Doç. Dr. Burhanettin Kaya
Bu kötülük düzenin aktörlerinin inşa ettiği neoliberal muhafazakârlık, kötülüğü bir çorap gibi toplumun tüm emekçi ve üreten sınıflarının, ezilen halklarının, ötekileştirilenlerin başına örüyor. Bir siyaset aracına dönüştürdüğü yalanı, eskiden olduğu gibi inceltilmiş ve estetize edilmiş formlara dönüştürmeden, olduğu haliyle pervasızca sergilemekten hiçbir rahatsızlık duymuyor. Hep bu pozisyonunda kalacağına, bunun sonsuza dek süreceğine o denli inanıyor ki ürettiği kötülüğü, yarattığı zulmü gizlemekten artık eskisi gibi imtina etmiyor. Kitlelerin algısını biçimlendirmek için söylemde, artık klişeleşmiş vaatler, verilen gazlar, müjdeler zaman zaman yer alsa da; düşmanlık, tehdit, küfür, aşağılama, alaycı küçümseme, en üst noktadan en alta kullanılmaya devam ediyor.
Gerçekten öyle mi? Bu her şeyi bilen “şişkin ego” bildiğinden ve sonuçlarından bu denli emin mi? Tüm direnişler ve eleştirilere rağmen “rant imparatorluğunun” projesi Kanal İstanbul için kazma vururken bu denli rahat mı? İkizdere halkının, ormanını, doğasını, emeğini, korumak, hayatını savunmak için direnen köylünün üzerine jandarmayı gönderirken yaptığından emin ve gururlu mu? Kürt halkına, sosyalistlere, anayasal demokratik haklarını kullananlara şiddet uygularken vatanı mı savunuyor? Kayyum rektöre karşı direnen öğrencilere ters kelepçe uygularken ama HDP’li Deniz Poyrazı katleden katile sevecenlikle ”adın ne abicim?” derken insan haklarına ne denli saygılı olduğunu, adalete ne denli inandığını mı gösteriyor?
Karanlık günlerden geçiyoruz. Gün ışığında bile karanlık. Öyle ki, uyandığımız sabahın gözümüze değen ilk ışığıyla yaşananların bir rüya olmasını diliyoruz. Travmalardan, acılardan arınmak istediğimiz, savaşın, şiddetin, sömürünün, kayıpların, hüzünlerin, ayrılıkların, ayrımcılıkların bittiği bir güne uyanmak istiyoruz. Ama kendimize geldiğimizde, o karanlık yine gölgesini yüzümüze düşürüyor. Ne olduğunu görmemizi engelleyen bir perde var gözümüzün önünde, bir buzlu cam. Bir karartı, bir pus, aşılması gereken. Dilimize çöken bir ağırlık, hareketsizlik, dolaşıklık…
Bugün sessizlik üzerine düşünmek istedim. Körlüğün dört kardeşinden biri olan. Nicedir zihnimin sokaklarında sessizliği, her bir halini anlayabilmek için kimi zaman yorgun, kimi zaman kararsız, kimi zaman tedirgin, nereye varacağını bilmeyen, kimi zaman bilen, kimi zaman ise amacına büyük bir özgüvenle ilerleyen sözcüklerin peşine takılıp yürüyordum. Sessizlik üzerine düşünüyordum. Ses çıkarması, tepki göstermesi gerekenlerin sessizliği. Ya da konuşması gerektiği halde konuşmayanların. Baskının, ötekileştirmenin; açık ve net şekilde yaşanan, toplumun tüm dokularına bir şekilde sızan faşizmin yarattığı yoğun korku atmosferi içinde zarar görmemek, incinmemek adına sergilenen sessizlik. Sessiz kalırsa ona dokunmayacağını düşündüğü, oysa sessiz kaldıkça ona daha çok dokunabilecek bir güce sahip olan sessizlik.
Sessizliğin üç hali
Sanırım sessizliğin üç hali var. İlk hali, o hep bildiğimiz korkunun kurbanı olma hali. Gözünün önünde yaşanandan gözünü kaçırmak, yüzünü çevirmek. Yalnızlığı kader yapan. Ortaklaşmacılıktan uzaklaştıran ve elbette özgürlükten. Kendi gücünün farkına varmayı önleyen. Bir süre sonra iki seçenek bırakıyor bunu tercih edene, kötülüğün yanında olmak ya da kötülüğün mağduru olmak. Her durumda kötülüğün kurbanı olmak.
İkinci hali kötülüğü üretenlerin sessizliği. Gerçekler açığa çıksa, ifşa olsa da sorumlulukları–belgelerle bile- açığa çıksa da yalan siyaseti ile şekillendirilmiş bir pişkin sessizlik.
Üçüncü hali ise direngen sessizlik. Kendisine işkence edene adını bile söylemeyen, savunduğu evrensel değerlerden vazgeçmeyen, ona söylemesini istediklerini söylemeyen, bir karşı duruş, bir direniş olarak sessizlik. Çok şey anlatan sessizlik.
