Adnan Genç
Ulusal nitelikli gazetelerden sayılacak ama hem satış/pazarlama olanakları kısıtlı; hem de siyasal baskılar karşısında daima zor durumda bırakılan, görece ‘küçük’ gazetelerimiz var… Bunlardan birinin eski Yayın Kurulu Üyesi ve eski Yazı İşleri Müdürü olan Murat Ören ile konuşup; gazetenin kendi döneminde ve gözlemleyebildiği kadarıyla bugüne değin, yaşadığı süreçleri dinlemek istiyoruz. Çünkü başlarda olduğu kadar şimdilerde de hep zorluk çeken yayın organlarından olan BirGün’ün macerası çok ciddi bir doktora konusu olabilir. İlk günlerinde İstanbul büroda ortalama 100’ü aşkın kişiyle çalışan gazete; bu kadronun çoğu ‘sarı basın kartı’ sahibi ve/veya deneyimli gazetecilerden oluşan bir kadroyu istihdam etti. Ama çok kısa bir sürede hemen tüm gazeteciler ya istifa ettiler, ya da ayrılmak zorunda bırakıldılar… Şimdilerde de yanılmıyorsam, 23 yeni isim gazeteciye sayfalarını açmış durumda…
Çalıştığınız dönemi, bilebiliyorsanız öncesi ve bugüne kadar olan süreci; gözlemleyebildiğiniz kadarıyla, sizden dinleyelim. Böyle yeni ve bir tür muhalefet misyonu ile ‘piyasa koşullarına’ karşı mücadele eden gazeteler ve yayın organları, aynı zamanda birer okul gibidirler de. BirGün, böyle bir işlevi yerine getirebildi mi acaba? Çok sayıda genç, neredeyse bir lira telif – maaş almadan çalıştılar çünkü…
Kuşkusuz her deneyim kazandırdığı tecrübe nedeniyle bir okul sayılabilir. Çok şey öğreniyorsunuz haliyle. Ancak çok şey de vermek zorunda kalıyorsunuz. Hiçbir şey kaybetmeseniz bile en çok kaybettiğiniz şey zaman oluyor. Oturmuş bir yayın yapılanmasında, yani yeterli ve işinin ehli çalışanın istihdam edildiği, miktarı ikna edici olmasa da ücretlerin düzenli ödenebildiği, görev tanımlarının doğru yapıldığı bir yayında zamanı planlamak haliyle daha mümkün olabiliyor. Toplantıları zamanında yapmak, bu toplantılara hazırlıklı katılmak, gündeme hâkim olmak, sayfaları zamanında yapmak, hat kaçırmamak süreçleri oturtmazsanız gereksiz yere çok emek harcarsınız, yaptınız işten istediğiniz sonucu alamazsınız, üstünkörü işler yaparsınız. Sonra sistem iyi niyetle çalışan birkaç özverili insanın üzerine yıkılır ve nitelikli bir yayın olma ihtimalini kaybedersiniz.
Heyecanla yapılan bir işte elbette gözden kaçan şeyler olabilir, eksikler olabilir ve bunlar zamanla düzenlenir. Ama bazı sorunlar kronikleşirse o zaman sancılı bir süreç başlar. Kendi kendini çürütmeye başlar. Böyle durumlarda radikal müdahaleler gerekir, müdahale olmazsa zaten yayın da sürdürülemez hale gelir. Bu açıdan BirGün zorlu süreçlerden geçti; ki, hâlâ geçmiştekine benzemezse de yine zor zamanlar geçiriyor. Piyasa baskıları bir tarafta siyasi baskı diğer tarafta. Yalnızca cumhurbaşkanı ve aile fertlerinin açtığı davalarda istenen tazminatlara milyonlarca liralara ulaşıyor. Siyasi iktidar bu tür davaları muhalif basın üzerindeki baskı ve sindirme politikasının bir gereği olarak sistematik bir hale getirdi zaten. Asılsız iddialarla tutuklamalar, gözaltına almalar da baskının diğer yönü. Bu koşullar içerisinde bir yayını çıkarmak, yaşatmak, sürdürebilmek olağanüstü özveri ve çaba gerektiriyor. Bugün BirGün bunu başarmaya çalışan yayınlardan biri. Daha köklü ve sermaye yapısı güçlü muhalif yayınların bile yaşamakta zorlandığı bir dönemde BirGün, Evrensel, Yeni Yaşam gibi gazetelerin çıkabilmesi hakikaten takdiri hak ediyor. Muhalif, demokrat kamuoyunun bu gazetelere sahip çıkması gerekiyor ama bu da mümkün olmuyor.
