Meltem Yıldırım
“Bir romancının romanlarında o romancının hangi sebeplerden yazdığı belli olur. Bu roman benim çocukluğumdan bu yana gelen maceramdır. İnsanın toprağından ayrılmasının ne menem bir bela olduğunu hep canevimde duydum, onun ağıtları, destanlarıyla büyüdüm.”
İlk kitabı “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” ile son kitabı “Çıplak Deniz Çıplak Ada” arasında on dört yıl olan “Bir Ada Hikayesi” dörtlemesini böyle tanımlıyor Yaşar Kemal.
İnsan düşünüyor; Çukurovalı Yaşar Kemal, neden ömrünün ütopyasını küçücük, adı “Karınca” gibi minicik, haritada bile görünmeyen bir adada kuruyor?
Mümkün, pek çok cevap sıralamak mümkün bu soruya.
Bir ada, metafor olarak her türlü oluşturma eylemine açıktır her şeyden önce. Yaratılışın tüm inançlardaki ezel ve ebed duygusunu, su kadar verebilecek başka bir öğe var mıdır? Yok olmak üzereyken yeniden var olma döngüsüne giren yaşam, Nuh peygamberin hikayesinden beri suyun önce hayat bahşedişinde, sonra boğuşunda, en nihayetinde merhametinde ifade bulur kendine.
Belki de bu yüzden hiçbir şey, bir ada kadar var olabilme çabasının tüm sancıları ve umudu ile yeni yaşamı ifade edemez.
Doğma büyüme Çukurovalı olsa da, aslen Vanlıdır Yaşar Kemal. Göçmek zorunda kaldıkları ve yıllar sonra bir gazeteci iken göreceği atalar toprağı Ernis, onun deyimi ile “Van Gölü’nün tam kıyısında, gölün kuzey doğusunda Esrük Dağı’nın eteğinde, Süphan Dağı’nın yakınlarında”dır. Suyun ve dağın kadim bilgisi ruhuna ihtimaldir ki kulağına ezanla birlikte okunan isminden önce üflenmiştir. Nihayetinde ada dediğin, deniz dibinden yükselen yalçın dağ değil midir?
Peki nerededir Karınca Adası? Akla ilk önce Ege gelse de değil… Konum belirtmek, harita bilgisi vermek mümkün değil çünkü aslında Türkiye’de Karınca Adası diye bir yer yok!
Ama şunu biliyoruz ki Karınca, her şeyden önce ruhen Marmaralı bir ada.
Yıllar önce Alpay Kabacalı ile yaptığı bir söyleşide “Bir ada düşlüyordum İsveç’te. Daha sonra Marmara Adası’na gittim, ona yakın bir ada buldum. Çok şaşıyorum insanın düşlemesine. Ne düşlemişsem, neyi yazmak istiyorsam, aynı ada… Birkaç defa daha gidip adaya, ondan sonra yazmaya başlayacağım.” diyor Yaşar Kemal. Ama Karınca Adası’nın Marmara Adası olduğunu söyleyecek bir delil yok. Muhtemelen Marmara Denizi’ndeki irili ufaklı adaların tüm iklimini bünyesinde barındıran, ancak hepsinden ayrılan bir Yaşar Kemal adası.
Neden Karınca?
“Deniz o kadar durgun, o kadar durgundu ki Karıncalar su içerdi.” Karadeniz balıkçı deyimiyle başlayan ikinci kitap, bize ipin bir ucunu veriyor. Arzulanan, tufanlar sonrasının, karıncanın içebileceği kadar dingin sularıdır.
Bir de…
Bir de “İnsan evrende gövdesi kadar değil yüreği kadar yer kaplar” sözü var Yaşar Kemal’in. Toz duman, kan boran olmuş anavatanların büyüklüğünde bir avuç savrulan insanın son durağı, yeni yaşamın başlangıç noktası güzelliğini görkemli kıtalar misali yüz ölçümünden almıyor. Karınca Adası yeni yaşamın müjdecisi olma yetisini küçücük bünyesine sığdırdığı kocaman yüreklerden alıyor.
