Sürü bağışıklığı stratejisinin ekonomi politiği

Prof. Dr. Mustafa Durmuş

Covid-19 pandemisi ile mücadelede sürü bağışıklığı stratejisinin doğru bir strateji olmadığı bilimsel araştırmalarla olduğu kadar, ortaya çıkan sonuçlarla da görülüyor. Dünya Sağlık Örgütü ve bilim kurulları da bu yönde görüş belirtiyor. O halde bazı ülkeler (resmi olarak adını böyle koymasalar da) neden bu stratejiyi uygulamakta ısrar ediyorlar? Sırasıyla bu nedenleri ele alalım.

Sağlıktaki çöküşü gizlemek ihtiyacı

Bu stratejinin uygulanmasının nedenlerinden biri son 30-40 yıldır neo-liberalizmin ülkelerin sağlık alt yapısını çökertmiş olması. Çünkü başta İngiltere ve Hollanda gibi ülkeler olmak üzere, birçok ülkede siyasal iktidarlar yıllardır sermayenin çıkarlarını toplumun ihtiyaçlarının üzerinde tuttular ve kamusal sağlık yatırımları için yeterince kaynak ayırmadılar, sağlık harcamalarını da yeterince fonlamadılar. 

Bu salgın ile birlikte birçok ülkedeki sağlık hizmetlerinin (yüksek maliyetler nedeniyle yeterince kaynak ayrılmayan özellikle de yoğun bakım hizmetlerinin) ihtiyacın çok gerisinde olduğu belirlendi. Salgın sonrasında hastanelere yığılma söz konusu olduğunda sağlık alt yapısının ne denli yetersiz olduğu görüldü. Örnek olarak, refah devleti döneminin en iyi sağlık sistemine sahip olduğu düşünülen Britanya’da 100.000 kişiye sadece 6,6; Hollanda’da 6,4 ve İsveç’te ise 5,8 yoğun bakım yatağı düştüğü ortaya çıktı (1)

Böylece sürü bağışıklığı stratejisi ile hükümetlerin ve sağlık sisteminin yetersizliğinden kaynaklanan başarısızlığın faturası virüse ve “önlem almayan” bireylere kesiliyor.

Çünkü bu stratejinin ardındaki fikriyat (tıpkı yoksullara neden yoksul olduklarını açıklarken onları tembel olmakla suçlamak gibi), hastaları kendi almaları gereken önlemleri almamakla suçlayan bir bakış açısına sahip. Büyük medyanın bu yöndeki dezenformasyonu sayesinde hem sağlıktaki özelleştirmeler, hem de bunların yürütücüleri olan siyasal iktidarlar sorumluluktan kurtulmuş oluyor.

Şehir hastaneleri Koronavirüs için mi yapıldı?

Bu noktada Türkiye’ye ayrı bir paragraf açmak gerekiyor. Çünkü salgınla mücadelede kendini en başarılı yönetimler sıralamasında en başlara koyan siyasal iktidar (ülkede yoğun bakım yatak sayısının Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında oldukça yüksek olduğundan söz ederek) şehir hastaneleri konusundaki tercihlerinin ne denli haklı olduğunu anlatıyor.

Gerçekten de resmi verilere göre, Türkiye’de 2018 yılı itibariyle 39.098 yoğun bakım yatak ünitesi var. (2) Bu her 100.000 kişiye 40’a yakın yatak düştüğü anlamına gelir ki bu da Avrupa’daki en yüksek sayı demek. Ancak yoğun bakım yatak sayısının 20’yi aşkın şehir hastanesinin yapımıyla birlikte son 8 yılda arttığı da bir gerçek.

Yani siyasal iktidar Korona gibi bir salgını öngördüğünden bu yoğun bakım yatak sayısını artırmadı. Bu proje Hazineye (dolayısıyla da bizlere) önümüzdeki 25 yıl boyunca hastane işletmecilerine 142,4 milyar dolarlık bir geri ödeme yükümlüğü (3) getiren ve bu arada ülkenin belli başlı sermaye gruplarını kayırıcı bir biçimde zenginleştiren bir rant projesi. Yapılan iş salgınla birlikte bu hastanelerin salgınla mücadele için kullanılmalarından ibaret.