2000’li yılların ortasında yayın hayatına başladı. O dönem nasıldı, yani genel durum?
Muhalif yayınlar için piyasa güçlükleri ve piyasaya uyum sağlamak açısından zorluklar o zaman da vardı. Hatta o dönem biliyorsun Fethullah Gülenciler siyasi ve ekonomik olarak çok güçlüydü ve AKP başta olmak üzere soldan da bazı çevrelerce adeta kutsandıkları yıllardı. Gazeteyi bir matbaada basıyorsunuz. Matbaa sizden 2-3 aylık kâğıt stoku talep ediyor baskı ücretinin parasının yanı sıra. Bunu sağlayamazsanız bu kez sizi kendi camiasından bir kâğıt tekeline yönlendiriyor. Bu kez o kâğıtçıya borçlanıyorsunuz. Sonra da davalar, ilan gelirine, isim hakkına el koymalar filan birçok tatsız işle uğraşıyorsunuz. Siz bunları çözmeye çalışırken, çalışanlar da ücretlerini talep ediyor haklı olarak. Siz habere, içeriğe, niteliğe yoğunlaşmak isterken diğer sorunlarla boğuşup duruyorsunuz. Tirajınız düşükse buna bağlı olarak satış gelirleri de resmi ilan geliri de düşük oluyor. Yayını iyileştirme, buna paralel trajını artırmak için tanıtım ve reklam şansınız da olmuyor zaten. Sol muhalif yayınların piyasa denilen koşulların kurallarına göre çalışması ile sayfalarında yer alan yorum ve haberlerle dile getirmek istedikleri birbirine tamamen zıt şeylerdir. Siz paralı eğitime karşı olursanız ama özel okulların kaç puanla öğrenci aldığı listeyi yayınlamazsınız. Bu paradoks içinde haberlerle ve hayat dengesini kendinizi yadsımadan kurmanız gerekir. Onun için de yaygın medyanın kırmızı çizgilerinden farklı bir duruşunuzun, tavrınızın da savunduklarınızla çelişmemeli.
Meslek mensubu çalışanlarla işe başlayarak, göz dolduran bir çıkış yapmıştı gazete… Ama ilk çağrı metnindeki “Adam gibi Gazete” lafından başlayarak eleştiriler yükselmeye başlamıştı. Sonra çalışanlar arasındaki maaş, telif vb. akçeli konular gündeme geldi. Bir gazete ve öğlen yemeği karşılığında herkes çalışmak istemedi… Maliyet girdileriyle boğuşmak zorunda kaldılar. Matbaaları olmayınca, belirlenen saatlerde ve muhtemelen yeterince gazete olamadan, baskıya gitmek zorunda kalındı. Kent içi ve kent dışı hatlar kaçtı ve paralar çok çabuk bitti. Şirket kuruldu ama gönüllü destekçilerin paralarının hesabı verilemedi gibi. Ne diyorsunuz?
Evet, gazetenin anlatıldığı metin de, ilk günkü sayıdaki manşet haber de eleştirildi. Daha birçok şey eleştirildi tabii. Bunlardan haklı olanlar da var olmayanlar da… Mesela bazıları takıntılı bir şekilde “Soros parasıyla çıkıyor” gibi iftiralar atıyorlardı. Buna benzer gerçekten acımasız şeyler oldu tabi. Bu gazeteye destek veren 1000’i aşkın insanın gösterdiği iyi niyete, özveriye karşı yapılmış bir saygısızlıktı. Bir akşam Kadıköy vapuruyla eve dönerken ismi lazım değil mafya davetlerinde boy gösteren bir akademisyenle tesadüfen böyle bir tartışmanın içinde bulmuştum kendimi. Arkadaş her şeyde olduğu gibi bu konuda da çok emindi. Akademinin en önemli özelliklerinden kuşku duymaktır, ama bu arkadaş başka âlemlerdeydi. Nitekim sonra bu akademisyenin arkadaşlarını, Hrant Dink’in yargılandığı duruşmalarda provokasyonları tertipleyenler arasında boy gösterirken gördük. Sonraki yıllarda bu anlayışla, AKP ve Fethullahçıların, Rahip Santoro suikasti, Danıştay saldırısı, Hrant Dink’in ve Malatya’da üç protestanın katledilmesinde kol kola olduklarına da şahit olduk. Sonraki gelişmeleri hep beraber yaşadık zaten.