Kimler yok ki Karınca Adası’nın sakinleri arasında? Çerkes asker eskisi Poyraz Musa, adanın eski yerlilerinden Vasili ve Lena Ana, Baytar Cemil, Giritli Dede Musa Kazım, Kürt Dengbêj Uso, Laz balıkçı Nişancı Veli, Bin Pınarlı İda Dağı’ndan Melek Hatun…
Görüldüğü üzere ada da ada hani. Edip Cansever’in “Uzandı masaya sonsuzu koydu/…Uykusunu koydu uyanıklığını koydu/Tokluğunu açlığını koydu/Masa da masaymış ha/Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu” dediği cinsten.
İsrafil surunu yaklaşık on yıl önce Cihan Harbi’nin ilanıyla öttürmüştür ve milyonların coğrafyası haşr halindedir. Uğultu… En çok uğultu tanımlar bugünleri. Kanın damarda, hissin yürekte, düşüncenin beyinde, kabusun uykuda, çığlığın kulakta uğultusu. Umut ve mutluluk, o günler için uzak bir düştür.
Savaş bitmesine bitmiştir ancak yaraları kanamaya devam etmektedir. Milyonlarca insan ölmüş, yüz binlercesi yerinden yurdundan göç etmek zorunda kalmıştır. Mübadele de bu sürecin son ve acılı halkası niteliğini taşımaktadır. Karınca Adası bir Rum adasıdır ve asıl sakinleri, mübadele yüzünden Yunanistan’a göç etmek zorunda kalmıştır.
Poyraz Musa bu çok kahramanlı romanın Karınca Adası’ndan sonraki ikinci odak noktası, bir bakıma baş kahramanıdır. Yaşar Kemal’in, Kafkasya hasretlerine dair masalları ile büyüdüğü Çukurova dağlarının ve yaylaların, komşu köylerdeki Çerkeslerine bir selam niteliği taşır Poyraz Musa.
Roman, adaya kayığıyla kürek çekerek gelen Poyraz Musa’nın tasviri ile başlar. Mübadele sonrasında bomboş kalmış Karınca Adası’nın ilk sakini o olacaktır.
Daha doğrusu öyle sanmaktadır. Adayı terk etmeyen, gizlice orada yaşamaya devam eden birisi vardır: Vasili…
Vasili seferberlikte askerliğini Sarıkamış’ta yapmış ve adasına dönmüştür. Mübadele kararı çıktığında, her ne pahasına olursa olsun adasını terk etmemeye ve adaya ayak basan ilk yabancıyı öldürmeye yemin etmiştir. Adaya ayak basan ilk yabancı Uzunyaylalı Çerkes Poyraz Musa’dır ve Vasili günlerce bir gölge gibi onu izler. Aldığı kararın, tanımadığı bir insanı öldürecek olmanın cenderesinde günlerce kıvranır. Her günün sabahı Poyraz Musa’yı öldürmek için motivasyonunu binlerce sebeple yenilemekte, ama gün sonunda onu öldürmemek için tek bir sebep de olsa bulmakta ve ona tutunmaktadır. Bilincinin bu cenderenin acısıyla yırtılarak genişlediği o son noktada, öldürmek söyle dursun denizde boğulmak üzere olan Poyraz Musa’yı kurtarmıştır. Dünyanın en güzel kardeşlik hikayelerinden biri bu noktada başlayacak ve adada günlerdir köşe kapmaca oynayan bu iki adam birbirlerine çocuklar gibi sarılacaktır.
Poyraz Musa… Asıl adı Abbas’tır. O da tıpkı Vasili gibi Sarıkamış’ta bulunmuştur. Yazlık kıyafetleri ile Sarıkamış’a sürülen askerlerin yaşadıkları tüm sefaleti, Allahuekber Dağları’nı, “Donan Askerler Ormanı”nı görmüştür. Ordu bozguna uğradıktan sonra başı boş kalan askerlerle geriye çekilme sürecini an be an yaşamıştır. Urfa önlerine kadar ordu artıkları ile inen Poyraz Musa, gördüğü ilk askeri birliğin emri altına girer ve Urfa’nın Fransız işgaline karşı savunmasında yer alır. Bedevi aşiretleri ile de bölgede çatışmalar yaşanmaktadır. Poyraz Musa, bu çatışmalardan birinde bölgenin en nüfuzlu Bedevi şeyhlerinden birinin kardeşini öldürür. O günden beri de adı gibi bilmektedir ki şeyh her yerde onu aramaktadır ve kardeşinin intikamını, onu bulduğu yerde alacaktır. Karınca Adası’na bu yüzden gelmiştir. Kimsenin adını bile bilmediği bu adada, şeyhin adamlarının onu bulamaması ümidiyle. Hep tetikte ve tedirgindir.
