Osmanlılar hiç de öğretildiği gibi değil!..

Niğbolu savaşı. Kaynak: https://en.wikipedia.org/wiki/Ottoman_Empire

Metin Gülbay

Fazla kaynaktan derleme yapmak hayli zor bir iştir, hangi konuya yer verip hangisini es geçeceğiniz önemlidir. Çünkü sizce önemli olan şeyler okurların hiç ilgisini çekmeyebilir ya da zaten o bilgilere sahiptirler, “o kadar uğraşıp yazmış ama yeni bir şey de yok” cümlesini duymak çok heves kırıcı olabilir. Bunun için ince eleyip sık dokumam gerekti. Yaşamın her alanından kesitler içeren bir derleme yapmaya çalıştım. Olumlu yanları da olumsuz tutumları da, duymaktan hoşlanmayacağınız hatta irkileceğiniz olayları da, “vay be helal olsun” diyeceğiniz tavırları da içeren bir derleme olsun istedim. Bakalım “gerçek Osmanlılar” hoşunuza gidecek mi!..

Kutsal Roma Germen İmparatorluğu elçisi Ogier Ghislain de Busbecq1 1555-1556 yıllarında Osmanlı ülkesini ziyaret edip “Türk Mektupları” adlı yapıtında bu gezi izlenimlerini aktarır. Yazar bu arada Kanuni Sultan Süleyman ile iki kez görüşmüştür. Kanuni ile görüşmesini anlattığı satırlar çok ilginç ve önemlidir.

“Yılların ağırlığını hissetmeye başlamış olmasına rağmen davranışlarındaki asalet ve genelde dış görünüşü böyle uçsuz bucaksız bir imparatorluğun hükümdarına yakışır seviyede. Her zaman tasarruftan yana ve kendine hakim. Hatalar yapmış olabileceği gençlik döneminde bile Türklerin gözünde suçlanmamış. İlk yıllarında dahi şaraptan uzak durmuş, Türklerin ekseriya düşkünü olduğu kötü alışkanlıklara kapılmamış. Onu en acımasız tenkit edenler bile karısına aşırı derecede boyun eğmesinden ve sonuçta Mustafa’nın katlinden başka aleyhinde ileri sürülecek önemli bir şey bulamıyor. Bu zaafını da genelde karısının kullandığı aşk iksirlerine ve büyülere yüklüyorlar. Onunla meşru evlilik yaptıktan sonra kanunen hiçbir mani bulunmamasına rağmen cariyeleri olmadığına inanılıyor. Dinin ve geleneklerin katı bir muhafızı; onlara bağlılığı toprakları genişletme arzusundan aşağı değil. Yaşına göre -neredeyse 60’a yaklaşmakta- sağlığı yerinde. Cildinin bozuk olmasının gizli bir hastalıktan veya bacağındaki iyileşemeyen bir yaradan, kangrenden ileri geldiği sanılıyor. Elçiler ülkesinden ayrılırken onlara sıhhatinin yerinde olduğu intibaını vermek için yüzüne kırmızı pudra sürüyor. Böylece yabancı hükümdarlar sağlığının ve gücünün yerinde olduğundan kuşku duymazlar da korkuları artar diye düşünüyor. Ayrılırken buna şahit oldum. Son defa huzuruna çıktığım zaman beni ilk kabul ettiğinden farklı bir görünüşü vardı.” (s.71-72)

Sözü edilen Mustafa, 1515 yılında Manisa’da doğan Kanuni Sultan Süleyman ile Mahidevran Sultan’ın oğludur. Saruhan, Amasya, Konya sancaklarını yönetmiştir. Babasına karşı isyan etmesi nedeniyle yargılanarak Nahcıvan seferine giden ordunun konakladığı Konya’da, padişah babasının otağında boğularak öldürülmüştür. Mustafa’nın isyan ettiğine tanıklık edenler hakkında büyük kuşkular bulunmakta ve tahta kendi oğullarından birini geçirmek isteyen Hürrem Sultan’ın kurduğu bir tuzakla Mustafa’nın ölümünü sağladığı ileri sürülmektedir.

