş
17 Ağustos 1999’da yaşanan büyük depremin ardından çıkartılan 4481 Sayılı Kanun ile deprem vergileri olarak da bilinen yeni vergiler getirilmişti. Bunların arasında, bir sefer alınması planlanan ve 2004 yılından itibaren kalıcı hale getirilen, “Özel İletişim Vergisi” başta olmak üzere 2003-2019 arasında (2019 yılı fiyatlarıyla) 147 milyar lira toplam deprem vergisi toplandığı resmi olarak açıklandı. (1)
‘Deprem vergileri ne oldu’ tartışması
Toplanan bunca gelire rağmen, son Elazığ depreminde yaşandığı gibi, hala yaygın bir biçimde var olan çürük binaların yıkılması nedeniyle onlarca insan hayatını kaybetti. Üstelik aynı günlerde şiddeti 7,0’ın üzerinde olmak üzere Japonya ve Küba’da ortaya çıkan depremde tek bir kişi bile hayatını kaybetmedi.
Toplanan bu vergilerin özgün olarak depremin neden olabileceği zararı önlemek ya da azaltmak için kullanılmadığı ortada. Bu durum bütçe sistemimizde vergilerin bir havuzda toplanması ve ayrımsız olarak bütün vergilerin bütün kamu harcamalarının finansmanında kullanılmasıyla açıklanıyor.
Yani bizde, “ear-marking” adı verilen ve belli vergilerin belli hizmetlerin sunumunda kullanılması (2) uygulaması söz konusu değil. Batıda bazı ülkelerde örneğin petrol üzerinden alınan vergilerin petrol kullanımının neden olduğu zararlarla mücadelede ya da karayollarının bakımında kullanıldığı biliniyor.
Bu nedenle de “deprem gerekçe gösterilerek toplanan onlarca milyar liralık verginin neden depremle ilgili iyileştirmeler için kullanılmadığı” sorusuna yanıt verilemiyor.
İşin aslı ise şu: Vergi deprem gerekçesiyle alınmış olsa da başka amaçlar için kullanılıyor. Böyle bir sistem hükümetlere vergi gelirlerini istediği gibi harcama anlamında ciddi bir kolaylık sağlıyor.
Bu bağlamda “gerektiği yerlere harcadık” şeklindeki resmi açıklamalar tatmin edici değil. Çünkü herkesin “gereken yerden” anladığı şey farklı. Siyasal iktidar bunu örneğin duble yolların yapımı için gerekli görüp harcamış olabilir ama bu halkın acil ihtiyacını karşılamıyor. Bu vergiler (alınış amacına uygun olarak) deprem fay hatları üzerindeki yerleşim bölgelerinin depreme karşı iyileştirilmesinde (alt yapı ve depreme dayanıklı binalar yapmak şeklinde) kullanılmalıydı.
Vergilerin nereye harcandığı sorularına iktidarın verdiği sert tepki ise her şeyden önce halkın bütçe hakkını ortadan kaldıran bir tutum. Çünkü demokrasilerde halkın vergilerinin nerelere harcandığını bilmesi en doğal hakkı.
Buradan çıkartılacak bir ders halkın vergilerine sahip çıkması ve böyle korkutucu bir deprem haritasına sahip bir ülkede Kanal İstanbul gibi sonu kötü bitecek maceralara atılmamak gerektiği. Elde kaynak varsa, bu yeni rantlar yaratırken daha büyük depremleri de tetikleyecek projelerde değil, yeni depremlerin zararlarını azaltmakta kullanılmalı. Elazığ depremi ve ardından yaşanan bir dizi deprem bu gerçeği bir kez daha önümüze koymuş olmalı.
Kızılay vergi kaybının aracısı oldu
Halkın doğru bir biçimde bilgilendirilmesinin gerekli olduğu bir diğer konu deprem vergileri tartışmasının hemen ardından gündeme geldi: 2017 yılında Torunlar Gıda’ya bağlı Başkent Gaz’ın, Ensar Vakfı’na aktarılmak üzere yaklaşık 8 milyon dolar (yaklaşık 48 milyon lira) tutarında Kızılay’a bağış yaptığı ve bu bağışı da kurumlar vergisi matrahından düşerek bugünün parasıyla 10 milyon liraya yakın bir vergiyi ödemekten kurtulduğu ortaya çıktı.