Ve Poyraz Musa’nın yaşadıklarından sonra üstüne bir karabasan gibi günlerce çöken uzun kabusları… Serinin ilk kitabı “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”ya adını veren, göklerden kan yağan kabusları.
Onun kabuslarında, Yaşar Kemal’in ailesinin Van’dan çıkıp Hemite’ye gelene kadar geçtiği yolların, duyduklarının, şahit olduklarının, en çok da Êzidi soykırımının izini sürebilir insan.
“…Sen Emirim, yüzlerce insanın çoluk çocuğun, genç kızların, yaşlıların hançerlenerek, çırılçıplak soyulduktan sonra Fırat’a, Dicle’ye atıldıklarını gördün mü? Sen yüzüne bakmaya kıymayacağın, doyamayacağın kızların memelerinin kesilerek öldürüldüklerini gördün mü, kesilmiş kanlı memelerin kızgın kumlarda kanadığını, yüzlerce kartalın üstüne çokuştuklarını… Sen bir savaşın ne olduğunu bilir misin Emirim?”
Emir Selahattin… Poyraz Musa’nın çöldeki koruyucu meleği, rüyalarında bile yıllar sonra böyle konuştuğu… Çöldeyken bir gün Êzidileri anlatır ona.
“Yezidiler günde üç kez güneşe döner, dua ederler. Her isteyen, çoluk çocuk, genç yaşlı olsun, şeyh olsun, emir olsun, herkes güneşin karşısına geçer, içinden ne geçiyorsa güneşe söyler. Belki de insan soyunun şimdiye kadar söylediği en güzel dualar bunlardır. Belki de, en güzel türküler, en güzel şiirler bu dualardan çıkmıştır. Belki de Mezopotamya’nın bütün destanlarının temelinde bu dualar vardır.”
Emir Selahattin’in Êzidilere dair bu anlatısı, Sarkis Seropyan’ın sesiyle Kardeş Türküler’in “Doğu” albümünde “Yezidiler” ismiyle kayda alınacak, albüm akışında peşinden gelen, göç ve yıkımı anlatan sözleri Vedat Yıldırım’a ait bir başka müthiş eser Kerwanê’ye bir geçiş, önsöz niteliği taşıyacaktır.
Birçok özel karakteri barındırır “Bir Ada Hikayesi” serisi. Teker teker her birini açmak, bu yazıyı aşıyor. Ancak içlerinde iki tanesi daha var ki, Yaşar Kemal’in hayatından romana doğrudan akan izler bakımından incelenmeye değer.
Bunlardan biri Vanlı Baytar Cemil’dir. Yaşar Kemal’in muhtemelen nenesinden bir masal diyarı gibi dinlediği Van’dan ayrılık hikayeleri, onun öyküsünde dile gelir. Cihan Harbi esnasında Ruslara esir düşmüş, esareti sırasında doğup büyüdüğü şehrin, atalarının memleketi Van’ın işgal edilerek yakılıp yıkıldığını öğrenmiştir. Ailesinden, nişanlısı Gazelê’den o günden beri haber alamamış, Anadolu’nun her yerinde onları arayarak Karınca Adası’na kadar gelmiştir.
Baytar’ın, Rus esaretinden sonra güçlükle gelebildiği Van, bomboş ve yakılıp yıkılmış bir şehirdir. Derviş olan Sofi’nin dilinden dinlediği şehrin boşaltılma hikâyesi, bir şehre yakılan en naif ve sevgi dolu ağıtlardan biridir. Zira şehirleri yakılıp yıkılmasın, bir gün geri dönebilsinler diye bilinmez yollara revan olmayı göze almış insanların umudunu, şehirlerine sevgi dolu vedalarını anlatır.