1579 yılında İstanbul’da bulunan Alman gezgin Hans Jacob Breüning2 de bizzat başına gelenleri anlatırken bazı yeniçerilerin ne tür olaylara yol açabildiğini öğreniriz.

“9 Temmuz günü öğleden sonra gene elçi Sayın Sintzendorff’un yanımıza kattığı yeniçeri ve tercümanla kentte dolaşırken, karşı taraftan bize doğru gelen bir yeniçeriyle yanındaki birkaç Türk aşağılayıcı sözler söyleyerek bize sataşmaya başladı. Yanımızdaki tercüman onları azarlayınca da üzerimize yürüdüler. Saldırganlar ve yanlarındaki yeniçeri bize eşlik eden yeniçeriyle kavgaya tutuştu. Çıkan kargaşada, adamlar üzerimize yumruklar, taşlar yağdırmaya başladı. Sokak ortasındaki bu çatışmayı fark eden yaşlı ve aklı başında bir adam hemen yanımıza geldi ve öfkeli gençleri yatıştırıp kavga edenleri ayırdı. Sonra bizi kendi evine götürüp, saldırıların devamını önledi. Bir yeniçeriyle birlikte sokakta dolaşırken en büyük tehlike, iki yeniçerinin birbiriyle kavgaya tutuşmasıdır. Çoğu zaman bu kavga Hıristiyanlar yüzünden çıkar ve sonunda Hıristiyanlar hiçbir kötü niyetleri olmadığı halde, bu olaydan ötürü suçlanır ve zararlı çıkar.” (s.161)

1587 ile 1589 arasında Osmanlı’da bulunan Prusyalı Reinhold Lubenau3 Türklerin evlerini derme çatma biçimde yaptıklarını görünce hayretini saklamaz, çünkü aynı dönemde kamu yapıları inşa etmek için harcanan paraya hiç acınmazmış. Bu konuda bir seyahatnamede ilginç bir yorum okumuştum, kütüphanemde bulamadığım için kaynak gösteremeyeceğim ama bu bilgiyi sizinle de paylaşmak istiyorum. Balkanlar’da da gezmiş bir Avrupalı gezgin, Türk beylerinin Avrupalı derebeylerinin aksine güzel evler, konaklar, saraylar yaptırmayıp, deyim yerindeyse ahır gibi evlerde oturmalarını şu nedene bağlıyordu: Padişah tarafından ne zaman nereye gönderileceklerini ve hatta ne zaman ölüme yollanacaklarını bilemiyorlar. Bu yüzden gösterişli büyük evlere yatırım yapmayı boşa harcanmış para olarak görüyorlar. Tabii sözü edilen kimseler para pul, ün sahibi Osmanlı beyleridir, fakir halkın zaten karnını doyuracak parası bile yoktur.

“Türkler’de şöyle bir âdet vardır. Hıristiyanların elinden bizzat bir toprak parçası almayı başaran her hükümdar, bu olayın anısına kentin içinde bir cami yaptırır. Bu camiler çok güzel mermerden ve kesme taşlardan mükemmel bir biçimde inşa edilmişlerdir. Kesme taşlar öyle ustalıkla üst üste yerleştirilmiştir ki, iki taşın birleştiği yeri ayırt etmek mümkün değildir. Oysa Türkler evlerine hiç önem vermezler, onlar için yağmurdan korunabilecek bir çatı altına sığınabilmek yeterlidir. Buna karşın cami, okul, imaret, mescit gibi yapıların çok görkemli olması için her türlü gayreti sarf ederler.” (s.209)

