İrfan Uçar
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesi iken KHK ile üniversiteden uzaklaştırılan siyaset bilimci Yrd. Doç. Dr. Barış Ünlü ile toplumsal ve reel siyasette yapılan ayrımcılığı konuştuk. “Türklük Sözleşmesi” kitabının da yazarı olan Ünlü’ye yönelttiğimiz sorular ve yanıtları şöyle.
Güncel bir tartışmayla başlamak istiyorum. Yazar Aslı Erdoğan’ın daha sonra söylemediği ortaya çıkan “Türklere okula başlar başlamaz Kürtlerden nefret edilmesi öğretiliyor” sözleri üzerine medyada linç edildi. Bu tartışmayı nasıl yorumluyorsunuz?
Evet, dediğiniz gibi Aslı Erdoğan bunu söylemediğini açıkladı, kendisini açıklamaya çalışırken yaptığı yeni açıklamalarda da Türkiye’de ayrımcılığın ve ırkçılığın nasıl işlediğine dair düşünen, bu konularda deneyimi ve bilgisi olan bir entelektüel olduğunu bir kez daha gösterdi. Peki onu söylemediği sözler için eleştirenler bu konularda gerçekten düşünen, okuyan, yazan insanlar mıdır? Tepkilerinden öyle olmadıkları anlaşılıyor. Aslında bu sadece tepkilerinin biçimi ve içeriğinden değil, sadece tepki vermelerinden bile anlaşılabilir. Erdoğan o sözleri söylemiş olsaydı bile, ırkçılık ve ayrımcılık gibi fenomenler üzerine gerçekten düşünen biri hemen eleştirel bir tepki vermez, ilk önce ne dediğini öğrenir, anlamaya çalışır, sonra da belki Erdoğan’ın sözlerine bir nüans katmak gerektiğini düşünürdü. Oysa tepki verenlerin amacı, Erdoğan’ın söylediklerinde bir zayıflık yakaladıklarını düşünüp, bu sözde zayıflıktan yola çıkarak Türkiye’de ırkçılık/ayrımcılık olmadığını, olsa bile bunun bir kültüre, halka ve tarihe atfedilemeyecek münferit vakalar olduğunu bir kez daha ispatlamaktı. Bu nedenle aceleyle, böyle bir fırsatı kaçırmadan tepki verdiler.
Her şey bir yana, belli bir düşünsel ahlakı olan herhangi bir insan, Kürt siyasetçiler cezaevindeyken, HDP’nin belediyelerine kayyum atanırken, insanlar Kürtçe konuştuğu için linç edilirken, Erdoğan’ın söylemediği sözlerine katılmasa bile, susmayı seçerdi. Bunları düşünemese bile, hiç değilse Erdoğan’ın aylarca cezaevinde yattığını hatırlar, sağlık sorunlarını hatırlar, bu nedenle “ayıp olur, konuşmayayım” derdi. Ayrıca tepkilerin arkasında yoğun bir anti-entelektüelizm de görülüyor. Nobel almak için yapıyor, Batı’ya yaranmak için yapıyor sözleri, mesleğini ancak yerli ve milli performanslar sergileyerek yapabilen yoğun bir vasatlığın, mesleğini dünya ölçeğinde yapabilen ve o ölçekte de saygı gören insanlara duyduğu hınç ve hasetle de ilgilidir bence. Özetle, Erdoğan’a verilen tepkilerde anti-entelektüelizmin, ahlaki çöküntünün ve bilgisizliğin bir karışımını görüyorum.