Ortada hala aşı yok

Bir diğer neden salgının 2 yıl daha devam edebileceği, bu arada ikinci, hatta üçüncü salgın dalgasının da söz konusu olabileceği, (4) buna karşılık (hastaların tedavisinde kullanılan bazı ilaçların üretilmesinin dışında), virüse karşı bir aşının hala geliştirilememiş olması.

Bu da (aşı geliştirilinceye kadar insanları eve kapatmak artık sosyal ve ekonomik olarak zor olacağından) özellikle de neo-liberal hükümetleri insanları sokaklara çıkartarak bağışıklık kazanmalarını öngören, ancak bilimsel olarak da kanıtlanmamış, üstelik etik olarak da kabul edilemeyecek bir stratejiyi uygulamaya yöneltiyor.

Bilim insanları şu ana kadar görülen 7 Koronavirüse karşı başarılı bir aşı geliştiremediler. Ebolavirüse karşı geliştirilen aşı ise 7 yıl gibi uzun bir zaman aldı. Yani ileri sürüldüğü gibi 18 ay içinde Koronavirüs aşısının bulunması çok düşük bir ihtimal. (5)

Mutasyona uğramakta olan bir virüse karşı aşı geliştirmenin teknik zorlukları bir yana, kapitalist devletlerarasındaki aşıyı ilk kullanan olma konusundaki rekabet de, aşı bulunsa dahi azgelişmiş dünyanın bundan çok sınırlı bir fayda sağlayacağını gösteriyor.

Aşı milliyetçiliği

Öncelikle küresel ilaç sektörü tam bir oligopol piyasası biçiminde faaliyet gösteriyor. Böylece aşı üretme faaliyetleri de çok az sayıda gelişkin ülke ve çok az sayıda ilaç firmasınca yürütülüyor.

Örnek vermek gerekirse, Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, aşıların yaklaşık üçte biri sayıları 4’ten az firma tarafından üretilirken, üçte ikisinin sadece 2 onaylanmış ürünü bulunuyor. Şu anda dünyada 100’den fazla Covid-19 aşı üretme projesi yürüyor ve bunlardan 8 tanesinin umut verici bir aşamaya geldiği ileri sürülüyor. Ancak sorun, aşıya hangi ülkelerin erişebileceği ya da erişemeyeceği sorunu. Zira arz yoğun talebi karşılamaya yetmeyecek.  UNCTAD yatırım direktörüne göre, bu durumda üretim faaliyetinde bulunmayan azgelişmiş ülkelerin halkları da aşıdan mahrum kalacaklar. (6)

Ayrıca aşı geliştirme kapasitesine sahip ülkeler işbirliği halinde çalışıp küresel bir strateji geliştirmek yerine “benim ulusumun ihtiyacı önce gelir” gibi bir yaklaşımla hareket ediyorlar.

Örneğin ABD’li Sanofi’ye göre en büyük serum sipariş hakkı ABD’nin olmalı. Serum Institute of India’ya göre serum önce Hintlilere uygulanacak. Britanyalı Astra Zeneca’ya göre ise üretilen ilk 30 milyon doz Britanya’da kullanılacak. ABD ise bu üretimin ilk 300 milyon dozunun Ekim’e kadar kendilerine verilmesi gerektiğini ileri sürüyor. 2009 yılında H1N1 virüsü (Domuz Gribi)  aşısı 7 ayda üretildi (bu aşamaya kadar 284 bin kişi öldü). Zengin ülkeler aşının çok büyük bir kısmını alınca yoksullara geriye bir şey kalmadı. Bu tutum etik olarak da, hastalığı küresel olarak geriletmek anlamında da yanlış bir tutum.  Çünkü bazı ülkeler aşıyı geç elde ettiğinde, salgın yaygın bir biçimde bu ülkeleri etkileyecek, küresel arz zincirini bozacak ve ekonomiler sıkıntıya girecekler. (7)

