Ankara Tabip Odası Başkanı Ali Karakoç, pandemi nedeniyle çok fazla insanın enfekte olduğunu, ölü sayısının çok fazla olduğunu belirterek, “Topluma şunu kabul ettirmeye çalışıyorlar aslında: Kabul edilebilir ölüm sayıları. Toplum bu kadar ölümü kabul edecek; ‘salgında olabilir’ diyerek… Oysa çok daha az enfekte, hasta olabilirdi. Ve ekonomik olarak da bu kadar kayba uğramamız gerekmiyordu.” dedi.
Halit Elçi
Ankara Tabip Odası Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Ali Karakoç ile siyasi iktidarın pandemi sürecini nasıl yönettiğini, aşılamanın nasıl gerçekleşeceğini, “Tükeniyoruz” diyen sağlık çalışanlarının çalışma koşullarını ve pandemide Ankara’daki hastanelerin durumunu konuştuk.
Siyasi iktidarın pandemi karşısındaki genel politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz meslek örgütü olarak?
Buna sadece Türkiye temelinde cevap vermek yetersiz olur. Dünyada uygulanan sağlık politikaları, özellikle 1980’den sonra uygulanan neo-liberal politikalarla kamusal bir görev olması gereken sağlık hizmetleri piyasaya açıldı. Üzerinden kâr elde etmek amacıyla yürütülüyor. Batı Avrupa, Amerika, Rusya… Bizim ülkemizde de aynısı geçerli. Pandemi döneminde de böyle.
Oysa ki bulaşıcı hastalıklarda, daha doğrusu tüm hastalıklarda temel olan, koruyucu sağlık hizmetleridir. Ama dünyadaki birçok ülkenin uyguladığı politikalar koruyucu sağlık hizmetlerini arka plana itti. Dolayısıyla bizim ülkemizde de aynı süreç devam ediyor. Pandemiyle, salgınla mücadele birinci aşamada, koruyucu önlemlerle yapılmıyor, salgın yataklı tedavi kurumlarında karşılanmaya çalışılıyor. Böyle olduğu müddetçe bizim ülkemizde ve başka yerlerde sağlık altyapısı yeterli olmayacaktır.
Bunun en iyi örneği, biliyorsunuz İtalya’daki o meşhur görüntülerdir; insanların yatak bulamayıp hastane koridorlarında yattığı… Onları dünyanın birçok ülkesinde görmek mümkün.
‘Topluma ‘kabul edilebilir ölüm sayıları’nı kabul ettirmeye çalışıyorlar’
Salgın süreci bizim ülkemizde Sağlık Bakanlığı ve iktidar tarafından insan sağlığını ve toplumu öncelemeyen tamamen ekonomik bazlı ve politik hesapların yönlendiriciliğinde yürütülüyor. Ondan dolayı şeffaf, demokratik tarzda yürütülmedi. Sağlık meslek örgütleri, yani bu işin öznesi olan birikimleri olan uzmanlık örgütleri TTB, sendikalar… hiçbiri bu süreçte yer alamadı. Sözümona bir Pandemi Bilim Kurulu oluşturuldu. Ama geldiğimiz noktada görüyoruz ki, Bilim Kurulu’nun kararlarıyla değil, yine ne yazık ki ‘Tek Adam’ın kararlarıyla süreç yürütülüyor. Dolayısıyla hem şeffaf değil, hem bilimsel değil.
Çok fazla insan enfekte oldu, ölü sayısı çok fazla. Topluma şunu kabul ettirmeye çalışıyorlar aslında: Kabul edilebilir ölüm sayıları. Toplum bu kadar ölümü kabul edecek; ‘salgında olabilir’ diyerek… Oysa çok daha az enfekte, hasta olabilirdi. Ve ekonomik olarak da bu kadar kayba uğramamız gerekmiyordu.
Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, bizim ülkemizde de sağlık hizmetleri tedavi hizmetlerine sıkıştırılmış, asıl bulaş kaynağı tespit edilmiyor, mantıklı ve anlamlı bir filyasyon çalışması, sürveyans yani bilgi toplama vs yapılmıyor. Hem üretim alanındaki işçiler, hem kamuda çalışan emekçiler, kronik hastalar, kırılgan dediğimiz dezavantajlı gruplar, mülteciler… çok ciddi etkileniyor. Bunların başında en riskli grup olan sağlık çalışanları geliyor. Sağlıklı, bilimsel verilere dayanan bir salgın yönetimi yapılmıyor.
Burada bilinçli bir şey yok mu? Hastanelerin dolmasına ramak kalana kadar salgının yayılmasına izin veriliyor, o noktaya gelince tedbir alınıyor sanki. İktidarın “sürü bağışıklığı” politikası izlediği görüşüne katılıyor musunuz?
Bir stratejinin olduğunu düşünmüyorum aslında. Belki dünyada başlangıçta şöyle bir strateji uygulamaya kondu, halen Amerika onu uyguluyor, neredeyse hiçbir şey yapmıyor. Biliyorsunuz, dünyada en çok enfeksiyonun, ölümün olduğu ülke, zaten sağlık altyapısı tamamen özelleştirilmiş, kamu bütçesinden karşılanan herhangi bir sağlık hizmeti yok…
Bu bize de yavaş yavaş geliyor. Aslında bizde her ne kadar kamu hastaneleri varsa da, buradaki “kamu” kavramı kamusal değil, devlete ait bir şey. Sonuçta hastaneler siyasi erkin bürokratik yapısının eline teslim edilmiş, verilen kararlar yine piyasacı kararlar. Bu süreç devlet hastanesinde de yönetilse işler piyasa kurallarına göre yapılıyor. Hatta en büyük kapitalist, devlet şu anda.
Mesela son günlerde PCR testlerinin, birkaç firmaya yeniden ihale edildiğini duyuyoruz. Oysa ki, PCR testin üretimini ülkede yapıyoruz demişlerdi, sonuçta toplumda yaşayan herkes sağlık hizmetine para karşılığında ulaşabiliyor.
Öyle bir düşünce vardı sanki başlangıçta; sürü bağışıklığına bırakalım, toplumsal bağışıklığa… Ama şu var ki, Covid-19 çok hızlı yayılıyor ve ölüm oranı yüzde 1-2… Ve çok uzun süre gerekiyor sürü bağışıklığının tamamlanması için. Bizim ülkemizi düşünelim. 80 milyon nüfusumuz var, dokuz aydır devam ediyor. Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı rakamlara göre 600 bin kişi enfekte oldu ülkede. Gerçekte muhtemelen enfekte sayısı 900 binle 1,5 milyon arasında. 9 ay için bu rakam çok düşük. Bu nedenle sürü bağışıklığı için yıllar gerekecek. Bu, ciddi oranda kayıplar verilmesi demektir.
‘Biyo-medikal firmalar her koşulda çok para kazanacak’
Bir de işin diğer ucunda biyo-medikal firmalar var. Şimdi sonuçta herkes bütün umudunu aşıya bağladı. Aşı yapıldığında da, aşı üzerinden çok büyük gelir elde edecek belirli firmalar… Biliyorsunuz şu anda Phizer, Biontech gibi firmalar var, Amerika’daki Moderna, işte Çin aşısı, vs. Sonuçta buradan bir kazanç planlanıyor.
Sürü bağışıklığına bırakıldığında da o biyo-medikal şirketler çok para kazanacak. Aşılama yapıldığında da…
Ama toptancı şekilde, “Süreci tamamen sürü bağışıklığına bıraktılar” demek biraz zor.
Ama “Çarklar dönecek” dedi Erdoğan. Birinci öncelik bu. Her şey buna göre yapılıyor. 65 yaş üstü kapatılıyor, 20 yaş altı kapatılıyor ama çalışıyorsa onlara da izin var. Çalışan herkes hasta olabilir. Toplu taşımayla gidip geliyorlar mecburen. Yani “işçiler hasta olabilir ama bunu kontrol altında tutmak gerekir” deniyor, değil mi?