Tabii bilgisizlik derken bunun pasif bir bilgisizlik olduğunu düşünürsek bence bir hata yapmış oluruz. Yani etrafta bilgi olmadığı, uzandığında tutabileceği bir bilgi olmadığı için bilgisiz kalınmaz ırkçılık ve ayrımcılık konularında. Bilgiden aktif bir kaçış söz konusu. Kişi, ırkçılık ve ayrımcılık hakkında doğru dürüst düşünmemek ve bilmemek için aralıksız olarak kaçar. Bunun yapmasının nedeni, eğer bu konularda gerçekten düşünmeye ve bilgilenmeye başlarsa, artık iktidar sisteminin bir parçası olmaktan çıkacak olmasıdır. Örneğin, işini kaybeder, arkadaşlarını kaybeder, okuyucu kitlesini veya twitter takipçilerini kaybeder. Ama kaçışın bilinçdışı mekanizmalarla yapılması şarttır, yoksa kaçan kişi kendisine olan saygısını, benlik imajını sürdüremez. Bu nedenle, bir strateji olarak, kaçtığı bilgiyi ve bilgiyi sunan kişiyi suçlar, küçümser. Bilgi yalandır, yanlıştır, emperyalist oyunudur, tersten ırkçılıktır, tersten milliyetçiliktir vs. Somut olarak Aslı Erdoğan örneğine dönersek, onun söyledikleri ciddiye alınmaz çünkü bunu Nobel almak için söylüyordur. Tabii Erdoğan’ı eleştiren gazetecilerin, Erdoğan’ın bu sözleri söyleyip söylemediğini bile araştırmadan eleştiren gazeteciler olması da tesadüf değil, çünkü Türklük performansları kişinin işini vasat yapmasını zorunlu kılar. İşini vasat yapmayan Erdoğan’a duyulan nefretin kaynağına da böylece geri dönmüş oluyoruz.
Son iki ay içinde Adapazarı’nda Kürtçe konuştuğu için linç edilen ve sonra başından silahla vurulan 19 yaşındaki Şirin Tosun yaşamını yitirdi. Hemen ardından Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Hastanesi’nde göz ameliyatı olan ve eşiyle Kürtçe konuşan 74 yaşındaki Ekrem Yaşlı, başka bir hasta refakatçisi tarafından saldırıya uğradı. ATV’de Müge Anlı, Siverek’te telefonla programına bağlanan bir kadının kendisini ifade ederken Türkçesi yetmeyince Zazaca konuşmaya başlaması ve sözlerinin biplenmesinin ardından, “Anlamadığımız bir şeyi yayına vermenin anlamı yok” diyerek o kişiyi yayından aldı. Sizce bu vakalar Aslı Erdoğan’a atfen söylenen sözler kadar neden tartışılmıyor? Açık açık ayrımcılık yapanların herhangi bir yaptırıma hatta ayıplanmaya maruz kalmaması ne anlama geliyor?
Bahsettiğiniz vakalara şunu da eklemek istiyorum: Sakarya’da Kürtçe konuştuğu için öldürülen Tosun’un ailesi, komada yatan çocuklarını beklerken, hastanede kendi aralarında aylarca Kürtçe konuşamamışlar. TV programında susturulan kadın, öldürülen genç, saldırıya uğrayan yaşlı adam ve hastanede konuşamayan aile, bütün bunlar aynı aşırı-sağcı politik kültürün ve ahlakın sonuçları. Yaptırım ve ayıplama olmuyor diyorsunuz. Yaptırım ve ayıplama olsa zaten ayrımcılık da olmaz. Yani yaptırıma maruz kalacağını, ayıplanacağını düşünen kişi ayrımcılık yapmaz, yapamaz. Ancak cezalandırılmayacağını, ayıplanmayacağını, hatta ödüllendirileceğini, beğenileceğini düşünen kişi ayrımcılık yapar. Bu da bizi, ırkçılığın ve ayrımcılığın temel olarak bir iktidar sistemi olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Binlerce okuldan ve camiden, yüzlerce üniversiteden, mahkemelerden, yasalardan, TV kanallarından, gazetelerden, polisten, ordudan, istihbarattan, diplomasiden ve ekonomik sermayeden oluşan iktidar sistemi, Türk olanları ve Türklük performansları gösterenleri çeşitli biçimlerde ödüllendirmek; Türk olmayanları, özellikle Türk olmaya direnenleri ve Türklük performansları göstermeyenleri ise cezalandırmak üzere örgütlenmiştir. Bu cezasız bırakılan cezalandırmalar tabii savaş dönemlerinde, şovenizmin ve militarizmin yükseltildiği dönemlerde özellikle artıyor. Örneğin Aslı Erdoğan’ı eleştiren gazeteciler veya Zazaca konuşan kadını susturan TV programcıları aynı şeyi, diyelim 2010 yılında, Kürt Açılımı’nın olduğu yıllarda yapmazlardı. Belli bir iktidar sisteminin parçası olmak, dar anlamdaki iktidarın ne istediğine dair bir radarın içselleştirilmesi gibi bir beceriyi de geliştiriyor.