Sürü stratejisinin politik ve ideolojik arka planı

ABD gibi ülkelerde sürü stratejisini uygulamanın nedenlerinden biri (büyük sermaye gruplarının kârlarını realize etmek ihtiyacının yanı sıra), Trump’ın yaklaşmakta olan başkanlık seçimlerine ekonomiyi toparlayarak girmek istemesi. Çünkü piyasalara verilen trilyonlarca dolarlık teşvike rağmen bu ülkede işsiz sayısı tarihsel bir zirve yaparak 46 milyona yaklaştı. (8) İşsizliğin yanı sıra ekonomideki görülmemiş daralma ve borsalardaki iniş çıkışlar Trump’ın yeniden seçilme şansını azaltıyor.

Türkiye gibi, bir yandan neredeyse hiçbir sosyal ve ekonomik soruna, işsizliğe, yoksulluğa, adaletsizliklere çözüm üretemezken, diğer yandan giderek otoriterleşen ülkelerdeki yönetimler de daha fazla taban kaybına uğramamak için başarılı bir “normalleşme” görüntüsü sergilemek zorundalar.

Bunun yollarından biri sürü bağışıklığı ile insanların sokaklara çıkmasını sağlamak. Vaka sayılarında bir patlama yaşandığında ise bunun sorumluluğunu “kendi önlemini almayan, maske takmayan, fiziki mesafe kuralına uymayan” bireylere yüklemek bu stratejinin gereği oluyor. 

Sürü bağışıklığı stratejisi ideolojik köklerini neo-liberal ideolojiden alır ki neo-liberalizmin genel olarak bir toplum ve özellikle de emekçi karşıtı bir ideoloji olduğu artık iyice ortaya çıkmış bulunuyor. Bu ideolojiye dayanılarak son 30-40 yıldır, başta sağlık hizmetleri olmak üzere kamusal hizmetlerin alt yapısı iyice çökertildi. (9)

Piyasaları toplumun, kârı insan sağlığının üzerinde tutan neo-liberalizm öyle bir ideolojidir ki insanların aklını köleleştirerek, yoksulluğun, işsizliğin, güvencesizliğin (dolayısıyla da hastalanmanın) nedeninin insanların kendi hataları olduğuna onları inandırır.

Epidemiyolojik neo-liberalizm

Bu bağlamda sürü bağışıklığı epidemiyolojideki neo-liberalizmin adı, ya da somut bir uygulamasıdır. Tıpkı serbest piyasalara olan koşulsuz inancın gereği gibi, sürü bağışıklığı da salgınla en iyi mücadelenin onu serbest bırakmak, düzenlememek olduğu inancına dayanır. Bu yıllardır dünyayı yöneten politik aklın bir devamı, yani “bırakınız yapsınlarcı” bir Sosyal Darwinizm’dir. Öyle ki denetimsiz piyasalara iman edenler, salgının kontrol edilmeden geçeceğine de inanırlar (bu salgın geniş kitleleri öldürse bile). Bu yüzden de ekonomik olarak zarar veren kapanma stratejisi karşısında sokağa çıkmayı önermeleri onların politik aklına uygun bir tercihtir. (10)

Diğer yandan sürü stratejisinin tıpkı neo-liberalizm gibi, çok büyük bir kısmı çok kötü sosyo-ekonomik koşullara sahip bulunan yoksullar, evsizler, mülteciler, yaşlılar, engelliler ve ciddi sağlık sorunları olanlar gibi (yoksulluk ile hastalıklar arasındaki yüksek korelasyondan dolayı) toplumun en korumasız kesimlerini ezen bir şiddet uygulamasına dönüşmesi kaçınılmaz.

Nitekim salgından ölenlerin sınıfsal konumları ve kimlikleri bu gerçeği her gün ortaya çıkartıyor. Örneğin ABD’de yürütülen bir araştırma (11) işçilerin, siyahilerin ve Latin Amerika kökenlilerin daha yoğunluklu olarak yaşadıkları ve gelir dağılımı eşitsizliğinin göreli olarak daha yüksek olduğu eyaletlerdeki vaka ve ölüm sayılarının daha eşitlikçi eyaletlere göre çok daha yüksek olduğunu, gelir dağılımı eşitsizliğini gösteren bir katsayı olan Gini endeksi büyüdükçe Koronavirüsten ölen sayısının da arttığını gösteriyor.