“…Sonunda şehrin Müslüman, Hıristiyan ileri gelenleri bir araya geldiler, bir karara vardılar, şehri toptan boşaltalım dediler… Boş kalmış şehir böylece yakılıp yıkılmayacaktı. Günü gelince bu güzel şehirlerine geri döneceklerdi.
…Gün Süphan dağının dibine inerken düzlükte büyük ateşler yaktılar. Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Yezidiler, Asuriler, Museviler, yetmiş iki millet ateş öbeklerinin ortasında govende (halaya) durdular, ulu yalımların yöresinde hem söyleyerek, hem çalarak kadim oyunlarını oynadılar… O gidenler geri dönecekler. Gene Van eski Van olacak. Onlar gurbette kalırlarsa ölürler.”
Dengbêj Uso da, Yaşar Kemal’in hayatından doğrudan izler taşıyan diğer karakter olarak çıkar karşımıza.
Dengbêj nedir, kime denir peki?
Aydın Orak şöyle tanımlıyor dengbêji:
“Deng ses, bêj söylem, dengbêj ise sözün ustası anlamını taşır. Söz ve ses, dengbêjlerle yüzyıllardır nesilden nesile taşınmaktadır. Dünyada başka hiçbir yerde olmayan bir müzik ve kültür formu olan dengbêjlik endemik bir türdür.”
İşte Uso bir dengbêj, hem de çok usta bir dengbêjdir. Eşi Xece ve çocukları ile birlikte, yıllardır savaşın önüne katılmış ve bahtı onu bu adaya kadar getirmiştir. Cudi’dendir, aynı zamanda usta bir kavalcıdır da. Türkçesi yok denecek kadar zayıftır. Ada ahalisi toplandığında Baytar Cemil’in tercümesi ile kendini kısaca anlattıktan sonra, Cemil’in ricası üzerine dünyada en iyi bildiği işi, mesleği olan Dengbêjliği icraya başlar. Elini kulağına atıp söylemeye başladığı anda Cemil tercüme etmeyi teklif etse de, başta Musa olmak üzere ada halkı tercüme istemez. Uso’nun efsunlu sesi onlara yetmektedir.
Müküs emirinin oğlu, kuşların dilinden anlayan, dervişlik mertebesine erişmiş bir dengbêj olan Feqiyê Têyran’ın hikayesi, Uso’nun hançeresinden ve kavalından bir büyü misali akar, Feqîye Têyran ve Uso’nun topraklarından çok uzaktaki bu adada yeniden hayat bulur.
Dengbêj Uso, Yaşar Kemal’in babaannesinden dinlediği hikayelere ve geldiği toprakların sesine sevgi ve saygı duruşudur. Babaannesinin ona anlattığı aile hikayelerinin sıra dışı bir kahramanı vardır: Evdalê Zeynikê! Babaannesi eski günleri yad ederken, evlerinden “Bu ev Evdalê Zeynîkê’nin diz çöküp kilam söylediği evdir.” diye bahseder. Yaşar Kemal’in yıllar sonra “Kürtlerin Homerosu” olarak tanımlayacağı böylesi değerli bir dengbêji evlerinde misafir etmiş olmak, bir ömürlük övünç kaynağıdır.
Başa dönecek olursak…
“Bu roman benim çocukluğumdan bu yana gelen maceramdır. İnsanın toprağından ayrılmasının ne menem bir bela olduğunu hep canevimde duydum, onun ağıtları, destanlarıyla büyüdüm.” diyor Yaşar Kemal “Bir Ada Hikayesi” dörtlemesini anlatırken. Gözlerimize, kulaklarımıza değmiş, kalplerimize ve ruhlarımıza dolmuş varlığının daim devre dahil oluşunun yıldönümünde, ona kendi gönül ikliminin ülkesi Karınca Adası ile bakmayı denedik beraber. Küçücük adaya sığdırdığı o kocaman dünya ile.
Hem ne diyordu Yaşar Kemal, “İnsan evrende gövdesi kadar değil, yüreği kadar yer kaplar.”