Özlem Durmaz
Biz o erkekleri sevdik, sevdik ve bir ömür boyu birlikte olmak isteyerek hayatımızı birleştirdik. Bir ‘ömür’.
Biz o erkekleri sevdik ve onlarla neslimiz sürsün isteyip kimimiz evlatlar doğurduk.
Hepimiz biliyoruz ama bilmemiş gibi yaşıyoruz. Kadınları sevdikleri erkekler öldürüyor. Kadınları “çok sevmekler” öldürüyor.
Sosyolojide ihtiyaçları sıralayan teorilerde, yeme içme gibi fizyolojik ihtiyaçlardan hemen sonra, güvenlik ihtiyacı yer alıyor. Az buz bir şey değil insanın kendini güvende hissetmeye olan ihtiyacı yani. Kendini güvende hissetmekle ilgili ilk aklımıza geliveren de evimizde, yuvamızda, çatımızın altındaki huzurumuz.
İşte kadınların belki en büyük laneti tam da bu. Kadınlar evlerinde, yuvalarında, en güvende hissetmeleri gereken yerde kendilerini güvende hissedemiyor. Kadınları en çok, sevdikleri yaralıyor.
Her gün, ama ciddi ciddi her gün, ya boşanma aşamasında henüz boşanamadığı eşi tarafından ya evlilik teklifini kabul etmediği eski sevgilisi tarafından ya halen eşi sevgilisi olan bir erkek tarafından, daha daha kötü abileri, erkek kardeşleri, babaları tarafından öldürülen kadın haberleri.
Her gün mü olur bu. Her gün mü öfkemiz kabarır. Her gün mü hepsine nefret ve kuşkuyla yaklaşmamız gerektiğine dair tedirginliğimiz artar.
Öyle mi olmalı peki. Bu öylesine yaman bir sınav ki. Şimdi “babamız, abimiz, oğlumuz da erkek” amiyane perspektifinden değil ama, çoğunluğumuzun aşkımızı yönelttiği cinsiyet olmakla kalmayıp aynı zamanda cidden yaşamın ve mücadelenin yarısı olan erkeklerle hep mi kavgalı olmalıyız.
Hep söylüyoruz, sorunumuz erkeklerle değil eril zihniyetle. Doğrusuna doğru bu. Ama; zihniyetinde olmasa bile ‘davranışlarında eril izler hiç ama hiç görmediğimiz’ erkek sayısının azlığı mı acaba bizi bu kadar köpürtüyor da tartışmalarda bir anda yükseliveriyoruz. Meseleleri kendi bağlamalarında tartışmayı bile zaman zaman beceremiyor oluşumuza sebep, acaba hepimizin hayatının bir yerlerinde, canını çok ama çok yakmış en az bir erkeğin mevcudiyeti mi, onu da bilemiyorum.
Ama beni mutsuz eden bir başka kısım var ki o kısım kendimizle ilgili. Öyle meseleler var ki, insan tartışmaya girmeye korkuyor. Tam olarak ne İsa’ya ne Musa’ya yaranılacak ve ne dese tartışmanın alevinde yanacak insan çünkü. Mesele elbette Musa’yı ya da İsa’yı memnun etme meselesi değil. Birilerinin ‘bu da hem nalına hem mıhına vuruyor’ deyip dememesi de değil mesele; ama dediğimin dediğimden kopup gidecek olması susmama sebep oluyor.
Merak ediyorum, sizler de sosyal medyada yaşanan tartışmaları gerçekten kaygı verici bulmuyor musunuz? Kim ne dedi, o kim aslında kimdi umurunda bile olmadan hurra kavgaya giren, “of nasıl da güzel dedim” demiş olmanın şahaneliğinde yanıp kavrulan kalabalıklar değil mi bu tartışmaların taraflarının bir kısmı. Uzun ve dolambaçlı lafımın özü o ki; bu bazı bir takım konularda, son dönem tabiriyle sosyal medya lincidir beni susmalara hapseden. Ve bu susmalardan muzdariptir çok sözüm olup da söylemeyen dillerim.