Bu bağışın akıbetine ilişkin son bilgi ise bizzat Ensar Vakfı tarafından iki gün önce paylaşıldı. Bu bilgiye göre, bu para Türgev’e bağlı ve ABD’de faaliyet gösteren Türken Vakfına gönderildi. (3)
Bu bağış kuşkusuz en hafif deyimle iktidara yakın bir tekel konumundaki özel bir şirket ile bir vakıf ve Kızılay gibi devlete ait bir kurum arasındaki para trafiği ya da para aklama şeklinde özetlenebilecek ve yine demokrasilerde pek görülmeyen türden tuhaf ilişkileri gün ışığına çıkardı.
“En az Susurluk kazası kadar ciddi…”
Bu konuyu Bahadır Özgür, köşesinde: “…Kızılay vakası, en az Susurluk kazası kadar ciddi bir skandaldır. Görünen ip çekilebilirse, ardından 17 yılın karanlığı gelir…” sözleriyle çok net özetledi. (4)
Torunlar/Başkent Gaz-Kızılay ilişkisini savunan Kızılay’ın Genel Başkanı Kerem Kınık ise meseleyi sadece vergi boyutuna indirgeyip bu bağışı savundu. Bu işlemin vergi kaçırma değil, vergiden kaçınma olduğunu ve bunun da normal olduğunu ileri sürdü. (5)
Evlerimize gönderdiği fahiş gaz faturaları ile halktan sürekli hayır dua aldığına şüphe duymadığımız bir kurum, “Böyle bir bağış yerine faturalarında biraz indirim yapamaz mıydı?” sorusu ya da “Bir doğal gaz dağıtım şirketi, üstelik de adı çocuk tacizleriyle anılan bir vakfa neden 8 milyon dolarlık bir bağışta bulunur ve bunun için de Kızılay’ı bir komisyoncu gibi kullanır” sorularını sormak da insan ve yurttaş olmanın gereği.
Ortada etik dışı bir durum ve ciddi bir kamu geliri kaybı var
Kızılay Başkanının açıklamasına geri dönelim. Bu açıklamada bilinçli ya da bilinçsizce yapılan bir yanlış var. Mali hukukta vergi kaçırma yasalara aykırı, dolayısıyla da hem para, hem de hapis cezası gerektiren bir eylem olarak tanımlanır. Vergiden kaçınma ise yasaların boşluklarından yararlanarak mükelleflerin vergi yükümlülüğünü ortadan kaldırması eylemidir. Dolayısıyla da ikincisinin yasalara aykırı olmadığı yani suç olmadığı kabul edilir. (6)
Ancak aynı maliye literatürü vergiden kaçınmanın etik-ahlaki olmadığı ve vergi kaybına neden olduğu konusunda da hem fikirdir. (7) Bu çerçevede vergi cenneti konumundaki bir adada şirket kurup faaliyetlerini oradan yürütüyormuş gibi yaparak hiç vergi ödememenin yol açtığı vergi kaybı ne kadar etik dışı bir iş ise, Kızılay Başkanının yasal diye savunduğu bir vergiden kaçınma eylemi de o kadar etik dışıdır.
Yapılan iş vergiden kaçınma değil, peçeleme
Kaldı ki Başkent Gaz’ın yaptığı şey vergiden kaçınma değil. Çünkü vergiden kaçınma vergi yükümlülüğü doğuracak bir iş yapmaktan kaçınıp, vergisiz alanda faaliyette bulunmak anlamına geliyor. Başkent Gaz ise gaz dağıtım işinden sağladığı geliri üzerinden ödemek zorunda olduğu vergiyi (vergi matrahını düşürerek) ödemiyor.
Yani vergi matrahından Kızılay gibi tam bir vergi muafiyetine sahip imtiyazlı bir kamu kurumuna bağış yapıyor ve vergi kanununa uygun olarak bu bağış tutarının tamamını ödeyeceği verginin matrahından indiriyor.
Başkent Gaz’ın yaptığı iş kısaca; yaptığı bağışı ödeyeceği vergiden bütünüyle mahsup etmek. Bu bağışı doğrudan Ensar Vakfına yapmış olsaydı ancak o yılki kazancının maksimum yüzde 5’ini gider olarak gösterip matrahtan düşebilecekti. Kızılay’ı araya sokarak vergisinin tamamını ödemekten kurtuldu. Bu, vergi peçelemesi (8) olarak da adlandırılan durum (belki yasaya uygun ama) ahlaka ve kamu vicdanına aykırı bir durum.