“Şirket kuruldu ama gönüllü destekçilerin paralarının hesabı verilemedi gibi” diye sorduğun için söylüyorum; bu hesap verilmiştir her halde. Ama şunu unutmamak gerek destek verenler için önemli olan yayının yaşamasıydı ve o başarıldı. Dolayısıyla o hesap verilmiş oldu bence. Zaten destekçilerden gelen bütçe bilebildiğim kadarıyla bir gazetenin çıkabilmesi için yeterli değildi. O nedenle gazete çıkmadan önce projenin içinde olan bazı önemli isimler bunu gerekçe göstererek ayrılmıştı. Sonra hızlı bir yaprak dökümü oldu, gerek ekonomik gerekçelerle, gerekse gazete içinde bazı isimlere karşı tepkiler nedeniyle…
Peki gazetenin oturtulamamasının esas nedeni neydi?
Asıl sorun yanlış formüle edilmesiydi. 25 beş bin basıp 15 bin satabilecek bir gazeteyi 200-250 bin basıp 150 bin satacak bir gazete olarak formüle ederseniz sonuç hezimet olur. İlk birkaç gün 150 bin basıp 30 – 35 bin civarında bir trajı ancak yakaladı gazete. Sonra hızla düştü tabi. Kâğıt üzerinde iyimser bir fizibilite yaparsanız onu rasyonalize etmeniz pek mümkün olmaz. Gazeteyi çıkarmaya çok istekli insanlar olunca onları ikna etmek de kolay oluyor. Sonra yanlış kadrolaşma diğer önemli konuydu. Gazetenin nasıl bir yayın çizgisi izlediğini bir türlü anlamayan, anlayamayan kadrolarla çok zor tabi. Ya da içi boş ajitatif haberler kaleme alınarak da olmuyor. Gerçek hayatta karşılığı olmayan yaklaşımların yaşaması mümkün değil. Nasıl ki bitkiler kendine uygun ortam bulamadığında gelişemez, bu da onun gibi işte. Gazete projesini asıl hayata geçirenler daha sonra ortaya çıkan manzaradan rahatsız oldu. Zaten ÖDP içinde de o dönem siyasi bir mücadele gittikçe artıyordu. Bu ilk zamanlar olmasa bile daha sonra gazeteye de çok ciddi şekilde yansıdı. Bunların yaşanması bence çok doğaldı. Burada şaşıracak bir durum yok. Asıl sorun bunun öngörülememesiydi. Kervan yolda diziler anlayışıyla yaşanan süreç sonunda dizildi ama çok şey de kırılmış oldu. Birçok profesyonel gazeteden uzaklaştı, uzaklaşan bu defa aleyhte konuşmaya başladı, dedikodular gazete içine yansıdı vs. ÖDP içindeki tartışmaların büyümesi de çok etkiledi tabii… Bunlara rağmen demokrat ve sadece yayının yaşaması için özveriyle görevlerini yapanlar sayesinde gazete çıkabildi. Bunu kriz sürecini öyle ya da böyle yönetebilenler hatta yönetemeyenler sayesinde de yaşayabildi. Oysa ki o zaman dilimi daha iyi değerlendirilseydi 2007 sonrası sertleşen ve karmaşıklaşan ortamında daha etkili bir medyaya dönüşebilirdi. Yine baskılardan payını alırdı ama daha yaygın bir okuyucu kitlesine sahip olabilirdi.
Çok değerli yayın yönetmenleri ve yazı işleri müdürleri ile çalışıldı. Acaba BirGün’de bir tür ‘patron katı’ olabilir mi? Yani, bir gölge yönetmen ve başka müdahiller, var mıydı? Bunların etkisi ne oldu, neye mal oldu?