“Türkler’de… aklını yitirmiş bir kişi sokaklarda dolaşıp çevreye zarar verirse, görevliler hemen onu yakalayıp bu gibi insanlar için ayrılmış bir tımarhaneye götürür ve orada aklı başına gelene kadar sopayla döver. Buna karşın başka hastalara çok ihtimamla bakar ve her türlü gereksinimini yerine getirir, ilaçlarını verir, acılarını dindirirler ve gereken her şeyi yaparlar.” (s.211)

“Türkler başlarındaki saçları tamamen kazıtır, aynısını yaptıran Yahudiler ve Rumlar da vardır. Bazıları tepelerinde bir tutam saç bıraktırır. Sakallarını da artık eskisi gibi kestirmiyorlar -sınırlarda nöbet tutan savaşçılar ve yersiz yurtsuz serseriler hariç- güzelce uzamasını istiyorlar.” (s.215)

1639-1641 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan Fransız Du Loir4 İstanbul’daki köle pazarını anlatır ve kediler için yaptırılan evlere hayret ederken deyim yerindeyse lafı gediğine koyar.

“Bu ticaretin (köle ticaretinin, m.g.) büyük kısmını ellerinde bulunduran Yahudiler, bu ticaretten elde edebileceklerinden daha fazla kâr elde etmek için köleleri evlerinde büyük bir özenle eğitirler. Kızlara birçok şeyler, görgü kurallarının en güzellerini öğretirler. Şarkı söylemek, bir müzik aleti çalmak, dans etmek, eserlerin kenarlarını süslemek ve daha buna benzer birçok şey öğreterek onların fiyatları daha yüksekleri çıkarılır. Birkaç defa Yahudi tüccarlarla pazarlık yapma zevkini tattım… Bu pazarın bulunduğu meydan ‘Avrat pazarı’, yani ‘Kadınlar Pazarı’ adıyla anılmaktadır. Zira bu pazarda erkeklerden çok kadınlar satılmaktadır. Pazar Sultan Bayezit Camisi’nden çok uzakta değildir. (.s.53)

“Türkiye’nin şehirlerinde kediler için evler inşa edildiğini, bu soylu kedi ailelerine hizmet etmek, onların yiyeceklerini vermek ve bakımlarını yapmak için hizmetkarlar ve maaşlı görevliler çalıştırıldığını kim gülmeden okuyabilir? Ağır yüklerinden dolayı atları teskin etmelerinden ve de adil emirlerle (onların) taşımayacakları yükleri kurallara bağlamalarından dolayı Türkleri kınamıyorum… Türklerin kafeslere kapatılmış kuşların öldürülmemesi için (onları) satın alıp hürriyetlerine kavuşturmalarına -Türkler özellikle İstanbul’da çok sevilen kumrulara bunu yapar- diyecek bir şey bulamazdım, şayet Türkler aynı ödülü demirlere vurulmuş acımasız zalimliklerinde inleyen zavallı kölelere de yapmış olsalardı… Köpeklere evler yapmak şöyle dursun bu hayvanlar çok sıkıntı çekiyor. Özellikle salgın hastalık sırasında Türkler felaketin nedeni olarak gördükleri bu hayvanları gördükleri yerde öldürüyor… Bununla birlikte bazıları onlarda tabii olarak bulunan hayvanlara karşı şefkat duygusunu köpekler için de göstermek üzere sokaklara köpeklerin kalabilecekleri küçük kulübeler yaptırır ve onlara yiyecek vermeye özen gösterir… Sadece iki şey beni şaşırtıyor ve dehşete düşürüyor: Biri sarhoşlara gösterilen hoşgörü. Onlar hiçbir cezayla karşılaşmaksızın Rumların tavernalarına içmeye gider. Sonra da karşılaştıkları genç erkek ve kadınlara bir türlü hakaret ve pislik yapar. Diğeri de… bayram günlerinde yaptıkları rezilce eğlencelerdir… komedi olsun diye bizim din adamlarımızın kılığına bürünmelerinden şikayetçi olmayacağım fakat benim iğrenç bulduğum konu şu ki en tercih edilen seyirlik oyun olarak inanılmaz bir küstahlıkla kadın olsun erkek olsun bizim insanlarımızı ve din adamlarımızı oğlancı âşıklar biçiminde sunuyorlar.”(s.147-149)

1671-72 yıllarını Osmanlı Devleti’nde geçiren Fransız gezgin Jean Chardin5 bugünlerle çok benzerlik taşıyan şeyler söyler.

