BİLGE İNSANLARIN, ZORLUDAN ZOR HAYATLARI… (1)
Adnan Genç
İzninizle, Nâzım Hikmet’ten bir şiirle başlamak istiyorum. Şiirin özüne karşı çıkan olmamasına karşın; epeyce kadın arkadaşımız, “Nereden kadınlarınız oluyoruz?” diyor… Haklılar ama bu da hayli özel bir şiir ve Nâzım yazmış. Ne demiş; Anadolu’nun çilekeş kadınlarını anlatayım, demiş. Doğrusu kimi arkadaşlarıma sorarak, bazı yanıtlar aldım… Hatırlarsınız, arkadaşımız Hrant Dink, şöyle demişti: ‘Her Ermeni bir belgedir’… Evet, Anadolu’nun çilekeş kadınları da tastamam, böyledir. Ne acılar var hayatlarımızda, ne de çok unutulmaz anılar… Başlayalım, bakalım… Söz, ustada:
“Toprak öyle bitip tükenmez, /dağlar
öyle uzakta,
sanki hiçbir zaman
hiçbir menzile erişemeyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşaleden tekerlekleriyle
Ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık kısacıktılar
ve pırıltılar vardı hasta kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak,
ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
oyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
birbirlerinden gizleyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların”
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehriban başlı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve onbeşlik şaraplenin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
Ve ayın altında kağnılar
yürüyordu Akşehir üzerinden Afyon`a doğru.
Mehmet Özer (Şair ve Fotoğrafçı):
Hayli bir zaman önceydi. 2 Haziran sabahı telefonum çaldı. Arayan annemdi. Hasret dolu ağlamaklı bir ses tonuyla “Zor doğurdum seni ama iyi ki doğurmuşum, doğum günün kutlu olsun oğlum” dedi.
Annem beni nasıl doğurduğunu anlattı. “Senin yolun, karınca yoludur oğlum” dedi. Neden diye sorduğumda “Seni bir karınca yuvasının üzerine doğurdum da ondan”…
Anlatmaya devam etti “Ayşe
yengenle sabah erkenden otu yüklendik, (Rize yaylalarından, YN) Gazverel
yaylasından Sarzep’e indireceğiz. Sana gebeydim ama her işe koşuyorum. Baban
gurbette, ben elkızı, yeni gelin durmadan çalışıyordum. Salarha’ya gelince
sancılarım tuttu. Başkeret yaylasının yol ayrımında yolun üzerine çöktüm. Ayşe
yengen yükünü indirip yanıma geldi. Seni oracıkta doğurdum, karınca yuvasının üstüne.
Sesin Salarha’yı ayağa kaldırdı Göbeğini Ayşe yengen kesti. Peştamalına sardı
seni. Zor doğurdum seni ama iyi ki doğurmuşum”…
İşte böyle kardeşler yeryüzüne bir şafak vakti bir yükün altında ve bir yol
ayrımında bir karınca yuvasının üzerinde doğmuşum.
Dün doğum günüm nedeniyle iki yüzden fazla telefon iki binden fazla mail aldım.
Doğum günümü kutluyorlardı dostlarım, yoldaşlarım, ailem, arkadaşlarım,
öğrencilerim ve sadece sosyal medya paylaşımlardan tanıyanlar. Ayla, Umar ve
Çınar’ın ömrümdeki emekleri, bitmez tükenmez sevgileri bütün yaralarımı sağaltıyor
savuruyor üzerime çöken karamsarlık bulutlarını. Durdum bütün bunların
ortasında arkama baktım. Bir dağın göğsüne doğmuştum. Beni öldürmek istedikleri
de oldu. Yaşamaktan vazgeçtiğim zamanlar da. Ama hep yar (uçurum, YN) başında
bir dal tuttu beni hayat çekip aldı içine. Yaşamak harika bir şey. Her günü
yeniden kazanmak. Öyle sade yaşamak değil, dövüşenlerin safında bizimkilerin
yanında olmak benim yaşadığımın kanıtı.
Kimin hayatına dokunduysam ondan öğrendim. Bitmez bir arzu bu. Sizlerin
sevgisini kazanmak yetmezdi bunu sürekli kılmak da gerekiyor. Demek ki daha çok
yazacak, fotoğraf çekecek ve yumruğumu daha çok sıkacağım gecenin bekçilerine.
Durmadan, usanmadan başkalarının yarasına bakacağız. Saracağız yaralarımızı.
Adını bilmediğimiz, yüzünü görmediğimiz insanları seveceğiz tutkuyla ve onlar
için bir an bile duraksamayacağız kavgaya atılmaktan. Ayağımız kayacak,
tökezleyeceğiz belki ama yeniden deneyeceğiz ayağa kalkmayı. Bir an bile
bırakmayacağız yüreğimiz üzerinde yürümekten. Vurulup düşmekte var ama zaten
bunu önceden biliyoruz. Yaşamak arzumuz o kadar güçlü olacak ki tüm bunları
yeneceğiz, yanımızdakini elini tutarak. Şimdi yeni bir eşikten geçiyorum. Sevgi
ve güvenle ellerimden tutuyorsunuz, çoğalıyor içimdeki bahar sevinci ve yaşama
tutkusu.