Sonuçta şirket muhtemelen kendine şu ana kadar yapılan iyiliklerin karşılığını verirken, (9) Hazineyi 10 milyon lira dolayında zarara soktu. Hazine (doğallıkla) bu vergi açığını ya halktan topladığı KDV ve ÖTV gibi vergilerle ya da borçlanmayla kapatmak durumda kalacak ve halka dönük kamu harcamalarını kısacak.
Bu nedenden dolayı da şirketin yaptığı iş sadece etik dışı bir iş değil, vergi kaybına yol açan yasaya aykırı bir iş, bir tür vergi kaçırmak. Bunun beyan edilmesi gereken gelirden daha az gelir beyan ederek vergi kaçakçılığı suçu işlemekten özde bir farkı yok. Üstelik şirketin bu bağışı şarta bağlayarak yapması da son derece düşündürücü (paranın sadece 75 bin dolarının Kızılay’da kalması ve kalanın Vakfa aktarılması şartı).
Gelenek devam ediyor…
Depremin ilk günü herkese gönderdiği mesajla para bağışı yapılmasını talep eden bir kamu kurumunun kendini böyle bir işin aracısı konumuna düşürmesi ise (bu kurumun kuruluş amacıyla ilişkilendirildiğinde) çok kötü. Belli ki söz konusu vakfın siyasetteki ve nema dağıtımı işindeki ağırlığı oldukça fazla.
Bu davranışın izlerini çok eskiye gidip takip etmek gerekiyor. Çünkü eski alışkanlıklar kolay kolay terk edilmiyor. Nitekim vakıfların toplumsal yapıdaki ağırlığının Osmanlı’nın bir mirası olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bugün iktidarda olan ve Neo-liberalizm ile stratejik ittifak içindeki Siyasal İslam’ın da bu mirası aynen sahiplendiği açıkça görülüyor. Yeni Osmanlıcılık adı altında geçmişteki bazı kurumlar bugün de geçerli.
Vakıflar özel mülkiyete geçişin aracı oldular
Osmanlı’dan bu yana bu ülkenin tarihine baktığımızda başta vergi gelirleri olmak üzere kamu gelirlerinin ve bu gelirlerle yaratılmış olan ve müştereklerimiz sayılması gereken kamuya ait mülklerin yağmalanarak özel mülkiyete geçirilmesinde vakıfların çok önemli bir rolü olduğunu görürüz.
Osmanlı’da yöneticilerin bireysel olarak toprakların özel mülkiyetine sahip olmaları yasaktı. Bu kısıtlayıcı mülkiyet ilişkilerinden kurtulabilmek ve mülk sahibi olabilmek için padişahın dışındaki yönetici sınıfın temsilcilerinin seçtiği yol ise vakıflardı. Çünkü “dini hayır işleri” ve “sosyal yardımlaşma” için kurulan vakıflara toprak tahsis edilebiliyor ve toprakların işletme hakkı bu vakıflara veriliyordu. “Hayri vakıf” görüntüsü altında kurulan bu vakıflarda bir çeşit özel mülkiyet yaratılmış oluyor ve böylece, gayrimenkul gelirinin kolaylıkla varislere geçmesi sağlanıyordu. (10)
Bir başka anlatımla, (11) Osmanlı’da kuru mülkiyeti sadece padişaha ait olan miri arazinin bir kısmı “toprak, zaviye ve köy” olarak tarikat şeyhlerine hayri, bazen de aile vakıfları üzerinden geçirildi. Kuruluş yıllarında genellikle vakıf yoluyla mülk sahibi olmaya başlayan şeyh ve dervişler 1. Beyazıt Devrinden itibaren şehirlerde ulema zümresi olarak anılmaya başladılar ve Osmanlı’daki yönetici sınıfın bir parçasını oluşturdular.
Hem ulema, hem asker
Sadece ulema değil, askeri zümre de topraklar üzerinde malikâne ve vakıflar tesis ettiler. Özellikle Akıncı Beylerinin Trakya’daki malikâneleri çok genişti. Ayrıca devleti yöneten sınıfın içinde yer alan vezir, paşa, vali gibi yüksek yöneticiler, arazileri vakıflar yoluyla ele geçirdiler. Böylece, devlet toprakları, taşradaki derebeylerin ve ağaların yanı sıra, yüksek devlet bürokrasisi tarafından da yağmalandı (bu daha ziyade 17. yüzyılın başlarında gerçekleşmeye başladı).