“Venedikliler Babıali’de öylesine çok harcama yapıyorlar ki, elde ettikleri her şeyi satın aldıklarını ve hatta bunları çok pahalıya aldıklarını söyleyebiliriz. Saraydaki ve Divan’daki önemli şahsiyetler arasında her yıl çok ciddi hediyelerde bulunmadıkları tek bir kişi yoktur.” (s.77)

Hemen hemen aynı yıllarda 1672-1673 yıllarında Osmanlı ülkesinde bulunmuş olan Antoine Galland6 ise tuttuğu günlüğünde bol bol antika kitap aldıklarından söz eder. Fransız büyükelçisinin görevlisi olan Galland Türkçe ve diğer dillerde daha çok dini içerikli biraz da siyasetle ilgili el yazması kitaplar alır. Latince, İbranice, Yunanca, Türkçe, Farsça ve Arapça bilen Galland İstanbul’da Valide Camisi’nin içine girme fırsatını da bulur.

“… Vaize mahsus kürsü kolej sınıflarının kürsülerine oldukça benziyor, fakat inci ve bağadan kaplumbağa şekilleriyle tamamen kaplı bulunuyordu. Bir tarafta birçok samii (çeviren yazım hatası yapmış olmalı, ‘sabi’ olmalı bu sözcük, küçük çocuk anlamına geliyor) bulunup bunlara Kuran dersi vermekte olan bir Türk görülüyordu. Dinleyicileri kendisini mütevazı ve hürmetkâr bir dikkatle dinlemekteydi. Başka bir tarafta birtakım kimseler şeriatlarının ahkâmına ait bir kitap okuyordu ve diğer bir tarafta, bir başka Türk, genç bir bostancıya şarkı söylemeyi öğretiyordu. Bu bostancının pek güzel bir sesi vardı, daha dikkatli olabilmek üzere de Türklerin âdetleri veçhile vücudunun yarısı geri kalan kısmı üzerinde bir topaç gibi sallanıyordu. Türkler musikiyi bizim yaptığımız şekilde, yazılı kaidelerle ve notaya alınmış havalarla okutmazlar, bütün bunlar hafıza ile ve ustanın ağzından öğrenilir. Bu usul mucibince, bu talebe hocasının kendinden önce terennüm ettiğini tekrar ediyordu. Bizim acul mizacımız bu kadar büyük bir zahmete katlanmak için gerekli sabrı bize vermez. Fakat Türkler bundan bezmeyecek kadar soğukkanlılığa sahiptir.” (s.79-80)

“Türkler gemileri suya indirmeye mahsus aletlere sahip değildir, bu işi insan kuvvetiyle yaparlar.” (s.80)

1858 yılında Osmanlı ülkesinde bulunan Alman Heinrich Barth7 ise gezerken rast geldiği ilginç görüntüleri aktarır.

