Kadim dostum; gazeteci ve yazar Hüsnü Gürbey’le okul arkadaşıyız da… Sık sık telefonlaşırız ve hem yazdıkları üzerinden hem de neler yapmayı tasarladıkları üzerinden uzun uzun sohbet ederiz.
Hüsnü Gürbey, şu birkaç yıl içinde kitap ve makale yazmaya başladı; çok ciddi kaynaklar üzerinden değişik medya organlarına epeyce ilgi toplayan metinler verdi.
Adnan Genç
Yazarlığının ve yaptıklarının öyküsünü kendinden dinleyelim. Bir Kürt aydınının gelişim süreci ve seyri, ilgi çekecektir…
Kitabın tanıtım metnini buraya yapıştırıp, sorularıma geçiyorum: “Meşrutiyet’in ilanı, Ermeni-Kürt çelişkisini sonlandırmadığı gibi daha da derinleştirdi. Böylece Kürtler ile Ermeniler arasındaki dostluklar hızla düşmanlığa dönüştü. Osmanlı hükumetleri ise XIX. yüzyıldan itibaren oynadıkları oyunu tekrarlayıp durdu. Ermenilere yaslanıp tarihi Kürt mirliklerin varlığına son verdi, Ermeniler güçlenip ulusal taleplerde bulununca da Kürtlere yaslanıp Ermenilerin gücünü kırdı. İttihat ve Terakki Cemiyeti hareketi Meşrutiyet rejimini kurarken ihtiyaç duyduğu örgütlü desteği Ermenilerden aldığı için onlara yaslanarak, Sultan Hamid döneminde güçlenen Kürt feodalitesini ezdi. Ermeniler ulusal talepleri içeren reform tasarısını öne sürünce de bu kez daha önce güçsüzleştirdiği Kürt feodal beylerine döndü. İTC hareketi iki halkın zaaflarından faydalanarak güçlenmeye çalıştı ve tek başına iktidar oldu. Ermeniler ile Kürtler bir o yana bir bu yana savrulup durdular; aralarında anlaşıp kendilerini ezen ortak düşmanlarına karşı bir türlü ortak tavır alamadılar. Liderlerinin uzağı göremeyişleri, iki halkın da sonunu hazırladı; Ermeniler tarihte ender görülen bir soykırıma uğratılarak Anadolu’da tamamen yok edildiler, Kürtler ise özgürlüklerini kaybettiler.”
Nasıl bir birikim seni yazar olmaya yöneltti; eğitimin, okuma serüveninin ve biriktirme çaban ne zaman başladı ve nasıl okur karşısına çıkacak hale geldi? Bir de gazetecilik okudun ama işin de habercilik miydi; yoksa şimdilerde mi başladı o çaban?
Öncelikle bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim.
İlkokul çağına kadar, köyde, anne ve ninelerden, Ermeni tehciri (Tartala Fılan) ile Dersim Jenosidi (Tartala Dêsîmîyan) hikâyelerini dinleyerek büyüdüm.
Buna karşın, Kiğı/Bılece ilkokulunda tam bir asimilasyoncu (beyni yıkanmış) eğitimden geçirilerek, 1969’un Ağustos ayında İstanbul’a geldim. Şehzadebaşı’nda, amcama ait Kürt böreğini satan Tarihi Çinili Fırın adlı mekânda işbaşı yaptım, öğleden sonraları da Fatih’teki amcamın evine gidiyordum. Bir gün yine amcama giderken, Fatih parkı hizasında Edirnekapı’dan gelen bir işçi mitingi ile karşılaştım, çok kalabalıktılar ve şöyle slogan atıyorlardı; “İş, ekmek, hürriyet”. Bundan çok etkilendim, demek ki, iş ve ekmeğin yanında hürriyette gerekliymiş…
Gelenbevi Ortaokuluna başlayınca, orada ilk ayrımcılığa uğradım. Bir Türk gibi yetişmeme rağmen, Kürt olduğumu anladım, Kürt olduğum için de ayrımcılığa uğruyordum.
1969 yılı sonbaharın da genel seçimler yapılıyordu, kaldığım yere yakın kahvehanelerdeki toplantıları dışarıdan izliyordum. Konuşmacılar, “Anayasadan, Demokrasiden ve Özgürlüklerden” bahsediyorlardı, ama bunlardan hiçbiri yoktu; özgürlükler olsaydı, işçiler, “hürriyet” diye bağırırlar mıydı. Ya demokrasi, o hiç olmayacaktı, çünkü Kürtler vardı. Kürt sorunu çözülmeden Türkiye’ye asla demokrasi gelmeyecekti.
Peki, bu nasıl olacaktı?
O sıralar Güney Kürdistan’da, Irak rejimine karşı Molla Mustafa Barzani, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini veriyordu. Savaş haberlerini her nasılsa ve sadece Günaydın gazetesi veriyordu. Harçlığımı harcamayarak her sabah erkenden bayiye gider adı geçen gazeteyi alıyordum ve haberleri yutarcasına okuyordum.
Ardından 12 Mart faşist askeri darbesi oldu, her yerde Devrimciler aranıyordu. Maltepe’de Mahir Çayan ile birlikte sığındıkları evde kıstırılan ve hunharca öldürülen Hüseyin Cevahir’in bir Alevi Piri olması, yüreğimizi dağladı…
Bu koşullar içinde yoğruldum.
