Ekonomik büyümeye yeni bakış açısı

Aysu Uraz

Geçtiğimiz günlerde, Türkiye’nin hava kirliliğine neden olan 15 termik santralına baca filtrelerinin takılması, maliyetinin yüksek olması sebebiyle ertelenmek istendi. Ancak kanun teklifinin son anda ret edilmesi ile çok önemli bir yanlıştan dönüldü.

Çevre dostu yeşil yatırımların önemi ve ekonomiye etkilerinin bilindiği, çevre kirliliğinin geleceğimiz için büyük bir tehdit olduğu bilincinin tüm dünyada kabul gördüğü bir dönemde böyle bir kararın meclise sunulması bile şaşırtıcıydı.

Bizde baca filtreleri konusu tartışırken, Avrupa Birliği üye ülkeleri çevre dostu ekonomilere dönüşüm yaparak küresel ısınma ve iklim krizi ile mücadeleyi amaçlayan Avrupa Yeşil Sözleşmesini onayladığını açıkladı. Yeşil Sözleşme ile yapılacak yatırımlar sonucunda, Avrupa Birliğinin karbon emisyonunu sıfırlamayı ve Avrupa’yı  2050 yılına kadar dünyanın ilk sıfır emisyon kıtası yapmayı hedeflediklerini açıkladılar.

Venedik’te yaşanan su baskını ile birlikte küresel ısınma sonucu doğal afetler konusu dünyanın gündemdeydi. Hatta Avrupa ve Amerika Merkez Bankaları dahi konuyla ilgilenmeye başladılar. Doğal afetler sonucundaki kayıplar nedeniyle finansal krizler yaşanabileceği endişesi duyduklarını ve iklim değişikliklerinin para politikalarına etkileri üzerinde çalışacaklarını belirttiler.

Peki çevre dostu yatırımların bu kadar önem arz ettiği bu noktaya nasıl gelindi? Ekonomik büyümeye bakış açısı nasıl bu kadar köklü bir değişime uğradı?

Geçtiğimiz yüzyılda sanayileşme ve teknolojinin gelişmesi ile birlikte dünya devletleri ekonomik büyümeyi birincil öncelikleri olarak belirlemeye başladılar. Ne kadar çok mal ve hizmet üretirlerse o kadar büyük ülke oluyorlardı. Ancak sürekli yükselen bir çizgideki büyüme hedefini gerçekleştirmek ve hızla artan nüfusu besleyebilmek için dünyanın kaynaklarını sonuna kadar kullanıp çevreye verilen zarar dikkat alınmadan üretmeye ve tüketmeye devam edildi.

Kapitalist sistemin körüklediği sürekli tüketme ve tüketmek için de üretme çılgınlığının bir sonu olması kaçınılmazdı. Büyüme sınırsız olamaz sonsuza kadar sürdürülemezdi. Evrenimizin bize sunabileceklerinin bir sınırı vardı. Gezegenimize o kadar çok baskı yapıldı ve insanlığa hizmet için o kadar hoyratça kullanıldı ki evrenin hassas dengeleri devreye girdi isyan etmeye başladı.

İlk olarak atmosferdeki ozon tabakası delinmeye başladı. Daha sonra kuzey kutbu alarm vermeye başladı. İklim değişikliği başlamıştı. Buzullar eriyordu. Okyanuslardaki asitleşme ile biyolojik çeşitliliğin azalması, ormanların yok olmaya başlaması, erozyonların artması ekosistemin geri dönülmez biçimde yıkılmaya başladığını gösterdi.

Ne yazık ki mevzunun ciddiye alınması için biraz zaman geçmesi gerekti. Çünkü insanlık uzun vadede başına gelebilecekleri düşünmekten çok kısa vadedeki kazançları ile daha çok ilgili.

Meselenin ciddiyeti anlaşılınca bilim insanları bir araya gelerek dünyayı kurtarmak için neler yapabiliriz sorusunu sormaya ve çözümler üretmeye başladılar. Gezegenimizin el sürülmezse kendi kendini idare edebilen bir sistemi var. Yani kullanılmasına izin verdiği bir sınırı var o sınıra geri dönmek için neler yapılabilir? Endüstri öncesi güvende olduğumuz alana nasıl geri dönebiliriz?

Tabi ki bunun için düşünce yapısında köklü değişimler gerekiyor artık geçen yüzyılın ekonomistlerinin ne olursa olsun üretelim, büyüyelim anlayışı yerini yenileyici yapıdaki ekonomilere bırakmaya başladı.

Kaynakların tekrar tekrar kullanıldığı, bir sürecin atığının bir başka süreci beslediği üretimler, çevre kirliliğinin önemsendiği, fosil yakıtların yerini güneş enerjisi ve rüzgar enerjisinin aldığı, karbon salınımının kontrol altında tutulduğu “Yenileyici ve Yeşil Dostu Ekonomiler” gelecek vaad ediyor.

Aksi takdirde varoluşumuzun tehdit altında olduğu yadsınamaz bir gerçek!..