Konuşurken sessiz kalanlar
Sessizliğin belki de en korkutucu olanı konuşurken sessiz kalmak. En çok zarar vereni. Söylenmesi gerekeni söylemeyenler, sözü ağzında dolaştıranlar. Yalan söylemekten farklı bir şey bu. Yalan bilerek ve isteyerek, kasten üretilen bir şey. Amacı ne olursa olsun söyleyenin doğru olmadığını bilmediği. Ama konuşurken sessiz kalanların en önemli farkı bunun her zaman farkında olmamaları. Oldukları zaman da bunu akılcı hale getirmeleri. Çok şey söyleyip hiçbir şey anlatmamak. Buna kimi zaman “totoloji” deniyor. Türkiye siyasetinin kültleşmiş siyaset söylemlerinden, kalıplarından biri. Bugün siyaset dilinde, özellikle ana muhalefetin dilinde -özellikle CHP’nin- kendine yuva yapmış bu eğilim yeni bir biçim de kazanmış durumda. “Şaşkınlık siyaseti”. Kendini daha çok, gözlerin faltaşı gibi açık, ağızların biraz eğik, bir gözün hafif kısık ve kelimelerin alaycı bir şekilde ağzından çıktığı bir siyaset söylemi “ Şaşkınlık siyaseti”.
Şaşkınlık TDK sözlüğünde “düşünceleri dağılmış, karışmış, ne yapacağını bilemez duruma gelmiş” olma hali olarak tanımlanıyor. Akılsız, sersem, budala anlamları da var. O zaman siyasette şaşırmak, kafa karışıklığını, düşüncelerde dağılmışlığı, ne yapacağını bilemez duruma gelmiş olduğunu kabul etmek demek. Peki, bu haliyle bu şaşkınlık hakikati görünür kılmak için etkili olabilir mi?
Şaşkınlık bir durumdan öte bir duygu ise eğer, bu duyguya can veren bir anlam olmalı. Şaşıranın şaşırtan durumu beklemediğini gösterir. Şaşırmak, olanı biteni anlamayı, kavramayı zorlaştırır. Şaşırmak yaşananı nesnel olarak kavramayı engellediği için onunla karşı etkili bir siyaset yürütmeyi de giderek olanaksız hale getirir. Şaşkınlık karşısında şaşırılan durumun akıl dışı, saçma, mantığı olmayan bir durum olduğu izlenimi yaratır. Gerçekten öyle mi? Şaşırmak bu durumu gerçekten akıl dışı, mantıksız ve saçma yapar mı? Bu, taşın pamuk olduğunu düşündüğünde onun pamuğa dönüşmesi gibi bir şey.
Aslolan deneyimlenen karşısında, siyasal iktidarın tüm politikaları, uygulamaları düzenlemeleri karşısında şaşırmak değil, onun nesnelliğini, nedenselliğini kavramaktır. Ülkeyi neye dönüştürmek istediğini, hizmet ettiği sınıfı, anlayışı, var olma biçimini ve araçlarını kavramaktır. Ürettiği şiddet ve inşa ettiği söylemle, yarattığı korku iklimi ile neyi olanaklı kıldığını görmektir. Şaşkınlık siyaseti, sürekli şaşırmak, ne yazık ki şaşıran muhalefeti devletin bekası gibi söylemlerde iktidarın arkasına dizmekte ve onun en önemli destekçisi yapmaktadır.
İrfan Aktan’ın Sırrı Süreyya Önder ile yaptığı ve Duvar gazetesinde yer alan söyleşisinde ifade ettiği gibi “suya sabuna dokunmadan bu iktidarın gitmesini bekleyenler kirli kalıyor. HDP’nin dışındaki muhalefet suya-sabuna dokunmayarak sadece kirliliği muhafaza ediyor”. Tam da bu. Şaşkınlık siyaseti yeni bir şey söylemek değil, görünenin altındaki gerçeği kavramak ve onu çözümlemek değil, aksine, savaş, şiddet, ayrımcılık, derin sömürü, yoksulluk, yolsuzluk, kayırmacılık, yozlaşma ve daha bir sürü şeyi üreten, hayatı tahrip eden bu siyasal sürece ortak olmak anlamına geliyor.
Dilimizi, öncelikle siyasetin dilini bu şaşkınlıktan kurtarmamız gerek. Brecht’in de vurguladığı gibi görünenin altındaki gerçeği görünür kılmak. Kitlelere ulaşan gerçek, güçlü, onurlu ve barışçıl dili geliştirmemiz, bu dili ısrarla kullanmamız gerekiyor. Yine Sırrı Süreyya Önder’den emanet aldığım bir ifade ile bu sessizlikten, şaşkınlık siyaseti olarak görünen siyasetsizlikten kurtulmamız gerekiyor. Tüm dillerde…