Gazetecilik Yüksek Okulunu okumama rağmen, hiçbir zaman gazetecilik yapmadım. Okulu bitirince İÜ ile Boğaziçi Üniversitelerinin açtıkları Master ve Doktora sınavlarına girdim. İki okulu da kazandım, ama Boğaziçi’nde eğitim zorunlu olduğu için İÜ’yü tercih ettim. Burada da ayrımcılığa uğradım. Asistanlık sınavında yüz üzerinde doksan almama rağmen, benden çok daha düşük not alanın seçilmesi, okulu bırakmama neden oldu.
Zorunlu olarak esnaflık yaptım, ama okumayla ilişkimi asla kesmedim. Belki de evinde kütüphanesi olan tek esnaf bendim. Emekli olunca da birikimlerimi değerlendirmek gereğini duydum, önce sol, sosyalist ve Kürt gazete ve dergilerine ‘Bilimsel’ makaleler yazdım, makalelerim tutulunca kitap yazma gereğini de duydum. Yazarlık serüvenim de böyle başladı…
Değişik medya mecralarında görünüyorsun. Bir de çok titiz olduğunu biliyorum. Tv’ler veya yazılı medyada; söylediklerinin ve yazdıklarının hem çarpıtılması hem de yeterince anlaşılamaması çok mümkün. Bu konuda ne dersin? Bir önlemin var mı?
Türkiye’de anlaşılamamak veya çarpıtılmak her zaman mümkün, ama ben seçici davrandığım için, bu tür şeylerle pek karşılaşmadım. Sağolsunlar, makalelerim, hiçbir sansüre uğramadan bugüne kadar olduğu gibi yayınladılar. Yayıncılarıma, şahsınızda teşekkür ederim. Onlarda, benim gibi çok zor şartlar altında yetişmiş ve mücadele ediyorlar…
Lütfen hem Sancı Yayınlarından çıkan yukarıdaki alıntıyla tanıtmaya çalıştığımız (x) kitabınla ilgili konuş hem de gene kısa bir alıntıyla Peri Yayınlarından çıkan (xx) kitabınla ilgili söyleyeceklerini alalım. Şöyle bir ‘tanıtım’ metni var: “Kâinat, ilahi aşkın bir ürünüdür. Tanrı aşka geldi ve kâinatı var etti, her şey aynı özü taşır. İnsan da mevcut tüm varlıkların bir parçasıdır. Bu yüzden kendini evrende var olan hiç bir varlıktan üstün göremez. O ancak evrende var olan bütün varlıklar arasında tek ve birincidir; bu özelliğiyle de kâinatın tek sorumlusudur. İnsan bu sorumluluğunu akıldan almıştır; akıl, insanlara bir üstünlük değil, her varlığa karşı sorumlu kılmaktadır”
Neler diyeceksin sevgili Hüsnü Gürbey?
Kızılbaşlık, Doğa/Tanrısal bir inançtır. Tek gerçek doğadır; doğanın dışında aşkın bir Tanrı’yı aramak, ona inanmak, Kızılbaşlık inancına aykırıdır. İnsan dâhil bütün canlı (bitki ve hayvan) varlıklar, doğanın bir nedenselliğin sonucunda zorunlu olarak oluşmuşlar, gelişmişler ve vücut bulmuşlardır. Bütün canlı varlıklar “hücre denilen” tek bir kökten türemişlerdir ve hepsinin özü aynıdır. İnsanda bunlardan ayrı değildir, sadece evrim sürecinde dik durmayı, ellerini kullanmayı ve konuşma kabiliyetini kazanmıştır; bunun sonucunda ise bilinci ve aklı gelişmiştir. Akıl, insana bir üstünlük değil, sorumluluk yüklemiştir/yüklemektedir. Mademki doğa, insana bu yeteneği kazandırdı, insanda onun hakkını vermeli ve sorumluluğunun bilincinde olmalıdır. Başta doğa olmak üzere, bütün canlı ve cansız varlıkları korumalı, yok etmemeli ve yarınlara sorunsuz bir şekilde aktarmasını sağlamalıdır.
Doğu Dersim Kitabı ise, tamamen çocuklukta dinlediğim hikâyelerin, belgelenmesinden ibarettir. Yüzyıllarca birlikte yaşayan ve aynı kökten geldiklerine inandıklarım iki halkın, Ermeni ve Kürtlerin, Balkan halklarının yaptıkları ittifak gibi bir ittifakı kuramamaları, her iki halka da çok pahalıya mal olduğu malumdur. Sorgulanması gereken, asırlarca birlikte yaşayan, ortak kültürü paylaşan bu iki halk neden birleşemediler, Balkan halklarının yaptığını onlar neden yapamadılar, eksik olan neydi? Ben bu sorulara cevap aramaya çalıştıysam da, tatmin edici bir cevap bulamadım. Aslında, bu sorular bugün de cevap bulmuş değildir.
Teşekkür ederim…
(x) Hüsnü Gürbey: Doğu Dersim; XIX. Yüzyıldan Cumhuriyetin İlk Yıllarına Doğu Dersim / Kürtler, Ermeniler ve Şah Hüseyin Beyler (Sancı Yayınları)
(xx) Hüsnü Gürbey: Kızılbaşlık Kökeni Evrimi ve Felsefesi (Peri Yayınları)