Evet. Bütün amaç bu gerçekten. Hatta biyopolitikaya kadar götürülebilir bu süreç. Önemli olan üretim! Kimin için üretim? İşveren, sermayedar için üretim. İşte bunun en iyi örneğini Dardanel’de, Vestel’de görüyoruz. İşveren enfekte olan, hasta olan işçileri fabrika içinde kapalı alana kapatıp, ya da yurt yapıp işçileri orada çalışmaya zorlaması… tam da bunun örneği. MÜSİAD’ın bir önerisi vardı: Çalışma kampları, modern kölelik… Sadece pandemi dönemine özgü değil tabii…
Bir de şu var: Pandeminin, salgınların sıklığı artacak. Çünkü bu üretim formasyonu gereği doğanın efendisi “insan” olarak algılanıyor. Ekoloji, dünyadaki diğer canlılar vs hepsi “insan”ın hizmetinde. Aslında burada “insan” derken kapitalizmin bireyini kastediyorum.
Böyle olunca, önümüzdeki dönemlerde pandemi sıklıkları ya da sağlık alanındaki krizler artınca sermayenin buna bir çare bulması gerekir! Kapalı bir alan ya da bir kamp yaratılacak, oradaki insanlar, orada yetişen herkes artık oradaki üretim üssü için, o çalışma alanı için yaşayacak…
TTB olarak siz “tam kapanma” önerisinde bulunuyorsunuz. Ama iktidar buna yanaşmıyor. Neden tam kapanma? Son alınan önlemler yeterli midir?
Alınan önlemler… Miş gibi yapılıyor. Birşeyler yapılmış gibi yapılıyor. Az önce söyledik. Çalışmak serbest, onun dışında her şey yasak! Temel hak ve hürriyetler için sokağa çıktığınızda pandemi üzerinizde baskı aracı olarak kullanılıyor. Ama gündelik çalışan yurttaşın, evini geçindirmek için çalışan esnafın, emekçinin aç kalması hiç umurlarında değil.
Biz tam kapanmayı sürecin başından beri şöyle gördük: Asla ve asla sokağa çıkma yasağı değil… Epidemiyoloji biliminde böyle bir şey yok. Niçin tam kapanma kavramını kullanmaya başladık? Çünkü sürecin başından beri işler yanlış gitti. Çünkü bilimsel verilere göre bulaşın kaynağını bulamadık, temaslıları karantinaya alamadık. Burada gevşek davranıldığı için, uygun davranılmadığı için, salgın hızlı yayıldı.
‘Tam kapanmada yurttaşın temel ihtiyaçları karşılanmalı’
Yaz sezonunu hatırlayın. Turizm sektörünün para kazanması için turist nereden gelirse gelsin aldık. Bu tabii sadece bizim için değil, İtalya, İspanya için de geçerli. Turist gelsin, para harcasın. Açıkçası şu an çok hızlı yayılan enfeksiyonun kısmen de olsa önüne geçilebilmesi için, sağlık meslek örgütleri böyle bir kavram kullanmak zorunda kaldı. Ama buradaki tam kapanma, iktidarın söylediği Hayat Eve Sığar ya da Evde Kal Türkiye cümlesiyle aynı şey değil. Buradaki kapanmanın altını dolduruyoruz biz. Diyoruz ki; zorunlu olmayan mal ve hizmet üretimini durdurun. Ama bunu durdururken oradaki emekçinin sosyo-ekonomik kaybını kesinlikle karşılayın. Gündelik kendi hesabına çalışan esnafın veya işsizin mutlaka temel giderlerini karşılayın. Yani elektriğini, doğal gazını, suyunu ödeyin. Ya da temel yurttaşlık geliri sağlayın; ya da adına ne derseniz deyin. Bizim ülkemizde açlık sınırı 2500 TL dolayında, yoksulluk sınırı 8 bin liraya dayandı. Yurttaşların geçinebilmesi için mutlaka temel ihtiyaçlarını karşılayın. Bu virüsün kuluçka süresi olan 14 günlük sürede tam kapanma zorunludur. Toplumsal hareketliliği azaltmak için şehirlerarası ulaşımı mutlaka kesin.
