Ulaş Kızılsu
Bayanlar, baylar, gastridi olanlar, kalbi tekleyenler, sizi üçüncü perdede şöyle bir dışarı alalım.
Yasal uyarı: Bu bölüm 18 yaş altı çocuklarımıza, kalbi, şekeri, tansiyonu olan yetişkinlerimize uygun değildir.
Konumuz: Hayvana şiddet.
- Kapat ışıkları yavrum!
(Derin bir sessizlik…)
“İtalyan suç tarihinin en ünlülerinden Vincente Verzini 12 kadını öldürdüğü kariyerinin ilk becerilerini kedileri boğarak elde etmiştir.
Peter Kürten ya da herkesçe bilinen adıyla “Düsseldorf Vampiri” her yaştan ve cinsten 50 kişiyi içeren cinayet listesine başlamadan çok önce köpeklere, koyunlara işkence eden, ırzına geçen ve öldüren biri olarak tanınırdı.
Filmlere, romanlara ilham kaynağı olan Jeffrey Dahmer kedilerin iç organlarını inceledikten sonra aynı tekniği 17 erkek çocuğa uygulamıştır.
Kaç kişiyi öldürdüğünün hesabı bile bilinmeyen ana katili Henry Lee Lucas hayvanları da öldürmüş, onların cansız bedeniyle ilişkiye girmiştir.
Boston Canavarı Albert De Salvo kedi ile köpeği aynı kafese koyar, aç bırakır, birbirini öldürüp yemelerini seyrederdi. Daha sonra 13 kadını boğmuştur.
…
Hayvana yönelik şiddet gösterenlerin başka suçları da işleyeceğine mutlak gözüyle bakıldığından, mahkûm edilmiş olmasalar bile hayvanlara kötü davranmakla suçlanan Amerikan, Kanada, Yeni Zelanda, İngiltere ve İspanya vatandaşlarının adlarını ve oturdukları mahallelerin harita üzerindeki yerini yayınlayan internet siteleri bulunmaktadır.
Ayrıca hayvanlarla cinsel ilişkide bulunanların DNA bilgileri pek çok ülkenin DNA bankasında tıpkı insana saldıranlarınki gibi korunmaktadır. Bu durum, anılan kişilerin ileride suç işleyeceğinin kabul edildiği, eldeki DNA bilgileri sayesinde bu suçların aydınlatılabileceğini göstermektedir.”
Bu bilgiler İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü Öğretim Üyesi ve Suç Önleme ve Denetleme Stratejileri Merkezi Başkanı Prof. Dr. Sevil Atasoy’un 23 Ocak 2009 tarihinde İstanbul Barosu Hayvan Hakları Komisyonu Başkanlığına gönderdiği, 5199 sayılı Hayvanları Korumu Kanunu’nun tekrar ele alınması ve Kabahatler Kanunu kapsamında yer alan suçların Türk Ceza Kanunu kapsamına girmesi gerektiği yönündeki raporundan alınmıştır.
Gelelim Yılan Hikâyemize…
2004 yılında çıkan Hayvanları Koruma Kanunu birçok olumlu düzenlemenin yanında ciddi eksiklikler içeriyordu. Bilhassa hayvana şiddetin Kabahatler Kanunu kapsamında olması, yasanın sahipli-sahipsiz hayvan ayrımı yapması nedeniyle hayvan hakları savunucuları bu kanun çıktığı günden beri ciddi bir mücadele içerisinde.
Peki, her hayvana işkence haberinden sonra muhterem cumhurbaşkanımızın “Daha ne bekliyorsunuz bu kanunu çıkarmak için?” nidalarına rağmen bu kanun neden çıkmıyor?
Kanun çıkmıyor çünkü bu ülkede hayvana tecavüz o kadar yaygın ki hükûmet adliyelerin kilitlenmesinden korktuğu için hayvana tecavüze sessiz kalmayı tercih ediyor.
Adalet Bakanlığı bu kanuna sürekli taş koyuyor çünkü Bakanlıkta kapalı kapılar ardında yaptıkları toplantılarda hapishanelerde yeterli yer olmadığı konuşuluyor. Hapishanelerde yeterli yer yok çünkü iktidarın kendisi gibi düşünmeyen herkesi terörist ilan etmekte üstüne yok, hapishaneler gazetecilerle, milletvekilleriyle, “düşünce suçluları”yla dolu.
Çevre ve Orman Bakanlığı bu kanuna taş koyuyor çünkü yaptıkları liyakate dayalı olmayan, kayırmacı atamalar sonucu bakanlık son derece bilgisiz ve ilgisiz bürokratlarla doldu. Görevi doğayı, hayvanları korumak olan bakanlıkların, genel müdürlüklerin hayvan hakları anlayışı hayvanları beton hapishanelere tıkıştırmaktan, zehirlemekten, dağlara taşlara, ormanlara atmaktan başka bir şey değil.