Selamlarınızdan sonra yeniden ay düşleri kurmaya başladım. Göğüs kafesimde bir
rüzgâr, dudağımın kenarında bir serçe, sizleri anlatır durmadan.
Mehmet Özer dostumuzun annesi ve onu doğurmasına ilişkin ‘karınca yolu öyküsü’, bu röportajların doğmasına yol açtı. On(lar)a teşekkür ediyorum. Anadolu kadını zaman zaman tanrıça da sayılmıştır, kraliça da olmuştur… Ama büyük çoğunluğu yokluğun ve yoksulluğun pençesinde koca bir hayat sürmüştür. Çoğun tek başına yaşamıştır hayatın zorluklarını… Gelin, şimdi de başka Anadolu kadınlarının bizlere, gönderdikleri iyilik ışıklarını yakalamaya çalışalım…
Selahattin Nasipoğlu (Emekli demiryolcu):
Dedem Hacı İdris, bugünkü Ermenistan sınırları içinde kalan Bezekli köyünde ve Gürcistan sınırları içinde kalan İlmezdi ve Armutlu köylerinde çiftlik sahibiydi ve o çevrenin en zenginlerinden birisiydi. Yalnız dedem bir kaç evlilik yapmasına karşılık oğlu olmamış. İlmezdi’deki çiftliğinde bekçilik yapan ve belirli zamanlarda da dedemin yakın koruması Paşa isimli bir çalışanı var. Paşa, evli iki çocuğu var. Gencecik karısı, Tükeziban güzeller güzeli bir kadındı. Ela gözlü, uzun boylu, pembe yanaklı. Tükeziban’ın iki çocuğu var ve kocası ile mutlu bir yaşam sürüyor. Bir Ramazan’da dedem Paşa’yı yanına alarak, teravih namazı için camiye gidiyor. Namazı kılarlar, çıkışta üzerlerine ateş edilir ve Paşa vurulur. Tek kurşunla boynundan vurulan Paşa oracıkta can verir.
Dul kalan Tükeziban, iki çocuğunu alarak kayın pederinin evine gider. Bir süre sonra çok güzel bir kadın olan Tükeziban’la evlenmek isteyen insanlar kadını rahatsız ederler. Bir yol bulamayan kayın peder bir şart koşar. Paşa’nın katilini kim bulup intikamını alırsa gelinini onunla evlendireceğini açıklar. Dedem o kurşunun kendisine atıldığını, Paşa’nın kaza kurşununa kurban gittiğini az çok biliyor ve katilin kim olduğunu da tahmin ediyor.
Sonuç olarak Tükeziban’la katili bulup intikamını almak koşuluyla evleniyor. Nenem iki çocuğunu kayınpederde bırakarak dedemle evleniyor. Nenemi Armutlu’daki çiftliğe yerleştiriyor. Bir süre sonra İlmezdi’deki eşi olayı duyuyor ve Armutlu’ya geliyor. Nenem de o anda dışarıda bir şeylerle meşgulmüş; bir bakıyor kuması Hayrunisa geliyor. Kaçmaya çalışıyor ama nafile kuma, nenemin örtüyü eline geçiriyor. Nasıl sallıyor ve çekiyorsa saç örüğü dibinde kopuyor ve kumanın elinde kalıyor. Geri İlmezdi’ye dönüyor ve neredeyse nenemin yaşıtları olan iki kızını Armutlu’ya gönderiyor. Kızların görevi nenemi huzursuz etmektir. Her şeye rağmen nenem sükûnet, hoşgörü ve sabırla karşılıyor. Çocukları oluyor. Bu arada diğer çocuklarını da görebiliyor. Üç tane kızdan sonra iki oğlu oluyor. Nenem her şeye rağmen yaşayıp gidiyor.
Ancak bir gün dedem geliyor “Ay kadın, yavaş yavaş çaktırmadan hazırlan Türkiye’ye gideceğiz. Hazırlanıyorlar ve gitme vakti büyük çocuklarını istiyor ama eski kayınpeder vermiyor. Bir tarafta iki çocuğu diğer tarafta beş çocuk. Kadere boyun eğmekten başka çare yok.Türkiye geliyorlar ve hasretlik başlıyor. Yıllar yılları kovalıyor, bizler doğuyoruz. Yedi kardeşiz. Nenem felç oldu. Belden aşağısı tutmuyor, yatalak. Anam kendisine bakıyor ama çok iyi bakıyor. Nenem hepimizi seviyor ama en küçük kardeşim Samettin’i bir başka seviyor. Bağrına basıyor, kokluyor, zaman zaman da çaktırmadan ağlıyor. Biz buna bir anlam veremediğimiz gibi bir de kıskanıyoruz. Sanırım 1962 ya da 1963 yılı idi Sovyetler’de kalan akrabalarla mektuplaşma başladı. Nenemin Gürcistan’da kalan oğlu Sedrettin ve Zeynep’in resimleri ve mektupları geldi. Nenem o resimleri kâh yakasına asardı, kâh yastığının altına koyardı ya da bağrına basar öyle uyurdu.