Sosyal devlet anlayışı içinde bunun örnekleri de var. İngiltere bunu 2. kapanmada yaptı, Almanya bunu 1. kapanmada halen yapıyor. Mesela Almanya’dan bir örnek vereyim size: Esnafa diyor ki, “2019’daki kazancının yüzde 80’ini karşılayacağım.” Ama bugün bizde lokantalar, kahveler vb kapatıldı. Yurttaşlar kiralarını ödeyemiyor. Çalışanlar işlerini kaybetti, aileleri evde aç.
‘Aşı üretme kapasitesine sahip değiliz’
Aşı konusunda düşünceniz nedir? Çözüm burada mı? Bir de aşının ücretsiz olacağı açıklandı ama şu anda 25 milyon kişiye ücretsiz aşı sağlanacağı anlaşılıyor. Gerisi nasıl olacak? Sanki bu 25 milyon aşı öncelikli olan kişilere, sağlık çalışanlarına, kritik durumda olanlara… Onun dışındakiler ne yapacak?
Açıkçası aşılama benim uzmanlık alanım değil. Detaylı bilgi sahibi değilim. Ama doktorlar olarak aşılamayı en güvenilir, en ekonomik bağışıklama yöntemi olarak kabul ediyoruz. Bunun karşılığında yine patentler vs. Düşünebiliyor musunuz, insanların hayatını kurtaracak bir şey buluyorsunuz, ama sistem onu size parayla satıyor. Patent. Birinin izni olmadan kullanamıyorsunuz. Sonuçta uygulanan politikalar kâr üzerine. İnsanın mutluluğu, refahı ya da sağlığı üzerine değil, amaç tamamen kâr. Hem tedavi aşamasında hem de bağışıklama aşamasında böyle.
Şu anda dünyanın dört bir yanında Covid-19 için de herkesin bel bağladığı şey aşılama. Ama dünyanın genelinde yaşanan eşitsizliklerden kaynaklı, Biontech ve Phizer gibi daha güvenilir firmaların aşı üretiminin çok büyük kısmını merkez kapitalist ülkeler sipariş verip almışlar. Bize gelecek aşı, öncelikli olarak 11 Aralık’ta uygulanacak, hatta şu anda aktif olarak uygulanan, Çin aşısının faz 3 çalışmasıdır. Yani o aşının etkinliğinin insan üzerindeki denemesi. Buradaki verilerle, faz 3 çalışmasının sonuçları ortaya çıkacak. Sağlık Bakanı’nın dediği, bu Çin aşısı…
Biontech’le ilgili şöyle bir kaygımız var tabii ki: Düşünün yıllardır bu ülkede grip aşısı uygulanıyordu. Aslında uzun zamandan beri Hıfzısıhha Enstitüsü tarafından aşı üretiliyordu, bu kapasiteye sahiptik. Ama Ak Parti 2011 yılında bunu bilerek ve isteyerek kapattı. 1980’lerden itibaren uygulanan politikaların getirdiği bir sonuç bu.
Biz ülke olarak aşı üretme kapasitesine sahip değiliz artık. Bizim yerli aşımız yok.