IMF bile, salgının yoksullara çok daha ağır bir fatura ödeteceğinin, yoksulların toplumun diğer kesimlerine göre birkaç kat daha kötü duruma düşeceğinin, gelir dağılımının daha da kötüleşeceğinin, özellikle de eğitimsiz işçilerin artık çok zor iş bulacağının altını çiziyor. (12)

Biyolojik savaş aracı

Sürü bağışıklığı sadece bilim dışı, emek karşıtı, bu anlamda da toplumsal olarak kötü bir strateji değil, aynı zamanda da bir biyolojik savaş aracı işlevi görüyor. Çünkü normalde yaşayabilecek birçok insan bu strateji yüzünden ölüyor ve hükümetler bunlarla ilgili olarak her hangi bir sorumluluk almıyor.  

Bu öyle bir strateji ki bazılarınca (adeta Malthuscu bir anlayışla) üretken bir kapitalist ekonominin önünde bir engel, hatta toplumsal bir yük haline geldiği düşünülen; başta yaşlılar olmak üzere, kronik hastalığı olanları, engellileri, diğer çalışamayacak durumda olanları (dolayısıyla da artı değer yaratamayacak konumdakileri) ortadan kaldırıyor. Yani neo-liberal bir yaklaşımla bir tür piyasa temizlenmesi sağlıyor.

Sürü bağışıklığının ekonomik nedenleri

Son olarak, bazı ülkelerin sürü bağışıklığı stratejisine yönelmelerinin nedenini ekonomik alandaki gelişmeler oluşturuyor. Çünkü Korona salgını 1929 krizinden dahi çok daha derin bir ekonomik krize, iflaslara, sermaye yitimlerine, devasa işsizliğe, yoksulluğa ve açlıkla sonuçlanabilecek bir gıda krizine neden oldu.

Monthly Review’da yer alan bir makale bu krizin özgün yanını şöyle özetliyor:

Bu krizde sermaye sınıfı (şu ana kadarki krizlerde muhtelif yollarla zararını devlete ve işçi sınıfına ödettirirdi) hala krizini tam olarak emekçinin krizine dönüştüremedi, ama bunun için de her türlü çabayı gösteriyor. Binlerce fabrika kapandı, zorunlu olmayan mal ve hizmetler birçok ülkede durduruldu. Hem patronlar, hem da işçiler eş anlı olarak piyasalardan çekilip evlerine kapanmak zorunda kaldılar. Bundan önceki hiçbir krizde kaynaklar (fiziksel ve finansal olarak) bu çapta yok olmamıştı. Öyle ki ortada bir savaş durumu yok, krizi tetikleyen bir borsa çöküşü gibi finansal çöküş mevcut değil. Tersine ekonomik çöküş total olarak hissediliyor. Bu durum, var olabilmek için sömürmekten başka bir yol bilmeyen bir küresel sistemde bu sömürünün gerçekleştirilemez olmasıyla birlikte ortaya çıkan bir durum. (13)

Kapitalizmin tarihinde büyük krizlerin daha önce de yaşandığı biliniyor. Ancak Korona salgını ile birlikte gelişen mevcut ekonomik krizin kapitalist küreselleşme tarihinde bir ilk ve olağan dışı bir kriz olduğunun altını bizim de çizmemiz gerekiyor.

Küresel mobilizasyon salgını artırdı

Öyle ki salgını yavaşlatabilmek ancak ulusal ekonomilerde ekonomik faaliyetlerin (dolayısıyla da kapitalizmin varlık nedeni olan kâr çıkarımının ve sermaye birikimi oluşumunun) durdurulmasıyla mümkün olabiliyor.

Diğer yandan ulusal ekonomilerin üzerinde bir emperyalist -kapitalist sistem mevcut ve bunun temelini de küresel emek, meta, sermaye mobilizasyonu oluşturuyor.