Geldiğimiz nokta ne peki?
Rahat tecavüz edilsin diye kuyruğu kesilip kanlar içinde mahallenin gençlerine 5 liraya pazarlanan eşek her tecavüze uğradığında bu, devletin kasasına irat kaydedilecek.
Aç olduğu ve insanlara güvendiği için kuyruk sallayarak yanlarına gittikleri canilerin verdiği zehirli etleri yiyen, can çekişe çekişe ölen köpeklerin katilleri ellerini kollarını sallayarak, sırıtarak adliyeden çıktığında, onlara peşin fiyatına dört taksit imkânıyla kesilen para cezası devletin kasasına gelir olarak kaydedilecek.
Hayvanlar ölecek, tecavüze uğrayacak ve devlet bundan para kazanacak. Bu tablo, içinde bulunduğumuz sistemin toplumda ve devlet kurumlarında yarattığı ahlaki çöküş ve çürümüşlüğü çok net özetliyor. Geniş toplum kesimleri üzerinde yaşanan hak gaspları en zayıf halka olan hayvanlarda da kendisini gösteriyor.
Peki ne yapalım?
Taşrada eşeğe tecavüz eden köylüye lanet okuyup feodalizmi mahkûm ederek bu sorunu çözebilir miyiz? Bütün sorun, bizim cinsel özgürlüğünü yaşayamayan bir toplum olmamız, eğitimsizliğimiz ve geri kalmışlığımız mı?
Şimdi sıkı durun:
Hani kapitalizme her lanet okuduğumuzda “Peki ya buna ne diyorsunuz?” diye temcit pilavı gibi altın tepsi içinde önümüze sürülen, şu herkesin hayallerini süsleyen zengin ve özgür kuzey ülkeleri var ya… Danimarka ve Finlandiya hayvan genel evlerinin yasal olduğu ülkeler! Bu müthiş “özgür” ve zengin kapitalist ülkelerde parasını ödedikten sonra tecavüz askısına alınıp bağlanmış bir kediye, köpeğe tecavüz edebiliyorsunuz. Hayvanlar bir müddet sonra acılar içinde iç kanamadan ölüyorlar ama bu bir sorun değil, sonuçta parası ödenmiş!
Bayanlar, baylar; bu mesele “eğitim şart” diyerek içinden sıyrılabileceğimiz bir mesele değil; konu çok boyutlu. Zoofilinin altında hem çok ciddi psikolojik bozukluklar hem de sistemsel sorunlar yatıyor. Yaşam içerisindeki kültürel olgular, alışkanlıklar, yaşam biçimleri daha önceden oluşmuş olsa bile kapitalizm tarafından yeniden ele alınıyor ve bir soyutlama düzeyinde değişim değeri olan bir mala dönüşüyor. Feodal toplumlarda kınadığımız hayvana tecavüz vakaları, gelişmiş kapitalist ülkelerde yaldızlı paketlerle tüketime sunuluyor. Kapitalizm yoksulluk yaratmadan zenginlik yaratamadığı gibi, değersizleştirmeden bir değer de yaratamıyor, her şeyin içini boşaltıyor, hiçleştiriyor. Bu zulümden en büyük pay da en zayıf halka olan hayvanlara düşüyor.
Ya hayvan katilleri…
Sadece “katil” diyerek, “psikopat” yaftası yapıştırarak, kanuni düzenlemeler, hapis cezaları talep ederek çözebilir miyiz bu sorunu? İnsan psikolojisini toplumsal yapıdan, ekonomik ve siyasi sistemden bağımsız, kendi başına bir kavram olarak ele alabilir miyiz? Ağır yaşam koşulları içerisinde patronu tarafından ezilen işçi eve gelip bunun acısını karısından çıkardığında sadece “suçlu” mudur? Yoksulluğun yükünü taşıyamayan, hırsını çocuğundan çıkaran kadın sadece “suçlu” mudur? Annesinden yediği dayağın acısını sapanıyla sokaktaki kuşlardan çıkaran çocuk bir “suçlu” mudur?
Suçun toplumsal koşulları ortadan kalkmadan suç ortadan kalkmaz, dolayısıyla suçu işleyen birey de bu toplumsal koşulların bir mağdurudur aslında. Bu barbar düzen değişmedikçe bu şiddet silsilesi toplumun en güçlü halkasından en güçsüzüne kadar sirayet etmeye devam edecek.
Eee, ezilenler bir asırdır boşuna şiar edinmedi Rosa Luxemburg’un o güzel sözlerini: “Ya sosyalizm ya barbarlık!”
Bu yılan hikâyesi ancak böyle biter.