Pek çok kişi ayrımcılık yapmıyorum diyerek ayrımcılık yapar. Gerçekten ırkçılık ve faşizm cahili miyiz? Yoksa her şey içselleştirilmiş, bünyeye mi sinmiştir?
Sorunuzun kısa cevabı evet. Ayrımcılık ve ırkçılık her anlamda bünyeye, daha açık söylemek gerekirse zihne ve bedene siner diye düşünüyorum. Güçlü olanın gücü o kişinin bedenine yansır, güçsüz insanın güçsüzlüğünün insanın bedenine yansıdığı gibi. Ayrımcılık yapma gücü olan kişi güvenle yürür, ayrımcılık kurbanı olan kişi ise güvensiz ve ürkek yürür. Eğer gerçekten bakılırsa bu görülebilir. Örneğin erkek ve kadın bedenlerini düşündüğümüzde bunu hemen anlarız. Cahillik dediğiniz şey de, demin söylediğim gibi, iktidar sisteminin bir ürünüdür. Kişiler iktidar sistemi ve onun parçası olan okul sistemi tarafından bilgisiz bırakılır. Daha sonraları bilgisizliklerini giderebilecek bir kültürel sermaye edinen şanslılar ise, bilgiden bilinç dışı mekanizmalarla kaçarak bilgisizliklerini sürdürürler, ama bunu bilgili olma yanılsaması içinde yaparlar.
Türkiye’de ırkçılık ve ayrımcılık tartışmalarındaki büyük bilgisizliğin bir yansıması da, tartışmayı bireylere çekme eğilimi ve stratejisidir. Böylece tartışma tarihten, yapıdan, kurumlardan ve en önemlisi bunların parçası olan kişinin kendisinden uzaklaştırılır. Yani birey, konuyu bireyselleştirerek, kendisini temize çıkarır. “O ırkçılık yaptı, şunun bu söylediği ırkçılıktır, filanca tersten ırkçıdır” veya “herkes ırkçı olabilir, biz ırkçılık yapana ırkçı deriz, kim olursa olsun” gibi sözleri sık sık duyuyoruz. Peki eğer öyleyse, eğer herkes ırkçı olabiliyorsa, bireysel ırkçılık diyebileceğimiz eylem ve söylemlerin ezici çoğunluğu neden egemen gruplara mensup kişilerden gelir? Neden Türkiye’de Türklerden, ABD’de Beyazlardan, Bolivya’da Avrupa kökenlilerden gelir? Veya erkekliğe dair bir soru sorayım. Herkes sokakta yürürken yere tükürebilir değil mi? Bunu teorik olarak herkes yapabilir, kadınlar da yapabilir erkekler de yapabilir. Peki fiili olarak, neden yere tükürenlerin neredeyse hepsi erkektir ve hiçbiri kadın değildir? Tabii her erkek sokağa tükürür demek değil bu. Yapısal iktidar sistemleri olarak Türklük veya Beyazlıkta da benzer bir durum var. Her Türk Kürtçe konuşan birini linç etmez. Bazıları eder, bazıları ise linç edilen Kürt hakkında konuşmaz, kayyumlar hakkında tepki vermez veya İmamoğlu’nun kazandığı seçimim iptali hakkında arkadaşlarına sürekli whatsapp mesajları gönderirken Diyarbakır’a kayyum atandığında bir tane bile whatsapp mesajı atmaz. En bireysel görünen eylemlerle ve eylemsizliklerle, en genel olan yapılar ve iktidar sistemleri hakkındaki bağlantıyı göstermeye çalışıyorum.