Yani küresel kapitalizm en başta insanların kolektif olarak mobilizasyonuna dayanıyor. Diğer taraftan bu sınırsız dolaşım salgının yayılması için en verimli yol. Bu nedenle de salgını denetim altına almak için kolektif küresel mobiliteyi azaltmak gerekiyor. Bu yapıldığında ise ekonomik canlanma sağlanamıyor. Sonuç olarak, daha önceki ekonomik krizler para ve metanın dolaşımını önlemişti, bu salgın ise insan faaliyetlerinin durmasıyla sonuçlanıyor.(14)

Böylece insan yaşamını koruyabilmek için; ülkelere giriş çıkışlar yasaklanıyor ya da sınırlandırılıyor, uluslar arası seyahatler durduruluyor ya da çok kısıtlanıyor, karantina, sosyal izolasyon, fiziki mesafelenme ya da evde kal gibi yollara başvurulması gerekiyor. Bu yapıldığında sosyal yaşamın temelini oluşturan ekonominin temelleri çökertiliyor.

Diğerlerinden biraz farklı bir ekonomik kriz

Bu krizi, kapitalizmin toplumların ekonomik sistemi haline geldiğinden bu yana (yani birkaç yüzyıldır), her 4-7 yılda bir iş döngüleri istikrarsızlıkları biçiminde ortaya çıkan krizlerden de ayırmak gerekiyor.

Böyle döngüsel krizlerin temel nedenini emek ve sermaye arasındaki çelişki ve piyasaların rekabetçi yapısı oluştursa da, kapitalizm her seferinde (kendini bu döngülerden çıkartabilecek maliye politikası ve para politikası gibi araçlara ve mekanizmalara sahip bulunduğundan) bu krizlerinden çıkmayı başardı.

Burada altının çizilmesi gereken olgu böyle döngüsel krizlerin sadece çok özel durumlarda ve çok nadiren sistemin krizi haline gelmesi. Bu da sosyal, politik, ekolojik, kültürel gibi pür ekonomik olmayan ciddi sorunların ekonomiler aşağıya doğru giderken ortaya çıkmasıyla gerçekleşiyor. Nitekim Korona salgını (ortaya çıkardığı sonuçlar itibarıyla), 2019 yılında başlayan ekonomik durgunluğu sistemik bir hale getiren temel unsur oldu. Bugün başta ABD olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde bu olgu yaşanıyor.(15)

Çeşitli ekonomik çöküş senaryoları

Küresel ekonomi ile ilgili son veriler bu tespiti doğruluyor. Öyle ki OECD bu yıl için eğer ikinci bir salgın dalgası savuşturulursa, dünya ekonomisinde yüzde 6’lık, ikinci bir salgın dalgası olursa yüzde 7,6’lık bir küçülme yaşanmasını bekliyor.

Ekonomik küçülmenin Merkez Ekonomilerde çok daha büyük olması bekleniyor. Örneğin Avro Bölgesinde ikinci salgın dalgası yaşanmazsa bu küçülmenin yüzde 9,1 ve eğer yaşanırsa yüzde 11,5 olması öngörülüyor. Avrupa’da en büyük ekonomik daralmanın ikinci dalga olmazsa yüzde 11’in üzerinde ve ikinci dalga olursa yüzde 14’ün üzerinde olmak üzere sırasıyla; Fransa, İtalya ve İngiltere’de yaşanacağı tahmin ediliyor. Bu süreçte ABD ekonomisinin ise ikinci dalga olmazsa yüzde 7,3 ve ikinci dalga olursa yüzde 8,5 oranında küçülmesi bekleniyor. (16)

Bu verilere UNCTAD’ın bu yılın ikinci çeyreğinde dünya ticaretinin yüzde 27 ve yılın tamamında yüzde 20 azalacağı yönündeki beklentisi (17),  ILO’nun kapanma nedeniyle dünya çapında çalışılan saatlerinde yüzde 50’lik bir azalma olduğu yönündeki tespitleri (18), bu yılın ilk çeyreğinde yüzde 5 küçülen ABD’de işsizlik yardımı almak için başvuran işsizlerin sayısının 46 milyonu aştığı (19) ve kapanmaların yaşandığı ilk ay olan Nisan ayında İngiltere ekonomisinin yüzde 20,4 oranında küçüldüğü (20) gerçeği eklendiğinde, salgının dünya ekonomisinin sürükleyicisi konumundaki bazı ekonomilerde yaratmakta olduğu büyük tahribat açıkça görülebiliyor.