Ama mektuplar ve resimler geldiğinde asıl biz şaşkına uğradık. Bizim küçük birader, Gürcistan’da kalan amcamız, kardeşimiz Sedrettin’in sanki bir kopyası olduğunu fark ettik. Ona duyduğu ilginin sebebini anladık. Ancak, anam bize tembihledi ve kendisine hiç bir şey söylemedik ve çaktırmadık. O da bize bir şey çaktırmadı. 1964 yılında can verdiğinde çocuklarının resimleri avucunun içindeydi.
Kenan Yenice (Aktivist, emekli):
Adıyaman Ermenisiyim… Adımız genel olarak tamamen Türkçe olabiliyor. Malum nedenlerden dolayı, diyelim… Annem veya ninelerim de elbette bu çok kültürlü, çok etnisiteli topraklarda eyepce zorluk yaşamışlar… Ama ben izninizle, bir özel kadını duyurmaya da çalışarak; çekilen çilelerin cisimleşmiş halini size anlatmaya çalışacağım…
Arşalus Mardiganyan’ı tanır mısınız? Kendisi ilk Ermeni kadın sinema oyuncusuydu ve aslında oynadığı ilk filmi onun gerçek yaşamından alınmış gerçek bir tarihti. Dersim’de doğan Mardiganyan’ın gözleri, küçük erkek kardeşi hariç bütün ailesinin Dersim’de Kürt aşiretleri tarafından katledilmesine tanıklık etmişti. Tehcir yolundayken güzelliğiyle dikkat çeken Margidanyan, bir Kürt aşiret ağası tarafından zorla alıkonuldu, fakat Mardiganyan ağanın elinden kaçmayı başardı. Lakin kaçtığı güzergâhta Mardiganyan’ın güzelliği yine başına bela olmuştu. Bu sefer de Mardiganyan farklı bir aşiret ağası tarafından kaçırılarak defalarca tecavüze ve zulme uğradı. Fakat o pes etmeyerek yine kaçmayı başardı. Kaçarken güzelliği başına bela olmasın, Türk ve Kürt erkekleri tarafından kaçırılmasın diye, erkek kıyafetleriyle kendisini gizledi. Mardiganyan ailesinin katledildiği Dersim’den Erzurum’a kadar yalın ayaklarla yüzlerce kilometre yol yürüdü. Mağaralarda saklandı, aç kalmamak için ormanda bitki kökleri yedi. Erzurum’a ulaştığında ise ölmek üzereyken tesadüfen Amerikalı Protestan din adamları tarafından bulundu.
Amerika’ya getirilen Mardiganyan’ın tanıklıkları ‘Ravished Armenia’ isimli bir kitapta basıldı. Birçok dile çevrilen bu kitap 1918’e doğru 900 bin adetten fazla sattı. Kitabın dünyada yankı bulması sonucu filmi de çekildi. 1918’te çekilen bu filmin başoyuncusu Dersimli Arşalus Mardiganyan’dı; fakat Mardiganyan rol yapmayıp kendi yaşadığı gerçek hikâyeyi oynuyordu. Film ilk gişesinde rekor bir gelire imza atılmıştı, filmden elde edilen bütün gelirler ise Ermeni Soykırımı’nda ailesini katleden Ermeni yetimlerine gönderilmişti…
93 yaşında vefat eden sinema oyuncusu Arşalus Mardiganyan, yaşamının son anına kadar yaşamını küçük kardeşini gazete ilanlarıyla bulmaya adamıştı. Onun 1918’ten 1994’e kadar kardeşini bulmak için ABD’de verdiği gazete ilanları hafızamızda hep diri kalacak. Örneğin: “Ben Dersim doğumlu Arşalus (Aurora) Mardiganyan. Ailem ben 14 yaşındayken Çemişgezek’te katledildi. Şu an Los Angeles’te ikamet etmekteyim. Kendim gibi Dersim doğumlu olan küçük kardeşimi aramaktayım.”
Elbette ki, Anadolu Ermenileri’nin tamamı şanssız ve talihsiz değildi. Ama canını kurtaranlar da ‘kılıç artığı’ denilerek, hapis tutulan ve evlerde hizmetçi, kuma olarak çalıştırılan kadınlardı. Canlarını kurtarmışlardı ama ruhlarını asla…
Bu arada 5 yıldır, ABD’de yaşayan Ermeniler, Aurora isimli bir fon oluşturarak; her yıl, bu meseleye eğilen kişi ve kurumlara 1 milyon dolar mertebesinde başarı ödülleri dağıtmaktadır. Adı da anısı da çok yaşasın…