Güncel siyasetle bağlantılı olarak devam etmek istiyorum. Bütün muhalefet dış politikada örneğin Suriye’ye operasyon meselesinde hükümetin çizgisi savunur hale geldi. Örneğin CHP, hükümetin kendisini linç etmesinden endişe ettiği için mi operasyonun arkasında durdu, yoksa mevzu Kürtler olunca iktidar-muhalefet ayrımı ortadan kalkıyor mu?
Sanıyorum ikisi birden. Son yüz yıllık tarihe bakıldığında, Türk iktidar sistemi en büyük tehdit olarak Kürtlüğü ve Kürtlüğün politik olarak örgütlenmesini görmüş. Bu iktidar sisteminin siyasetteki yansıması, herhangi bir verili anda, iktidar partisini ve muhalefet partilerini içeren anaakım siyasettir. Yani iktidardaki ve muhalefetteki partilerin yer değiştirmesi büyük bir farklılık yaratmayabilir bu anlamda. Ama tabii diğer konu da önemli. Bugün Türkiye’de bence daha önce tanık olmadığımız türden bir baskı rejimi hüküm sürüyor. Devamlılıklar var, ama hayati farklılığı da görmemiz gerekiyor. İttihatçılık devam ediyor demek bence gerçekliğin sadece bir kısmına işaret ediyor ve bence şu an en hayati kısmına da işaret etmiyor. Demek istediğim, CHP’nin harekata olan desteğinin arkasında işte bu siyasal iktidarı nasıl devirebileceğine dair bir süredir izlediği stratejinin devamını görmek de mümkün. AKP’nin düzenli olarak gerilediği, dolayısıyla eğer doğru ittifaklar kurulursa (örneğin İyi Parti’yle) ve ne Türkler ne de Kürtler incitilirse, AKP’nin seçimlerle devrilebileceği hesaplanıyor. Tabii bu tip savaş durumları CHP’yi zorda bırakıyor, çünkü kimseyi incitmeme siyaseti imkânsızlaşıyor. Halkın büyük bölümünün de operasyonlara destek verdiği düşünülürse, CHP bir yandan hükümete destek veriyor, öte yandan da zaman içinde Kürtlere çeşitli jestlerde bulunarak bu yaptıklarının görmezden gelineceğini umuyor. AKP-MHP iktidarından en büyük baskıyı görenin Kürt siyaseti olduğu düşünülürse, zamanı gelince Kürtlerin her şeye rağmen kendisine yeniden destek vereceğini varsayıyor. Bu stratejinin başarılı olup olmayacağını birkaç yıl içinde göreceğiz.
Siyaset bilimci Prof. Dr. Ayşen Uysal, WDR’ye yazdığı bir yazıda, CHP için; “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin AKP’den çok kendisine yaradığını, kendisine müthiş bir konfor sağladığını çok iyi görüyor. Bir yandan iki turlu seçim sisteminin diğer yandan ülkenin kutuplaşmış toplumsal ve siyasal yapısının, Erdoğan karşıtlarını, AKP küskünlerini, demokratları, vs. kendisine mecbur ettiğini biliyor ve bunun rahatlığıyla hareket ediyor. Bakmayın ‘parlamenter sisteme geri dönülmeli’ söylemlerine, mevcut sistemin kaymağını en çok CHP yiyor.” analizini yapıyor. Sizce CHP, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin konforunu mu yaşıyor yoksa “Türklük Sözleşmesi” kitabınızda ifade ettiğiniz ve varsaydığınız “Irksal sözleşmeden” mi faydalanıyor? CHP’nin kritik konularda “devletçi” tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dediğim gibi, ikisi birden geçerli. Hem Ayşen’in güncel siyasetle ilgili söyledikleri doğru, hem de CHP’nin tavrının tarihsel/yapısal bir boyutu var. Tarihsel/yapısal boyutla ilgili sanırım yeterince konuştuk. Ayşen’in söylediklerine birkaç