‘Covid-19 aşısı herkese ücretsiz sağlanmalı’
Erdoğan “milli ve yerli aşı”mızın üretileceğini söylüyor ama…
Doğru değil. Bizim yerli aşı üretecek kapasitemiz, öyle bir imkanımız yok. Bizde Çin aşısının faz 3 çalışması yapılıyor sadece. 11 milyon dozdan bahsediliyor. Ama bunları söylerken… biz güvenmiyoruz. Sağlık Bakanlığı verilerine göre bu ülkede 25 milyon kronik hastalığı olan yurttaşımız var. 1 milyon sağlık çalışanı var. 7,5 milyon 65 yaş üzerinde yurttaş var. Bunlar tabii ortak bir kümeye getirildiğinde, nereden bakarsanız bakın, bu ülkede yaklaşık 15-20 milyon doz aşıya ihtiyacımız vardı. Ama grip aşısını bile 1,3 milyon doz getiren bir iktidarın, 2 doz yapılması gereken, her bir dozu 20 küsur dolar eden bir aşıyı tamamen ücretsiz sağlayacağına inanmak çok zor. Covid-19 aşısıyla ilgili söylemlere çok güvenmiyoruz açıkçası. Ama bizim temel talebimiz, herkese Covid-19 aşısının ücretsiz yapılmasıdır. Mümkün mü? Çok ciddi şüphelerimiz var.
Yerli aşımız vardı eskiden. 2011’de kapatıldı. Ankara Tabip Odası olarak 1940’larda Hıfzısıhha Enstitüsü tarafından üretilen aşıyla ilgili yazışmaları sosyal medyada paylaştık. Böyle bir üretim vardı ve 2011 yılına kadar da yapılıyordu. 2003’te Ak Parti iktidara geldikten sonra bilinçli biçimde uygulanan sağlık politikaları sonucunda Hıfzısıhha Enstitüsü kapatıldı.
Şimdi CHP’nin başlattığı bir kampanya var, yeniden açılsın diye. Bu ülkede bilimsel altyapı, insan gücü, bilgi açısından altyapı var ama teknolojik altyapı şu anda buna uygun değil.
Peki bunu nasıl iddia edebiliyorlar?
Pandemi sürecini de böyle yönetiyorlar. “Çarklar dönsün de ne şekilde dönerse dönsün” diyorlar. Daha 1 hafta öncesine kadar günlük 4 bin, 5 bin hatta bin, bin 500 vaka sayısı açıklanıyordu. Bir haftada ne olduysa 30 binlere çıktı. Şeffaflık yok. Algı yönetimi yapılıyor sonuçta. O da bir algı yönetimi. Bizim yerli aşı üretimimiz yok.
Pandemi sürecinde sağlık çalışanlarının durumu hakkında bilgi verir misiniz… Ayrıca sağlık çalışanlarına izin, emeklilik yasağı var. Bu konularda görüşünüz nedir? Covid-19’a yakalanmak neden meslek hastalığı kabul edilmiyor?
Normal popülasyona göre diğer insanlardan 10 ile 15 kat daha fazla enfekte oluyor sağlık çalışanları. Çünkü mesleki faaliyetimiz gereği biz bu hastaları görüyoruz, muayene ediyoruz tedavi ediyoruz. Dolayısıyla çok sık karşılaşıyoruz çalışma alanlarımızda. Gerçekten toplumdaki ortalamadan çok daha fazla enfekte oluyoruz. Ankara Tabip Odası olarak son verileri topluyoruz. Şu ana kadar yaklaşık 190 sağlık emekçisi hayatını kaybetti. Bunların 70’e yakını hekim. Ne yazık ki durum bu. Dünyanın diğer ülkelerinde de böyle.
Meslek hastalığından kastımız şu: Siz çalıştığınız alandan ötürü bir mesleki maruziyet yaşıyorsunuz. Sırf mesleki nedenlerle sık maruziyetten dolayı sizde yarattığı enfeksiyon veya hasar nedeniyle ya seker kalıyor sizde ya da hayatınızı kaybediyorsunuz.
Dünya Sağlık Örgütü Covid-19’un meslek hastalığı olarak kabul edilmesi önerisini dünyanın bütün sağlık otoritelerine yaptı. 130 ülke Covid-19’u meslek hastalığı olarak kabul etti. Bizde de sürecin başında Sağlık Bakanlığı’nın böyle bir tutumu var gibiydi, ilk 1 ay “Bütün enfekte olan sağlık çalışanlarıyla ilgili meslek hastalığı raporu tutulsun” vs deniyordu. Ama Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı kararıyla ne yazık ki bu engellendi. Şu anda ülkemizde meslek hastalığı veya iş kazası olarak kabul edilmiyor.