“… yolculuğumuz sırasında dağ yollarından geçerken, Osmanlı erkeklerine rastladığımızda, yürürken bile çorap ördüklerini görüyorduk.” (Yazar bu sırada Karadeniz bölgesindedir. s.23)

“Yörükler dağların tepelerindeki yazlık konaklama yerlerini terk edip aşağılara inmeye başlamıştı. Yörük ve Türkmen kadınları çok sıkı örtünmüyorlar.” (s.24)

“Bize burada (yazar Gümüşhane yakınlarında) konaklamamız için küçük fakat temiz bir oda verdiler ve oldukça iyi bir akşam yemeği de hazırladılar. Fakat hükümetin baskısı yüzünden bu yörenin de giderek ıssızlaşmaya ve canlılığını yitirmeğe mahkum olduğu belli oluyordu. Ev sahibimizin anlattığına göre, bunun nedeni, devlete ödenmesi gereken 3 bin kuruş verginin tamamlanamayarak 100 kuruş eksik ödenmesiymiş. Bu yüzden burada yaşayan 25 ailenin hemen hemen tümü buradan göç etmek zorunda kalmış. Geriye kalan beş aile de bizi ağırlayan ev sahibimizle birlikte yakında buradan ayrılacakmış. Ev sahibimizin yüz hatları ve ince uzun beden yapısı dikkatimizi çekmişti. Bu adam Türklerden çok Yunanlara veya Arnavutlara benzemekteydi.  Ona bu görüşümüzden söz ettiğimiz zaman, o ısrarla Türk kökenli olduğunu söyledi.” s.30)

Yıldırım Bayezid döneminde Türklere esir düşen Johannes Schiltberger’in8 anlatısını, tarih olarak çok daha eski olmasına rağmen sonlara sakladım, biraz ürkütücü çünkü. Henüz 16 yaşında Niğbolu Savaşı’nda (1396) esir düşen bu Alman genci Bayezid’in oğullarından biri sayesinde hayatta kalır. Bayezid savaş alanını gezerken on binlerce askerinin öldürüldüğünü görünce çok hiddetlenir ve esirlerin kendisine getirilmesini emreder. Bundan sonrasını Schiltberger’den dinleyelim.

“Sonra kıral (Yıldırım Bayezid yani) herkesin kendi tutsağını öldürmesini, bunu yapmak istemeyenlerin, kendileri adına başkasına yaptırmalarını emretti. Benim beraber olduğum iki tutsak da alındı ve kafaları kesildi. Sıra bana gelmişti ki Kıralın oğlu (şehzade) bana bakıyordu; benim hayatta bırakılmamı, öldürülmememi sağladı. Beni diğer çocukların yanına götürdüler, çünkü yirmi yaşından küçük olanlar öldürülmüyordu. Ben o sırada henüz on altı yaşında bile yoktum.” (s.35)

Tarihçiler bu savaşta 60 bin Osmanlı askerinin de öldüğünü belirtir. 200 bin kişilik bir ordunun neredeyse üçte birini kaybetmiştir Bayezid. Bu öfkeyle o gün akşama kadar on bin esirin başının kesildiği ileri sürülür.

Eşcinsellik konusu ve Osmanlı

Osmanlı’da eşcinsellik meselesini en sona bıraktım. Her zaman popüler olan bu konu üzerine epey tartışma yapıldı. Resmi ağızlar ve resmi tarihçiler bu konuda hemen ret yoluna sapar. Oysa ki gezginlerin kitapları ve hatta bizzat Türk gezginler bu reddi destekleyecek veriler sunmuyor. 

Önce Avrupalılardan başlayalım ve 1656 yılında İstanbul’da olan Fransız gezgin Jean Thevenot’a9kulak verelim.

“… şehvete çok düşkün olduklarından cennette güzel kızlar ve oğlanlar olsun isterler, kocaman kara gözlü ve al yanaklı kadınları daha güzel bulduklarından cennetteki bakireleri böyle hayal ederler.” (s.79)

“Aşka çok düşkündürler ama bu hoyrat bir aşktır; çünkü Türklerin oğlancılığı meşhurdur ve bu onlarda çok yaygın görülen bir günahtır, bunu pek gizlemezler ve şarkılarının belli başlı konusu da ya bu iğrenç aşk türü veya şaraptır.”

