Evren Günaydın
Birkaç gün önce Socrates Oliviera’nın doğum günüydü. Onun kim olduğunu bilmeyenler için, ilk başta yunan bir filozofu çağrıştırabilir ismi. Ancak o bir futbolcuydu, Brezilyalıydı. Gerçi bunlar da klasik tabirler. “Brezilyalı iyi futbolcu” dediğimizde bu kimse için ayrıcalıklı bir ifade olarak algılanmaz. Zira Brezilyalı futbolcular için bu tabir oldukça sıradandır. Ama Socrates sıradan değildi. Neden mi?
Nedenini açıklarken de klasik ifade var ilk başta. Sıradan bir ailenin çocuğuydu. Öyle çok büyük yokluklardan bahsetmiyorum ama zengin de değildi Socrates’in ailesi. Ancak hedefledikleri tek bir şey vardı; çocuklarının iyi yetişmesi, ülkesine ve bütün insanlığa faydalı bir birey olmasıydı.
Socrates çocukken bu yönlendirmenin ışığında kafasında birçok şey kurdu, geleceğe dair hayaller oluşturdu. Ancak ailesinin yönlendirmelerinin, hatta kendi kurduğu hayallerin arkasında gizlenen bir tutkusu olduğunu fark etti.
Corinthians isminde bir futbol takımı vardı. Malum, Brezilyalı bir çocuksanız, ülkenin yıllardan beri kurtulamadığı o ekonomik, sosyal, kültürel çıkmazdan kendinizi hem maddi hem manevi hem de psikolojik olarak kurtarmanın tek ve en eğlenceli yolu o yuvarlak cismi tekmelemektir.
Corinthians ismindeki bu futbol takımı çocuk Socrates’ in “büyük adam olma” hayaline çok uygundu. Ancak bir futbolcu olarak büyük adam olma hayalini gizliyordu. Gizlediği bu tutku, zamanı geldiğinde ailesinin yüzüne bir tokat gibi çarptı. Bir bilim insanı olmasını isteyen babası, şaşkınlık ve üzgünlükle çocuğunun futbol denen oyuna olan ilgisini seyretti. Ancak bu durum Socrates için ilgi olarak kalmayacaktı; yıllar geçti, Socrates büyüdü ve dünya çapında bir futbolcu oldu.
Sonraları ülkemizde de görev yapmış dönemin efsane futbolcusu Zico gibi efsane isimlerle beraber futbol tarihinin rüya takımlarından birisini oluşturdular. Brezilya milli takımının kaptanlığını yapmaya başladı Socrates. Bu saatten sonra hayatında önem sıralamasının ilk sırasını futbol almıştı. Önemsediği ikinci konu ise, ona takılan lakaptı. O kadar zeki bir futbolcuydu ki attığı ara paslar, çağının ötesinde oynamaya çalıştığı ileriye dönük orta saha kavramı ona “doktor” denmesine neden oldu. İnsanlar onu “doktor” diye çağırıyorlardı. Bunun arkasında yatan bir başka sebep de onun Ernesto’ya olan hayranlığıydı. Onu takip edişi, onunla ilgili söylemleri ve sakal yapısı… Ona benzemeye çalışıyordu nispeten Socrates. Soy isminden de memnundu ve bu soy ismin hakkını vermek için de çabaladı.
Asıl ve en önemli noktaya geldiğimizde, dünya futbol tarihinde belki de benzerine hiç şahit olmadığımız bir durum çıkıyor karşımıza. Socrates hem lakabının ve insanların ona atfettiği imajın hakkını vermek için hem de o daha küçücük bir çocukken babasının onun hakkında kurduğu hayalleri gerçekleştirmek için tıp okudu! Evet, o bir doktordu, tıp doktoru!..
Hikâye şöyle… Futbol oynarken bir gün babasıyla yaptığı bir sohbet geliyor aklına. Bu hayatta kendisi için en değerli varlık olarak kabul ettiği babasının hayallerini gerçekleştirmek için bu yola girmeye karar veriyor ve tıp eğitimini başarı ile tamamlıyor. Bugün çoğumuz için hayalden öteye gidemeyecek bir ihtimali gerçek yapıyor Socrates, gerçekten doktor oluyor! Futbolun doktoru insanlığa hizmet vermek adına da çalışmaya başlıyor. Evet, o artık gerçekten Ernesto’ya benziyordu.
Futbola sosyalist bir bakış açısıyla yaklaşıyordu. Sahada dünyanın en iyi futbolcusu olsanız dahi ulaşılmak istenen nihai hedefe, size pas atılmadan erişemeyeceğinizi akıllarımızın bir yerine o yerleştirdi. Kavrattı dünyaya doktor tüm bunları.
Aktif futbol oynadığı dönemde Brezilya hükümetine el koyan cunta sistemiyle de barışık olmadı. Her daim bir kavga içindeydi askeri yönetimle. Halkının özgür olabilmesi için bulunduğu konumun popülaritesini ve avantajını kullanarak her yerde özgürlüğü konuştu, özgürlüğü anlattı. Olanların yanlış olduğunu, bu durumun yıllar sonra bile Brezilya halkının sorunlar yaşamasına sebep olacağını, askeri yönetimin ülkesini çok daha geriye götüreceğini anlattı. Birçok kişi onun vesilesiyle o dönem dikta rejimine karşı çıktı, mücadele etmeye çalıştı. Bu düşüncelerinin arkasında yatan aslında tek bir anı vardı: Geçmişte Cunta yönetimi zamanlarında, bir akşam babasının Bolşevik Devrimi hakkında yazılmış kitapları bir bir yaktığına şahit oldu çocuk Socrates. O gün bu olay onun yaşamında bir travma olarak kaldı. Babasının özenle okumasını istediği yazılarla dolu sayfalar, şimdi babasının ellerinde küle dönüyordu. Nedendi bu olanlar? Çocukluğunda dahi büyük hislerle kendine toplumsal bir doğrultu vermeye çalışan Socrates, bu görüntüyü hafızasından hiç silemedi. Bu yüzden aktif futbol oynadığı dönemde dahi ulaşabildiği herkese düşüncelerini tek tek anlatmaya çalıştı. Ama bir süre sonra yetersiz buldu kendini bir şeyleri aktarmaya. Daha ileri seviye bir şey yapmalıydı. Ve Socrates, Felsefe alanında akademik eğitim alarak doktorasını tamamladı! Evet, doktor artık bir filozoftu ve soyadının hakkını tam olarak vermeye başlamıştı! Dünya tarihi Socrates adında ikinci bir filozofla tanışmıştı.
Topu ayağına aldığında mesafenin önemini yitirdiği, kafasını kaldırdığında kimin nerede olduğunun hiçbir anlamının olmadığı ama aynı zamanda o pası atarken geri kalan insanlık için neler yapabileceğini düşünen bir filozof vardı artık sahada. Attığı her gol Brezilya halkı için bir başkaldırıydı ve aslında dünyada ezilen tüm halklar için.
Bağırsaklarından hastalandığını öğrendiğinde üzüldüğü tek nokta hala yardım edemediği insanlardı; yaptıramadığı okullar, aktaramadığı bilgiler, iyileştirmediği hastalardı. Bir de uzun zamandır göremediği bir Corinthians şampiyonluğuydu. “Bir pazar günü Corinthians şampiyon olduğunda ölsem ne güzel olur” demişti doktor. 4 Aralık 2011’de bir Pazar günü, Corinthians’ın şampiyon olduğu gün hayata gözlerini yumdu.