Biz bunu öncelikle sağlık çalışanları için istiyoruz ama üretim alanlarında çalışan herkes o çalıştığı alandan dolayı maruz kaldıysa onlar için iş kazası ya da meslek hastalığı olarak değerlendirilmesi gerekiyor.
Meclis komisyonunda Covid-19’un meslek hastalığı olduğu yönünde karar çıktığı iddia edildi. Bunun doğruluk payı var mı?
Evet, iki hafta önce biz de hem Sağlık Emekçileri Sendikası (SES) hem Ankara Tabip Odası olarak öyle bir duyum aldık. Biz de sağlıkçı milletvekillerinden aldığımız duyum üzerine sosyal medyada paylaştık. Sağlık Altkomisyonu’nda bütün partilerin sağlıkçı milletvekillerinin ortak kararıyla komisyondan geçtiği yönünde bilgi aldık. Ama sonra o bilginin tam da öyle olmadığını, hemfikir olduklarını ama komisyondan geçen bir karar olmadığını öğrendik. Bu ortak fikri eski sağlık bakanı Recep Akdağ’ın ÇSGB’ye ilettiğini, oradan gelecek karara göre hareket edileceğini söylediler. Orada halen olumlu bir geri dönüş yok açıkçası.
Hayatını kaybeden birçok sağlık emekçisi var… Daha emekliliğini hak etmemiş, hayatını kaybedenin çoluğu çocuğu, aile bireyleri hem sosyal hem ekonomik çok ciddi kayba uğruyor. Biz sağlık çalışanları çalışma alanımızdan ötürü, mesleki yükümlülüklerimizi yerine getirdiğimiz için Covid-19’la daha sık karşılaşıyoruz, bundan dolayı enfekte oluyoruz, ki ileride nasıl bir seker kalacak, enfeksiyonu geçirip hayatta kalanlarda ne tür arazlar olacak, onunla ilgili bir çalışma da yok. Ama özellikle hayatını kaybeden sağlık emekçileri için mutlaka bunun meslek hastalığı olarak kabul edilmesi gerekiyor. Bu talebimizde ısrarcıyız. Bunun için de ısrar edeceğiz.
“Tükeniyoruz” diyorsunuz. Bu ne demek? Niye böyle diyorsunuz?
Tükenmişlikten şunu kastediyoruz: Salgın süreci iyi yönetilemediği için, yataklı tedavi kurumlarında karşılandığı için, bilimsel bir çalışmaya, yani epidemiyolojiye göre mücadele edilmediği için gerçekten iş yükümüz çok arttı. Hem çalışma sürelerimiz arttı, hepimiz çok yorulduk, hem psikolojimiz etkilendi.
Düşünün diş hekimi arkadaşlarım filyasyon çalışmalarında çalışıyor, diş hekimliği yapamıyor şu anda. Örneğin ben üroloji uzmanıyım, 1 yıldır uzmanlığımla ilgili bir şey yapamıyorum. Covid-19 tanı ve tedavisi için çalışıyorum.
Bu süreç hepimizi yordu. Hem de karşımıza gelen hastalarımız birer anne, çocuk, baba, kardeş, eş… hepsinin değeri var. Onlara yetememezlik de gerçekten psikolojik olarak bizi etkiledi.