Çok haklısın, çok değerli insanlarla “çalışılmaya” çalışıldı. Gazete çevresini ve motive edebileceği kesimleri düşündüğünüzde bu potansiyelin çok az bir kısmı gazeteye yansıyabildi. Gelenler de anlamsız tartışmalardan veya işleyişteki sistemin kaotik durumundan çok hoşlanmadılar… Bazıları da gazetenin durumunu hiç kavrayamadı. Bunlar arasında politik olan gazeteciler de vardı apolitikler de… Mesela isim vermeden anlatayım. “Hatırlı bir ismin” referansıyla bir arkadaş geldi. Gazeteye de işi hızla kavrayacak insan gerekli tabi… O sırada da Avrupa Birliği ilgili tartışmaları var. Haberler hassas bir zeminde işleniyor. ÖDP içinde de tartışmalar var. Karşı olanlar, destekleyenler ve kısmen destek verip şerh koyanlar var filan. Sen de hatırlarsın o dönem sol içi tartışmaları. İşe başlayan arkadaş bir anda son rötuşları yapılan 1. sayfaya bir manifesto mahiyetinde bir metin yazmış. Kimsenin haberi yok. Oysa ki özellikle ilk sayfa vitrin olarak kabul edilir. Bütün bu tartışmalar içerisinde bir denge kurulmuştu. Ve gün içerisinde genellikle zorlu geçen toplantılar sonucu oraya ne yazılacağına, hangi haberin gireceğine karar verilir. Yazı işleri var, yayın kurulu var filan. Ama adam kimseye bir şey söylemeden bir manifesto döşenmiş. Doğal olarak izin vermedik tabi. Küstü arkadaş. Sonra şikayet etmiş bazı arkadaşlara!.. Bu bir örneklerden biri… Bir de gazeteye inanmayan, görüşlerini benimsemeyen ama gidecek başka mecra da olmadığı için burada olanlar vardı. Onlar da burayı kendilerini gösterme, öne çıkarma alanı olarak seçmişlerdi. Sonra onlar da tutunamadılar.
Asıl soruna cevap vereyim. Patron katı var mıydı? Gazete zaten çok ortaklı ve patronsuz bir yayın olarak formüle edilmişti. Çok doğruydu. Yayın yönetmeni yoktu çünkü çalışanlar seçecekti ama ortam hiçbir zaman o aşamaya gelemedi. Ancak zamanla özellikle ekonomik kriz ve bazı insanların işe alınması veya işten uzaklaştırılmasında bazıları kendilerini daha yetkili görüyordu. Mesela siz 3-5 kişi bir odaya girer kapı arkasında bir şeyler konuşursanız orada bir iktidar vardır. Ya da bir muhasebe kurumu varken yönetici pozisyonundaki insanın tek tek çalışanları çağırıp elini cebine sokup, para çıkarıp ücretlerini ödemesi çalışanın gözünde patron imajını yaratır. Ki sistem zaten oraya doğru götürülmüştü. Sonra kriz derinleşince bu manzara ortadan kalktı. Gelir olmayınca, destek de azalınca işler iyice zora girdi. Bununla ilgili bir gözlemimi daha söyleyeyim. ÖDP içerisindeki siyasi çekişme gazetepatro projesini hayata geçirenler arasında bir çekişmeye yol açmıştı tabii. Önce “projenin asıl bileşeni biziz” gibi karşılıklı bir çekişme vardı. Sonra partiden uzaklaşan gazeteden de uzaklaştı.
Bir olay daha anlatayım bir gazetenin nasıl algılandığına dair… Ekonomik sıkıntılara karşı çözüm aranıyor devamlı. Bu arayışlar sürerken aynı zamanda bir üniversite sahibi yanında yine çok bilindik bir gazeteci ile beraber bir heyet olarak gazeteye geldiler. Mesela bir otomobil alacaksanız yanınızda işini iyi bilen bir usta alırsınız o aracı inceler kendince sonra da alın ya da almayın der. Üniversite sahibi patronla gelen arkadaş birden yazı işleri toplantısına girecek denildi. “Efendim patron ortak olacakmış ya, o da gözleyecekmiş.” Dünyanın en saçma şeyi. Çalışanları satın aldığını sanıyor arkadaş. Şirket bilançosunu incele, satış ve reklam giderlerine bak, maliyetleri sor. Zaten satıldığında önce çalışanlar kapı dışarı ediliyor çoğu yayında. Adam toplantıya girdi ama toplantıya giren arkadaşlarla her halde tarihin en hızlı toplantısını yaptık. Ne olduğunu anlamadı bile… Sonra zaten satış filan da olmadı. Sonra bu arkadaşı Taraf’ta suçsuz günahsız birçok insanı suçlayan yazılar yazdı zaten. Yayın çıkarmak başka şey iftiracı gazetecilik başka şey.
Arkadaşımız Hrant’ın yazılarının yayımlanıyor olmasına hepimiz çok sevinmiştik ama gazetenin etkin yönetimi (belki de derin yönetimi) bu durumu nasıl karşılamıştı ve ölümünü nasıl verdiler?