şey eklenebilir ama. Benim gözlemlerime göre, siyasete giren bir kişi her şeyden çok milletvekili olmak istiyor; milletvekili seçilen siyasetçi her şeyden çok bir kez daha milletvekili seçilmek istiyor. Eğer şartlar oluşursa bakan olmayı da çok istiyor. Siyasetçilerden kendilerini layık görenler ise, ki çoğu görmez, genel başkan, başbakan ve cumhurbaşkanı da olmak istiyor. Diyeceğim, bu siyaset oyununda iktidar ve muhalefet mensupları birbirlerini tanıyor, oyunun kurallarını kabul ediyor ve birbirlerinin meşruiyetlerini sorgulamıyorlar. Yani aynı oyunu oynamaktan kaynaklı bir çıkar ortaklıkları var. Tabii siyasetçiler kendilerini en çıkarsız grup olarak göstermeye çalışan insanlardır. Her şeyi, ama her şeyi, halk ve devlet için yaptıklarını söylerler ve anlaşıldığı kadarıyla bu söylediklerine de inanırlar. Tabii bunun gerçekte böyle olmadığı, yani çıkarsız olmadıkları, aslında bilinen bir şey. Yine de oyun oynanmaya devam eder çünkü ortada başka bir oyun yoktur ve güçlüler bu oyunun devamından yanadırlar. AKP’ye karşı uzlaşmaz bir siyasetin neden izlenmediği sorusuna verilecek yanıtlardan biri bu olabilir bence.
Fakat AKP iktidarı son yıllarda oyunun bazı kurallarını değiştirmeye başladı. Bunun kendisinin çıkarına olacağını hesapladı, ama Ayşen’in dediği gibi, daha çok CHP’nin çıkarına olmuş gibi duruyor. Ne uzayan ne kısalan, sürekli yüzde 25 alan bir parti konumundayken, bir anda yüzde 50’nin lideri olarak görünmeye başlandı. Bu CHP’li siyasetçilere siyaset oyununda büyük bir avantaj ve aynı zamanda zaman kazandırdı. Örneğin kişi olarak Kılıçdaroğlu’na bir dahaki cumhurbaşkanlığı seçimine kadar zaman kazandırdı. Fakat sorun şu ki, daha önce yaşamadığımız türden bir baskı rejiminin doğal sonucu olarak, seçim oyunu AKP tarafından tümden bitirilebilir. Kürt illerinde bitirildi zaten, ama orası anaakım siyasetin, yani Türklüğün dışında görüldüğü için, çok fazla önemsenmiyor. İstanbul seçimleri ise seçim oyununun sadece Kürtler için değil, Türkler için de kaldırılma ihtimalinin çok güçlü olduğunu gösteriyor. İstanbul için bunu yapanlar, Türkiye için neler yapmazlar sorusu artık herkesin aklında. Seçimle iktidara gelme ve iktidardan gitme oyunun bitirilmesi ise, Türklük Sözleşmesi dediğim mutabakatlar bütününe büyük bir darbe daha vuracaktır. Çünkü Türklük Sözleşmesi her şeyden önce, Türk olanlara ve Türk gibi davrananlara belli oyunlar ve belli alanlar içinde yükselme imkânı verir, esas cazibesi budur bana göre. İşte siz ondan bu imkânı alırsanız, asıl o zaman büyük bir deprem yaşanabilir.
Fakat cevabımı böyle sinik bir yorumla bitirmek de istemiyorum. İnsanların siyaset yapması, sadece kendi çıkarlarını düşündükleri anlamına gelmiyor. Tabii ki kendilerinden daha yüce değerlere ve ideallere de inanıyorlar. CHP içinde demokratik ve sol kanadın son yıllarda güçlendiğini görüyoruz. Göreli olarak konuşursak, şu an anakım siyasetin dört partisi içinde, CHP’nin açık ara en demokratik, en solda ve en barışçı parti olduğunu söyleyebilirim. Bu, 10 yıl önce bu kadar net değildi. Bu gelişmenin, Gezi’de ortaya çıkan demokratik ve sol dinamiklerle ilgili olduğunu düşünüyorum.