Türkiye ekonomisinde yüzde 26,7’lik bir küçülme öngörülüyor

Türkiye’de yakınlarda yapılan bir makroekonomik modelleme çalışmasına göre, milli gelirin yıllandırılmış olarak yüzde 26,7 küçülürken, toplam istihdamın yüzde 22,8 azalması ve işsizliğin yüzde 33,7’e çıkması bekleniyor.

Buna göre; hane halkı kullanabilir geliri yüzde 26,5; toplam özel tüketim harcama talebi yüzde 23,0; yatırım harcamaları yüzde 66,7; toplam ihracat gelirleri yüzde 27,8; ithalat talebi yüzde 29,5 azalacak, Türk lirası reel olarak yüzde 30,5 değer kaybedecek, vergi gelirleri yüzde 48,7 ve kamu tüketim harcamaları yüzde 20 azalacak, merkezi yönetim bütçesi açığı ise milli gelirin yüzde 12,4’üne çıkacak. (21)

TÜİK tarafından açıklanan ve Türkiye’de imalat sanayi üretiminin Nisan ayında yıllık yüzde 33,3 azaldığını (22) gösteren resmi veri ise gelecekte işsizlik ve yoksulluğun daha da artacağının bir kanıtı niteliğinde.

Sömüremezlik açmazı

Kısaca, kapitalist ekonominin temeli olan kârlı üretimin maddi-fiziki koşullarını sarsan salgınla birlikte kapitalist ekonomiler sömüremezlik, dolayısıyla da kendini sosyal olarak üretemezlik durumuyla karşı karşıya kaldılar. Çünkü salgının yayılımını durdurabilmek ya da yavaşlatabilmek için kapanmalar şart oldu. 

Bu bağlamda emeği sömüremez duruma gelmek, bu salgının yol açtığı en temel sorun olarak kapitalistlerin karşısına çıktı çünkü salgın sömürüyü büyük çapta önledi.

Diğer yandan hangi gerekçe ile yapılırsa yapılsın üretimin ve dolaşımın, dolayısıyla da sermaye birikiminin durdurulması ve kâr amacı gütmeyen sosyal ihtiyaçları karşılamaya dönük üretimin sürdürülmesi sermaye sınıfı için uzun süreli olarak kabul edilebilir bir durum değil.

Benzer bir durum işçi sınıfı için de geçerli. Toplumun büyük bir kısmı emek güçlerini satarak yaşamlarını sürdürebiliyorlarsa ve bunu salgın yüzünden artık yapamıyorlarsa, bu insanların yaşamlarını maddi olarak sürdürebilmeleri mümkün olmaz. Devlet için de (vergi gelirlerini üretimden, gelirden, istihdamdan ve tüketimden sağladığı için) salgının neden olduğu bu durum kabul edilebilir bir durum değil.

Özcesi, salgının yayılmasını durdurmak ya da salgını ortadan kaldırmak için “evde kalırken”, aynı zamanda kârlı bir sermaye birikimini sürdürebilmek mümkün değil. İşte bu nedenle de sistemin karar alıcıları seçimlerini ikincisinden yana yaptılar ve dünyada olduğu gibi Türkiye’de de 1 Haziran’dan itibaren ara verdikleri üretim, dolaşım ve tüketim faaliyetlerine geri dönüş yaptılar.