“Elleri çok sıkıdır, bu nedenle para ve başka armağanlarla dostlukları kolayca kazanılabilir; para karşılığında her türlü nezaketi ve ikramı sağlayabilirsiniz ve padişahın sarayında para karşılığında elde edemeyeceğiniz hiçbir şey yoktur; para orada başka yerlerde de olduğu gibi pek çok kapıyı açan bir tılsımdır.” (s.111)

Yukarıda alıntısına yer verdiğimiz Hans Jacob Breüning de Seyahatnamesi’nde bu konuya değinir.

“Türkler arasında, gerek yüksek düzeyli kişiler, gerekse basit halk arasında doğaya aykırı cinsel ilişkiler de çok yaygındır.” (s.119)

1501 yılında babasının ticaret gemisiyle Adriyatik sularındayken Türk korsanlarca esir edilen Cenovalı Giovan Antonio Menavino10, 2. Bayezit ve Yavuz Sultan Selim dönemlerinde esir hayatı yaşadıktan sonra 1514 yılında yapılan Çaldıran Savaşı’ndan sonra gemiyle Trabzon’dan Sakız adasına oradan da İtalya’ya kaçmayı başarmıştır. Osmanlı sarayında hizmetkar olarak kullanıldığı anlaşılan Menavino’nun bu konuda şunları yazmıştır:

“Müslümanlarda da ziyadesiyle iğrenç halde şehvet düşkünlüğü vardır. Onların kanunlarına göre herkes bu günahtan ve her türlü zinadan uzak durmak için meşru bir zevce almak mecburiyetindedir. Lakin diğer günahlara da iyice bulaştıkları için bu günahtan da hiçbir zaman paklanamazlar. Kadınlarla olan münasebetlerinden başka oğlancılık denilen kötü bir itiyatları da vardır ki hiçbir şekilde bundan vazgeçmezler.” (s.36)

Alıntıdaki Müslümanlar sözcüğünü Türkler olarak okuyun çünkü o dönemde Türk ve Müslüman sözcükleri sıradan bir Hıristiyan için farklılık taşımıyordu.

4. Murat, elinde içki kadehiyle. Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/IV._Murad

Büyük olasılıkla 1628 yılında Kırım Tatarlarınca tutsak alınıp Edirne’de içoğlanları arasına katılarak Müslüman yapılan Wojciech Bobovski11 Leh (bugünkü adıyla Polonya) asıllıdır. İlk dört yıl Edirne’de sonraki on dokuz yıl Topkapı Sarayı’nda içoğlanı olarak kalarak Ali Ufkî Bey adını alan yazar sarayın içini anlatan ender kişilerdendir.

“Uygunsuz aşk ilişkilerine her çeşit toplulukta rastlanmaktadır: Bostancılar, acemi oğlanlar, yeniçeriler, softalar ve her türlü bilim dalında öğrenim görenler arasında ve bunların kaldıkları mekanlarda, en çok da padişahın sarayında… Çünkü bu mekanlarda yaşayanlar devamlı bir aradadırlar ve eğer birinin yüzü ve bedeni biraz güzelce ise onu sürekli görmek ve seyretmek, onunla sohbet etmek imkanı vardır. Böylece akıllılar ahmaklara, yüksek vasıflılar vasıfsızlara tutulmaktadır. Kedinin fareleri gözetlediği gibi içoğlanlarının tüm hareketlerini, bakışlarını, konuşmalarını, eğilimlerini, yapmacık tavırların dikkatle izleyen yöneticiler her birinin davranışından bir anlam çıkararak sert önlemlerle, dayakla bile bu uygunsuz tutkuların önüne geçmeyi başaramamaktadır. Bazen bu kızışmış serseriler âşık oldukları kişiden vazgeçmektense ölümü bile tercih eder. Nitekim ben içoğlanları arasındaki rekabetten dolayı birçok kavgaya, dövüşe tanık oldum. Bu tür nedenlerle 1000 değnek darbesiyle cezalandırılıp perişan olanlar, zülüfleri kesilenler ya da başka aşağılayıcı cezalara çarptırılarak Enderun’dan kovulanlar da olmuştur…