Ayrıca bu süreçte ne yazık ki yine idarecilerin sağlık emekçileri üzerindeki baskıları ve mobbingleri arttı. İşte sağlık alanında yaşanan şiddet aynı şekilde devam ediyor. Bu, hem psikolojimizi etkiledi, hem çalışma motivasyonumuzu kırdı. Yetmiyormuş gibi, bütün krizlerde bedeli emekçiler ödüyor. Sağlık alanında yaşanan bir kriz olduğu için onun bedelini de sağlık çalışanları ödüyor. Sağlık Bakanlığı yayımladığı bir genelgeyle izinlerimizi iptal etti. Biz izne çıkamıyoruz. Oysa bizim yeniden üretim sürecinde bulunabilmemiz için dinlenmemiz gerekiyor. İzin hakkımız elimizden alındı. İstifa etme hakkımız, anayasal hakkımız elimizden alındı. Halen bu şekilde devam ediyor.
Ayrıca şöyle haberler de çıkıyor. Sizin raporlarınızda da var. Örneğin sağlık çalışanının Covid testi pozitif çıkıyor, ama testi negatife dönmeden hastanede çalışmaya çağırıyorlar. İşin diğer boyutu, hasta hasta çalışırsanız, kendi hastalarınıza bulaştırabilirsiniz… Öyle değil mi?
Baştan beri söylediğimiz bakış açısı ve tutum burada da açığa çıkıyor.Temel amaç üretimin devam ettirilmesi… Yoksa bir sağlık çalışanı da olsa, bir işçi de olsa fark etmiyor. Yöneticiler için bunun bir önemi yok. Üretim devam etsin, yeter.
OECD ülkeleri arasında sağlık çalışanı oranının en düşük olduğu ülke biziz. Sayı olarak en azız. İş yükü olarak en ağır işi yapıyoruz, en az ücreti alıyoruz. Türkiye’de 100 bin kişiye düşen hekim sayısı 190’larda… Oysa OECD ülkelerinin ortalaması 350’lerde… Hemşire bakımından… Türkiye’de 100 bin kişiye 300 hemşire düşerken, OECD’de bu rakam 900’lerde.
Dolayısıyla şu anda bilinçli bir politika uygulanıyor. Oysa ki okulunu bitirmiş, atama bekleyen binlerce hemşire, laborant, sağlık memuru arkadaşımız var. Ya da ülkede çok ciddi anlamda işsizlik var. Temizlik elemanından tutun, bakın bizim ülkemizde yaşlı, Covid-19 olan, ihtiyacını gideremeyen hastanın yanına yakınını refakatçı olarak alıyoruz. Oysa yeterli çalışanımız olsa o hizmeti hastanedeki görevlilerin sürdürmesi gerekirdi. Doğrusu bu. Sonuçta bilerek ve isteyerek bu politika izleniyor.
‘Sayımız az, iş yükümüz fazla’
Sağlık çalışanlarının sayısı az. Normal bir vatandaş Covid-19 hastalığını kaptığında PCR testi pozitif ise 14 gün izolasyon süresi gerekiyordu ilk başlarda, bunu 10 güne düşürdüler. Ama sağlık çalışanı için 7 güne düşürdüler. Çünkü sayımız az. Yeniden ve yeniden çalışmamız gerekiyor. Hastanelerde nöbetler artık 15 günlük aralıklarla yapılmaya başlandı. Çünkü 1 aylık bir çalışma programı çıkaramıyorsunuz. Sürekli sağlık çalışanları haftanın ortasında, ayın ortasında enfekte oluyor, o nöbeti başka biriyle değiştirme durumunda kalıyorsunuz.
Sonuç olarak; sayımız az, iş yükümüz fazla. Bunu iktidar da biliyor ama bunun yerine ihraç edilen, ya da güvenlik soruşturması olumsuz gelen, ya da okulunu bitirip bekleyen sağlık çalışanını işe almıyor. Bizi daha uzun süre çalıştırmak istiyor. Bu bizim için risk, diğer taraftan da biz toplum için bir bulaş kaynağı oluyoruz.
Son olarak… Ankara’da hastanelerin ve yoğun bakımların durumu nasıl? Resmi makamlarca yoğun bakım yataklarının doluluk oranının yüzde 70’lerde olduğu ifade ediliyor. Öte yandan meslek örgütleri tarafından yoğun bakım yataklarının neredeyse yüzde 100’ünün dolu olduğu ileri sürülüyor. Gerçek durum nedir?