Kısaca Osmanlı’da miri arazinin tek sahibinin padişah olması ve diğer yönetici sınıfların (ulema-din adamları ve askerler gibi) normal koşullarda mülk sahibi olmalarının yasak olması bunun ilk nedeniydi. Özel mülkiyete geçişin önündeki engelin aşılabilmesinin tek yolu vakıf oluşturmaktı.
İkincisi ise, Osmanlı toplumunda kamusal hizmet sunumunun önemli bir kısmı vakıflar yoluyla yapılırdı. Böyle vakıflar yoluyla elde edilen gelirler sözü edilen bu hizmetlerin karşılanmasında kullanılmak üzere tahsis edilirdi. Bu nedenle de vakıflar toplum nezdinde kabul görmüş, meşru kuruluşlardı. Bu kuruluşlar aracılığıyla özel mülk ve gelir elde etmek en güvenilir yoldu.
İşin ilginç yanı bu vakıfların farklı görüntüler altında Cumhuriyet döneminde de devam etmiş olmasıdır. Osmanlı’da daha ziyade dini ve hayri nitelikte ortaya çıkan bu vakıflar Cumhuriyet ile birlikte kurulan burjuva devletine geçtiler ve devletin kanatları altında on milyarlarca liralık mal varlığına ve yüzlerce işletmeye sahip bir biçimde varlıklarını sürdürdüler.
Yeni dönem vakıfları: Sermaye birikimi ve toplumu biçimlendirme araçları
Son 17 yılda ise vakıflar devletin kontrolü dışındaki dini ve cemaatçi yapılar halinde varlıklarını sürdürüyorlar. Sözde sivil toplum alanında yer alan ve sahip oldukları servetleriyle büyük kapitalist işletmeleri dahi kıskandıran bu tür vakıfların bazıları bir yandan yeni tür bir sermaye birikiminin aracı, diğer yandan kamusal kaynakların bazı güç odaklarına aktarılmasının paravanı işlevi görüyorlar.
Kuşkusuz bu vakıflar Neo-liberalizm –Siyasal İslam ittifakının önemli bir aracı olarak bu düzen için rıza üretme görevini de üstlenmiş durumdalar. Bu nedenle de siyasal iktidar tarafından korunuyorlar, belediyelerden bunlara devasa kaynak aktarılıyor, her türlü vergi muafiyetinden yararlanıyorlar ve piyasaya dönük akçalı işlerde her zaman öncelik sahibi oluyorlar.
İmkânlı üçleme uygulamada
1980’li yıllarda sermayenin devletle iş yapması daha ziyade “döner kapı” denilen bir yöntemle yürütüldü. Bu yolla büyük sermaye grupları kendilerine bağlı birilerini siyasette ve bürokraside etkin konuma getirdiler. Hizmetlerinin karşılığında bu şahıslar emekliliklerinde (ya da belli bir süre sonra) bu sermaye gruplarının şirketlerinde yüksek maaş ve çok iyi imkânlarla üst düzey yönetici olarak çalıştırıldılar.
Bunu 1990’lardan itibaren Truva Atı yöntemi izledi. Sermaye grupları Kamu Özel Ortaklığı projeleriyle devlete sızmaya başladılar ve milyar dolarlık ihaleleri aldılar. 2000’li yılların sonlarından itibaren, neo-liberal otoriterliğin artmasıyla birlikte, sermaye grupları giderek seçilmiş politikacılardan ziyade seçilmemişleri bakan ya da bakan yardımcılığı görevlerine getirttiler. Turizmden, sanayiye, eğitimden, tarıma ve sağlığa kadar çok önemli sektörlerde artık seçilmiş bakanlar değil, atanmış bakanlar hizmet vermeye başladı.
Bu zincirin (bize özgü biçimde olmak üzere) bir diğer halkasını ise Torunlar/Başkent Gaz-Kızılay-Ensar ilişkisi oluşturuyor. Artık bu modelin olmazsa olmazı bizzat merkezdeki ve yereldeki egemenlerce yönetilen dinci vakıflar. Bunlar devletin de dâhil olduğu her türden para ve ticaretin merkezinde yer alıyorlar.