İçoğlanlarına âşık olan ve bu sebeple akıl ve mantık dışı davranışlarda bulunacak kadar kendilerini ve konumlarını unutan padişahlar bile vardır. Hatta sevdiği kişiye kendini köle olarak satmaya kalkışan bile olmuştur. Padişah sevdiği kişiyi gözdesi ilan eder. Nitekim Sultan Murad da büyük odada kalan Musa adında bir Ermeni gencine tutulmuştu. Onun dışında iki başka sevdiği de vardı. Bunlardan birini güzelliği nedeniyle Pera veya Galata’daki Enderun Sarayı’ndan has odaya getirtmek suretiyle terfi ettirmiş, daha sonra da silahtar ağa konumuna yükseltmiştir. Diğeri ise çalgı ile ilgili içoğlanlarındandı ve kendisine Kuloğlu denmekteydi. Bu içoğlanı padişahın hem gözdesi hem de çalgıcısı oldu. Bu tür aşklar, şehvet ve ahlak dışı alanlara kaydırılmamak koşuluyla, Türklerde makbul sayılmakta ve övgü konusu olmaktadır. Çünkü bu tür aşkı onlar şöyle bir bakış açısından değerlendirmektedir. Tanrıyı tam anlamıyla sevdiğini ileri süren kişi, önce onun yarattıklarına sevginin en mükemmelini duyabilmelidir… 

Bu tür aşkların… kadınlar arasında da yaygın olduğu ileri sürülmektedir. Kadınlar sevdiklerine özel bir ilgi gösterir, onları giysilerle, takılarla donatır, armağanlar verir. Bu duruma daha çok Konstantinopolis’te ve özellikle de padişahın eşleri arasında sık rastlanır.” (s.46-47)

Gazeteci yazar Murat Bardakçı’nın12 27 Ağustos 2006 günü Hürriyet gazetesinde yayımladığı köşe yazısıyla bitireceğim yazıyı.

Osmanlı zamanında müşteriye çıkan delikanlılara ‘hîz oğlanı’ denirdi ve mesleklerini icra eden ‘hîzler’in devlet tarafından kayıt altına alınmaları şarttı. Hayatını bu işten kazanan erkekler ‘defter-i hîzán’ yani ‘hizler defteri’ denilen kütüğe yazılırlardı ve bugünden çok daha önemli bir farklılık söz konusuydu: Profesyonel eşcinseller, ‘esnaftan’ kabul edilirlerdi. Esnaf, o devirde ordunun bir bölümü sayılır, padişahın sefere çıkışından önce İstanbul’da yapılan büyük geçit resmine bütün meslek grupları katılır ve ‘hîzán’, yani eşcinseller de bu geçit resminde yer alırlardı.

Bu törenlerden birini, 17. asrın çok önemli bir ismi, Evliya Çelebi, … Seyahatnamesi’nin birinci cildinde her meslek grubunu ayrı ayrı anlattığı ve İstanbul’un esnaf tarihi bakımından bugün en önemli kaynak kabul edilen bu geçit resmi bahsinde, eşcinsellerin yürüyüşünü bugünün Türkçesi ile şöyle yazıyor:

‘Pasif dilber eşcinsel esnafı: Bunlar, evsiz-barksız 500 kişidir. Kendi kadir ve kıymetlerini bilmeyip Bábulluk’ta, Kalatyonoz’da, Finde’de, Kumkapı’da, San Pavlo’da, Meydancık’ta, Kiliseardı’nda ve Tatavla’da malum işin yapıldığı yerlerde boğaz tokluğuna çalıştıkları sırada avlanıp Subaşı’nın (yani, o zamanın polis müdürünün) tuzağına düşer ve deftere kaydedilirler. İşte, sözü edilen bu kişiler geçit resminde Subaşı ile şakalar ederek yürürler. Bunlar gibi daha nice esnaf mevcuttur ama anlatmakta hiç fayda yoktur ve sadece Subaşı tarafından bilinirler. Resmigeçide katılan deyyusların sayısı 212, pezevenklerin adedi de 300’dür.