Çalıştığım dönemde yaşadığım en acı olaydı Hrant Dink’in katledilmesi. Göz göre göre gelen, failleri çok belli bir olaydı. Haber gazetede duyulduğunda hakikaten çok müthiş bir kaos çökmüştü gazeteye. İlk şaşkınlığı atlattıktan sonra matbaadan süre istedik. Çünkü matbaayla sorunlu olduğumuz için tek baskı yapılıyordu. Taşra ve şehir yoktu yani. Ama o gün için ve daha sonraki günler için taşra ve şehir baskısı yapılmıştı. Tabii haber duyulunca bütün televizyon kanalları canlı yayınlarda birçok insandan görüşler alıyordu. Bir taraftan birinci sayfayı çizerken bir taraftan da bu konuşmaları dinliyordum. Ve bu arada çok yoğun ve hızlı bir telefon trafiği vardı. İlgili ilgisiz herkes arıyordu. Ve çoğu da ne başlık atmamız gerektiğini söylüyordu. Tabii o kaotik durumda söylenenleri yorum yapmadan dinledim bende. Önerilen başlık da “Hrant Dink katledildi” idi. Evet, Hrant Dink’i katletmişlerdi ama bu daha öte bir durumdu. Bu kadim topraklarda yaşanan trajedik acılar sonrası bir parça da olsa bir arada yaşama kültürünün, ahlakının canlanması için bu volkanik göle maya çalan bir insanın yok edilmesiydi ve geleceğe dair iyi şeylere atılmış bir kurşundu. Televizyon kanallarında ise bazı konuşmacıların çok samimiyetsiz açıklamaları oluyordu. Hayretler içerisinde dinliyordum. Hrant Dink’i görüşleri ve yazdıkları nedeniyle hedef gösterecek kadar sert eleştirenler ya da açıkça hedef gösteren bazı figürler, onunla arkadaşlıklarından, dostluklarından filan bahsediyorlardı. Çok şaşırmıştım bu cüretkârlığa ve sahtekârlığa. Sayfanın spotlarını ayarlarken başlık olarak ne yazacağımızı da bulmuştum. Zaten mesele başlık meselesi değildi. Oraya ne yazsak ne acımızı hafifletecekti, ne de suikastın arka planını anlatabilecekti. Önerimi çalışma arkadaşı olmaktan büyük mutluluk duyduğum ve sağduyusuna güvendiğim arkadaşlarım Ankara’dan L. Doğan Tılıç, rahmetli İbrahim Çeşmeci, Murat Uyurkulak, Gökhan Kaya, İbrahim Aydın’la da paylaştım. Sonunda bir yayın kurulu kararı olarak üst başlığa “Hrant Dink katledildi”, başlık olarak da “Kardeşimizi vurdular” yazdık. Majiskül ve 9 sütuna… Yazı işleri çok kalabalıktı. Ben yazınca arkamda bir an bir sessizlik olduğunu hatırlıyorum. Gazetecilik yaşamımda zamanın durduğu bir gündü o gün. Zaten birkaç ay sonra ayrıldım ben de gazeteden.
BirGün’ün aslında bunca öznel ve nesnel zorluklara karşın bir gazete olarak var olması gerekiyor bence… Yeterince gazetecilik yapıyorlar mı? Ne dersin?
BirGün bugün aslında başta kurgulanması gereken doğru model üzerinden faaliyet gösteriyor. Yine çalışanlar büyük heyecan ve özveriyle çalışıyor, önemli haberlere imza atıyorlar. İktidarın baskılarına direniyorlar. Kurumsal olarak maliyetleri karşılamak için çabalarken bir taraftan da cumhurbaşkanı ve ailesi başta olmak üzere iktidarın açtığı tazminat davalarıyla uğraşıyorlar. Ve yine de görüşleri katıl ya da katılma bir muhalif bir yayın olarak önemli bir işlevi yerine getiriyor. Evrensel, Yeni Yaşam ve BirGün gibi gazeteler, Duvar ve T24 ve benzeri muhalif yayınlar da bu gittikçe zorlaşan siyasi ve ekonomik koşullarda birer nefes alma alanları olarak görüyorum. Tabi ki daha özgür bir ortamda çok daha iyi gazeteler, yayınlar yapılabilir. Ama bugün iktidarın gittikçe azgınlaştığı, gericileştiği, ırkçı-milliyetçi bir çizgiye demir attığı faşizan karakterinin yarattığı atmosferde sol muhalif gazetecilik yapmanın koşulları da zor tabi…