Bu gidişata karşı mücadele kuşkusuz kârı (ve rantı) kendine amaç edinmiş, diğer bütün amaçların bu ana amaca tabi kılındığı kapitalizme karşı çıkmadan yürütülemez.
Yeni bir hikâye gerekli
Bu da, bugünden ilerici alternatifleri hayata geçirmekle sağlanabilir. Yani artık sadece egemenlerin çürümüş hikâyesini teşhir etmek yetmiyor, ona karşı yeni bir hikâye ile çıkmak ve bu hikâyeyi kitlelerle buluşturmak, değişim ve dönüşümü gerçekleştirmek gerekiyor (12).
Bu amaçla egemenlerin “imkânlı üçlemeleri” olan büyük sermaye şirketlerine, Truva Atı’na dönüştürülmüş sözde kamu derneklerine ya da Siyasal İslam’ın araçları haline gelmiş dinci vakıflara karşı hayatın ve ekonominin tüm alanlarında demokratik kooperatifleri, halk, kadın ve gençlik meclislerini ve komünleri örgütlemek gerekiyor.
Yeni hikâyemiz bu olmalı.
DİP NOTLAR:
(*) İmkânsız Üçleme ya da Üçlü Açmaz (impossible trinity/ trilemma) kavramı ekonomi alanında kullanılan bir hipoteze verilen ad. Bu hipoteze göre; bir ekonomide aynı anda hem sermaye hareketlerinin serbestliği, hem sabit döviz kuru uygulaması, hem de bağımsız bir para politikası uygulaması mümkün olamaz.https://www.ensonhaber.com/erdogandan-kilicdarogluna-deprem-vergisi-yaniti.html (31 Ocak 20120).
(1) Michael Howard, Public Sector Economics for Developing Countries, University of West Indies Press, 2001, s. 158.
(2) https://gazetemanifesto.com/2020/ensar-vakfi-kizilaydan-gelen-parayi-abdye-gondermiş (31 Ocak 2020). Bir habere göre bu bağış ABD’deki Hazine Bakanlığı’nın listesinde yer almıyor. Haberde paranın kayıp olduğu ileri sürülüyor. Aynı haberde, 2014 yılından bu yana Ensar ve Türgev’in Türken’e yolladığı bağışın tutarının 54 milyon doları bulduğu iddiası da yer alıyor. Bkz: https://www.siyasetcafe.com/kizilayin-8-milyon-dolari-buhar-olduensarin-abdye-gonderdik-dedigi-bagis-kayip (31 Ocak 2020).
(3) Bahadır Özgür, “Torunlar-Kızılay-Ensar: Bir hokus pokus hikâyesi”, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/01/30/torunlar-kizilay-ensar-bir-hokus-pokus-hikayesi (30 Ocak 2020).
(4) https://www.birgun.net/haber/kizilay-baskani-ndan-8-milyon-dolarlik-bagis-aciklamasi-vergi-kacirmak-baska-vergiden-kacinmak-baska (29 Ocak 2020).
(5) Abdurrahman Akdoğan, Kamu Maliyesi, Genişletilmiş 11. Baskı, Gazi Kitabevi, 2006, s. 165-167.
(6) John Christensen, “Taxing transnational corporations”, Tax Justice ( edts. Matti Kohonen and Francine Mestrum) içinde, Pluto Press, 2009, s. 115-116.
(7) Murat Batı, “Kızılay üzerinden Ensar Vakfı’na bağış: Vergi kaçırmak mı, vergiden kaçınmak mı, peçeleme mi, kanuna karşı hile mi?”, https://t24.com.tr (31 Ocak 2020).
(8) Özgür, agm;
(9) Ensar Vakfı’na, Kızılay üzerinden 8 milyon dolar bağışlayan Başkentgaz’ın TÜRGEV’e bağışladığı işyerlerinin 30 milyon TL değerinde olduğu ileri sürülüyor. Bkz: http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/1717428/goz-yasartan-hayirseverlik (31 Ocak 2020).
(10) Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Cilt 2, Cem Yayınevi, 1974, s. 322.
(11) Sencer Divitçioğlu, Osmanlı Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 2010, s. 31-32.
(12) George Mobiot, Out of the Wreckage- a new politics for an age of crises, Verso, 2017, s. 1.