Sonuçta Ankara Tabip Odası’nın 13 bin 500 üyesi var. Bu üyelerimizin hepsi sağlık kuruluşlarında, yataklı tedavi kurumlarında, filyasyon ekiplerinde, aile sağlık merkezlerinde çalışıyor. Biz verileri oradan alıyoruz. Sonuçta ben de bir pandemi hastanesinde çalışıyorum. Biz aldığımız doğrudan bilgileri aktarıyoruz. Toplumla bunu paylaşıyoruz.
Pandemi için ayrılan klinikler ve pandemi hastanelerinde, yataklı tedavi kurumlarında pandemi için açılan servislerde yer yok. Ancak birisi taburcu olacak, ya da ne yazık ki hayatını kaybedecek ki yer boşalsın. Yoğun bakımların doluluk oranı yüzde 85’in üzerinde. Sağlık Bakanı bu yatak doluluk oranını açıklarken bütün kurumların yatak sayısını hesaba katıyor. Mesela üniversitelerde pandemi klinikleri açılmış ama normal sağlık hizmeti veren diğer servisler de var. Bütün hepsini katıyor hesaba. Türkiye’deki yoğun bakım yataklarının yüzde 54’ü üniversite ve kamu hastanelerinin elindeyken yüzde 36’sı özel sektörde. Bu rakamları da katıyor hesaba.
‘Yoğun bakımlar tamamen dolu’
Oysa biliyoruz ki özel sektör sağlık kuruluşları şu anda pandemiye karşı mücadelede görev almıyorlar. Yoğun bakıma hasta yatırmıyorlar. Çünkü onların temel amacı kâr. “Temiz hastane” görüntüsünü korumak istiyorlar, ki öyle olmadığını biliyoruz. Sağlık Bakanı burada da bir algı yönetimi, bir manipülasyon yapıyor. Oysa daha bir hafta önce Türkiye Yoğun Bakım Derneği’nin başkanının açıklaması var: Yoğun bakımlarımız dolu. İstanbul Çapa Tıp Fakültesi Başhekimi’nin açıklaması var, birçok ilden gelen açıklamalar var.
Ankara’daki pandemi hastanelerinde Eylül ayında normal yoğun bakım üniteleri yetmediği için ameliyathaneler ve çocuk yoğun bakım ya da yeni doğan yoğun bakım üniteleri yetişkin yoğun bakım ünitelerine çevrildi. Şehir hastanesinde bir yoğun bakım ünitesinin kapasitesi 16 yatakken 8 ilave yatakla 24’e çıkarıldı. Ama şu anda pandemi hastanelerinde bunlar da yetmiyor. Yeni ara yoğun bakımlar açılmaya çalışılıyor.
Sonuç itibariyle; gerçekten şeffaf değiller. Bilgiyi toplumla doğru olarak paylaşmıyorlar. Ve bunu politik bir çıkar gözeterek, politik kaygılarla yapıyorlar. Bir hekim olan Sağlık Bakanı’na hatırlatıyoruz: Biz öncelikli olarak hastanın sağlık ve esenliğini gözetmek zorundayız. Bu hastanın siyasi görüşü, cinsel yönelimi, ırkı, dili, dini önemli değildir. Sağlık Bakanı bu bilgileri toplumla doğru olarak paylaşmamakla tıbbi etik ilkesini çiğniyor, bu açıkça bir suç. İkincisi, bir siyasi olarak topluma karşı sorumluluğunu yerine getirmiyor. Dolayısıyla verilen bilgiler doğru değil.
Teşekkür ederim bu söyleşi için. Sağlıklı günlerde daha başka konularda konuşmak üzere, diyelim…
Evet, ben de hep birlikte, daha sağlıklı, daha demokratik bir ortamda, daha güzel günlerde konuşmayı diliyorum.