19. asrın büyük alimi ve devletin resmi tarihçisi Cevdet Paşa, ‘Máruzát’ isimli eserinde bu anlayış değişikliğini apaçık, şöyle anlatır:

‘… Kadın düşkünleri çoğaldı, delikanlı meraklıları azaldı. Oğlancılık sanki yere battı. İstanbul’da eskiden beri delikanlılara karşı olan aşk ve ilgi kızlara yöneldi. Sultan Üçüncü Ahmed zamanından beri devam eden Kağıthane seyri daha fazla rağbet buldu. Gerek orada, gerek Bayezid Meydanı’nda arabalara işaret verme usulü başladı. Devletin önde gelenleri arasında kulamparalığıyla meşhur Kámil ve Áli Paşalar (o devrin sadrazamları, yani başbakanları) ile onlara mensup olanlar kalmadı. Âli Paşa, yabancıların eleştirisinden çekinerek kulamparalığını gizlemeye çalışırdı.’ ” (Máruzát, Türk Tarih Kurumu Yayını, s. 9)”

Ders kitaplarında bize Osmanlılarla ilgili öğretilenler hep övgüler, abartmalar, pohpohlamalarla dolu, gerçeklerle pek ilgisi olmayan şeylerdi. Oysa onlar böyle değil, tamamen farklı biçimde yaşamış. Aykırı alışkanlıkları ve ahlak anlayışları olduğu su götürmez bir gerçek. Ancak bu kötü yanları saklayarak veya reddederek bir yere varamayacağımız çok açık değil mi! Osmanlılar dahil eski Türklerin yaptığı her kötü şeyi inkar ederek onları temize çıkarmış olmuyoruz yalnızca kendimizi kandırmış oluyoruz. Kendimizle barışmanın zamanı geldi diye düşünüyorum. Bunu başarırsak yani günün birinde onları gerçek yüzleriyle tanıyıp, tanımlamaya ve tanıtmaya başlarsak belki İstanbul, Konya, Edirne, İzmit, Kayseri, Bursa, Elazığ, Malatya, Amasya, Manisa, Antalya, Trabzon sokaklarında bir anlığına hınzır bir gülümsemeyle bize bakan yaşlılar görürüz, belli mi olur!

Ogier Ghislain de Busbecq, Türk Mektupları, İş Bankası yayınları. 

2 Hans Jacob Breüning, Breüning Seyahatnamesi, Kitap yayınevi.

Reinhold Lubenau, Reinhold Lubenau Seyahatnamesi, Kitap yayınevi.

Du Loir, Du Loir  Seyahatnamesi, Yeditepe Yayınları.         

5 Jean Chardin, Chardin Seyahatnamesi, Kitap Yayınevi.

Antoine Galland, İstanbul’a Ait Günlük Hatıralar, TTK yayını. 

7 Heinrich Barth, Heinrich Barth Seyahatnamesi, Kitap yayınevi.

8 Johannes Schiltberger, Türkler ve Tatarlar Arasında (1394-1427), İletişim Yayınları.

9 Jean Thevenot, Thevenot Seyahatnamesi, Kitap Yayınevi.

10 Giovan Antonio Menavino, Türklerin Hayatı ve Âdetleri Üzerine Bir İnceleme, Dergah Yayınları.

11 Albertus Bobovius, Saray-ı Enderun, Topkapı Sarayı’nda Yaşam, Kitap Yayınevi.

12 Murat Bardakçı (https://www.hurriyet.com.tr/gay-ler-eskiden-esnaftan-sayilir-ve-padisahin-huzurunda-yapilan-resmigecitlere-bile-katilirlardi-4985167)