Sürü bağışıklığı stratejisi de (salgını önlemede ve krizi yumuşatma da başarısızlığa mahkum olsa da, çok sayıda insanın ölümüyle sonuçlanacak olsa da), bu nedenle hayata geçirilmeye çalışılıyor. Böylece hem işsiz kaldığı için artı değer üretemeyen işsiz kitleler, hem de yaşlılar, kronik hastalığı olanlar, kısaca sistem için artık bir yük olarak görülenler bir tür piyasa temizliğine uğratılarak kapitalizmin tekrar verimli bir şekilde işlemesinin önü açılmaya çalışılıyor.

Anahtar sözcükler: Covid-19, Sürü bağışıklığı stratejisi, Epidemiyolojik neo-liberalizm, Sosyal Darwinizm, Aşı milliyetçiliği, Sömüremezlik, Ekonomik kriz.

Dip notlar:

(1) Isabel Frey, “Herd Immunity” is Epidemiological Neoliberalism”, https://economicsociology.org (24 April 2020).
(2) https://tr.euronews.com/2020/04/05/koronavirus-turkiye-de-hangi-bolgede-kisi-basina-kac-yogun-bakim-yatagi-dusuyor.
(3) http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/1701951/chp-sehir-hastanelerinin-ekonomi-icin-bir-kara-delik-oldugunu-ortaya-koydu (13 Kasım 2019).
(4) Bazı araştırmalar ikinci bir dalganın mümkün olmayacağını, bu konudaki yanlış bilginin Covid-19’un grip salgını ile karşılaştırmasından kaynaklandığını, Covid-19’un mevsimsel olarak, örneğin yaz aylarında ortadan kalkıp kış aylarında yeniden ortaya çıkmasının söz konusu olmadığını ileri sürüyorlar. Bu konuda bak: https://theconversation.com/can-we-please-stop-talking-about-a-second-wave-of-covid-19 (17 June 2020).
(5) https://www.nytimes.com/interactive/2020/04/30/opinion/coronavirus-covid-vaccine.
(6) “COVID-19 heightens need for pharmaceutical production in poor countries”, https://unctad.org (27 May 2020).
(7) Rebecca Weintraub, Asaf Bitton, Mark L. Rosenberg, “The danger of vaccine Nationalism”, https://hbr.org (22 May 2020).
(8) https://anticap.files.wordpress.com/2020/06/initial-claims9.jpg.
(9) Jacob Assa, “Privatization and the Pandemic”, https://developingeconomics.org (21 June 2020).
(10) Frey, agm.
(11) Harold Clarke, Paul Whiteley, “Economic inequality can help predict COVID-19 deaths in the US”, https://blogs.lse.ac.uk/usappblog (6 May 2020).
(12) https://blogs.imf.org/2020/05/11/how-pandemics-leave-the-poor-even-farther-behind.
(13) “A crisis like no other: social reproduction and the regeneration of capitalist life during the COVID19 pandemic”, https://mronline.org (23 April 2020).
(14) Biao Xiang, “Hostages of Mobility”, https://www.indiachinainstitute.org (8 May 2020).
(15) Richard D. Wolff, “There’s a Crisis in US Capitalism”, https://www.counterpunch.org (10 June 2020).
(16) OECD Economic Outlook (June 2020), The world economy on a tightrope, http://www.oecd.org/economic-outlook/june-2020.
(17) “ COVID-19 triggers marked decline in global trade, new data shows”, https://unctad.org (14 May 2020).
(18) ILO Monitor: COVID-19 and the world of work. Fourth edition, https://www.ilo.org/wcmsp5/groups/public/—dgreports/—dcomm/documents/briefingnote/wcms.pdf (27 May 2020).
(19) https://antcap.wordpress.com/2020/06/18/chart-of-the-day (19 June 2020).
(20) https://www.theguardian.com/business/2020/jun/12/britains-gdp-falls-204-in-april-as-economy-is-paralysed-by-lockdown? (12 June 2020).
(21) Ebru Voyvada ve Erinç Yeldan, COVİD-19 Salgının Türkiye Ekonomisi Üzerine Etkileri ve Politika Alternatiflerinin Makroekonomik Genel Denge Analizi, (Mayıs 2020), s. 11.
(22) TÜİK, “Sanayi Üretim Endeksi, Nisan 2020”, http://www.tuik.gov.tr (12 Haziran 2020).