Gizli özne

Hacer Buyruk

.,Fiille ayan olur; ayan olsun o halde.

Hani o arayan, ne mutlu ona, cezbesinde can evinin, hep gitmek ister, girmek ister sorup da cümle kapısından; hani o evlerden gitmek ki birbirine yaslı duvarlarla avluya açılan, kimi defa, çatlarken yumurtası aşağı düşen çatılarındaki kuş yuvalarından.

Adını bilmediği ağaçların yükselip gittiği, ne o ona, ne o ona, tanışık olmadığı ormanda, o ormanda, orman onda yiter, çoktandır hiç kimse için, hiçbir yerde olmamıştır böyle bir buluşma. Işık eler dallar, yün parçalarını andıran bulutların da beraberinde geldiği, bu kayboluşa.

Çoktandır kırgın olduğu için bakmadığından yön gösteren yıldıza -ki ilk küsen yıldızdır oysa- nişansız arar durur ta ki bulana kadar ulu çınarı.

(Bak, bulut konmamış da omzuna, az sonra yağacak gibi üstünde yürüyor başının bir karış yukarısında.)

Dallar arasından bir telaşlı can göründü onu bulduğunda, toprağın nemiyle, düştüğü yerden yükselen yaprak kokuları arasında, cebinden çıkarttı çam kozalağını, bir kanıt gibi yaşıyor olduğuna; uzattı onu, sincap sandığına. Veremez; almaz elinden, o her ne ise, kendi görünmeyen, tırmanışından varlığı belli olana.

(Gülümse, hoşnut ol, hâlâ yanılabiliyor olduğuna.)

Mırıldandı, ağaçtan beşiklerde yatana söylenmiş bir ninniyi, bir ağaca nazır, kendinin uykuda olmasına. Tekrar cebine koydu çam kozalağını. Düşünür gibi, çok uzaklara bakakaldı, indirmeden başını.

Ücret ödeyemese de, borçlanıp bir mihmandar tuttu. Ona dedi ki, bildiklerime de bilmediklerime de dokunamıyorum, bu ikisi arasında savrulan bir şeyim; gir koluma, yumdum gözlerimi, geldik dediğin yerde açıncaya kadar.

Ellerinde ne bir asa, sırtlarında ne bir yelek, yürüdüler yürüyorlar, mihmandarın bildiğini, mihman bilmeyerek.

(Daha bir ilgiyle oku, az sonra yazacaklarımı, sağ elini, göğsünün soluna koyup.)

Burçları sordu mihmandarına, hani o tepelerdeki kayalara oyulmuş, mermerler yontmuş, taşlar dikmiş ayağa; devlet kurmuş, mühürler döktürmüş, and içtirmiş yazdığı ilk sayfaya, paralara tacıyla bir işlenmiş şehzadeleri. Kan kokan pazar yerleri, bin yıllardır kan kokan, şangır şangır demirlerle kuşatmış insan ellerini, çarşılara götür beni, gözlerini verip nakış almış, ipler eğirmiş, onları ceviz kabuklarından ve türlü köklerden damıttığı has boyalarla boyamış, dokumacıların ruhlarının dolaştığı yere götür, dedi ona. Çatlat kabuğunu zamanın, terli alnım ışısın, ya beni azıt, masallardaki ‘it enikleri’ gibi, ya kavuştur çıkmazımla, ya borcuma say kes ellerimi, ya da vereyim, artık giymediklerimi.

(Gülümse sen de, sana gülümsüyor mihmandarın.)

Arasından geçtiler, aslan başlı taş muhafızların. Su sesi kalmış eski hamam yerlerinde, kitap yüklenmiş rahlelerde, söz akışları buldular, Mihmandarım dedi, yıka saçlarımdan üşümüş beyazları, yakıcı karaları alnımdan, oku bir de, ben böyle çıplakken, ipekler giydirilen perinin masalını, nicedir anmıyor şairler adımı. Mihmandar dedi ki: ‘Unutuluş’, sev bunu; unutuluşu seven, anımsanma yakarışından azlolur, böğründe duran kollarını dola kendine, içine dönsün rahle, eli koynunda olana, kalbinden kitaplar vahyolunur. Ve bir hayali tastan, bir hayali suyu boşalttı, yıka dediği saçlarından, siler gibi, eliyle geçti tuhaf alnından.

Uzat dedi mihmandara, şu sesinde şarkılar olan, yağmur da arıtır ya bizi hani, ben de senin ayaklarını yıkayayım, yorgun bileklerini ovayım, yolumuz çok ve hep geldik ayağı yalın. Yağmur çoktan dindi, içindeki yankısıdır dinlediğin dedi ve üçbin yıllık divandan uzattı mihmandar ayağını, tanıdı derviş kucağına aldığını: bu kendi ayağı.

Yıkandı, durulandı.

(Yıkandın. Durulandın. Gülümse ve işit ne diyor mihmandarın?) 

Başkası için verilmiş bir parçası, taşıdığım canın, al şu çam kozalağı sandığımı, dildaşım.