Adnan Genç
Şöyle bir haberle sarsıldı Hasan Türkmen’in eşi, kızı, ailesi ve sevenleri: Trafik kazasında ölmüş, deniyor. Herkese örnek, sayılan ve sevilen bir genç adam… Devrimci karakteri ve yaşam biçimiyle, çevresine örnek olan bir genç adam…
Hasan Türkmen’in ardından: Hasreti, özleyişi hiç bitmedi, gülümseyişi hiç solmadı… 23 Haziran 1990’da Yatağan’da bir trafik kazasında ölen, dostumuz için Şair, Emirhan Oğuz tarafından kaleme alınan anma metni…
GÜZEL BİR İNSAN İÇİN: VARACAĞIZ ŞARKIMIZA…
Artık tanımıyorum geceyi, o korkunç adsızlığını ölümün
Yıldızlardan bir donanma yanaşıyor ruhumun koyuna.
Çobanyıldızı, nöbet tutuyorsun parıldamak için mavinin yanında
Düşünde beni gören bir adanın tatlı yeli.
Yüksek kayalardan seslensem günün doğuşunu
Gözlerim, çıplak yüreğimin yıldızlarıyla
Su yüzünde gezdiriyorlar seni:
Artık tanımıyorum geceyi.
Beni yadsıyan dünyanın adlarını
tanımıyorum artık.
Açıkça okuyorum deniz kabuklarını, yaprakları, yıldızları
Düşmanlığım göğün yollarında gereksizdir.
Yok eğer düş ise bakan yeniden
Yaşlı gözlerle ölümsüzlük denizini geçmekte olan bana, o başka.
Çobanyıldızı, altın alevinin yayı altında
Tanımıyorum artık
Artık tanımıyorum geceyi.
Yok böyle bir şey.
Şimdi, geniş, kil bir çömlektir yüreğim benim. Kaç kez ateşlere sürülmüş,
binlerce kez yemek pişirmiş yoksullar için, emekçiler gezginler için, işçiler
için, öncüler için, aç güneş için, dünya için… tüm dünya için… yüreğim benim… işini
gereği gibi yapan yoksul, işlenmiş, kararmış bir çömlektir.
Tahta sıralarda oturup bekleyenler, yoksullar, bizimkiler, güçlüler, emekçiler, proleterler… bir bardak şaraptır onların her sözü, bir lokma kara ekmektir, kayanın yanında bir ağaçtır, bir penceredir güneşe açılmış… kömür yüklü vagonlar gibi ağır pabuçları… ellerinde kuşkusuz davranış… çalışmış eller, zorlu, nasırlaşmış eller, tırnakları yıpranmış, sert kılları insanın tarihi kadar geniş başparmak, uçurumun üzerindeki köprü gibi karışı… tarihin arşivinde saklıdır parmak izleri, sadece cezaevlerinin arşivlerinde değil, sık örülmüş demiryollarıdır parmak izleri, geleceğe uzanan ışık yolları… Ve benim yüreğim yoldaşım, kilden, kararmış bir çömlektir üstüne düşeni gereği gibi yapan.
Varacağız şarkımıza.
Burada kardeş bir ışık var… eller, gözler yalın. Burada ne sen benden üstün
ne ben senden üstün olmalıyız… burada
her birimiz kendinden üstün olmalıdır… Burada büyük duvarların yanı sıra bir
akarsu gibi akan bir kardeş ışık var… düşlerimizde bile duyarız bu
akarsuyu… ve uyurken battaniyeden sarkıp elimiz ıslanır bu akarsuda…
İki damla çarpsan bu sudan karabasanın yüzüne, kaçar duman olur ağaçların
berisinde. Ölümse bir yapraktan başka bir şey değildir, yükselen bir yaprağı
beslemek için düşen.
Işık böyle bulacak ağacını
Ağaç böyle bulacak meyvesini
Varacağız şarkımıza.
Varacağız şarkımıza
Varacağız şarkımıza
Varacağız şarkımıza
Hala su ve ışık var ölünün matarasında.
Kök kalır.
Geniş gökyüzü
Geniş yürek
Hiçbir şey eksik değil
Varacağız şarkımıza
Çok uzaktı geldiğimiz yol.
Kardeşim, çok uzak.
Ağırdı, çok ağırdı bileklerde kelepçeler. Akşamları sallayıp başını “vakit
geçti” deyince kaçak lamba, dünyanın tarihini okuyorduk belirsiz isimlerde,
mahpushane duvarlarına tırnakla kazınmış tarihlerde, ölümü beklemiş insanların
çocuksu çiziklerinde
Bir yürek
Bir yay
Zamanı gerçekten yaran bir yelkenli
Bizim bitireceğimiz tamamlanmış dizelerde, bitmeyelim diye
Bitirilmiş dizelerde.
Çok uzaktı geldiğimiz yol… Zorlu
mu zorlu.
Şimdi, senindir bu yol. Avucunun içinde tutuyorsun, bir dost elini
Tutup nasıl dinlersen yürek atışlarını
Kelepçelerin bıraktığı bu izin üstünde.
Çok uzaktı geldiğimiz yol.
Her sabah Gorki’nin anası yüreğinin tepsisinde
Biraz ekmek bir fincan çay getirirdi. Öğleleri yeni örülen bahçe duvarının
berisinde otururduk, kireç ve mutluluk kokan serin gölgede, bölüşmek için tek
sigaramızı, umudumuzu gözlerimizin dört bucağına bölüştürmek için.
Anımsayın:
Sıvalara bulanmış duvarcı, başına dört düğümlü bir mendil geçirmişti. Bu
düğümlerde andımızın bağlı olduğunu görürdük gene göz erimiyle. Yabanıl teri
buharlaştıkça, denizde yol alan gemi yelkeni gibi şişerdi mendil. Sigaramızı
tüttürürdük, kurulan evrenin koca taşlarına.
Anımsayın:
Hani bir türkü toprak çanaklarda, alev bir saç örgüsü, o hızını topraktan alan
yüreğimiz, bir türkü ki evsizlere çatı açlara ekmek tutsaklara özgürlük hakkı
yenmişlere hak, bir türkü ki kurulmuş sofra gibi bırakabilirsiniz üzerine
ekmeğinizi bardağınızı yumruğunuzu dirseklerinizi alınlarınızı umutlarınızı
insanlık inancınızı, bırakabilirsiniz bir testi soğuk suyu ve beş kırmızı
karanfili… bir türkü, türkülerin anası, ülkemizin çocuğu sevinci güveni
olacak bir türkü… sosyalizmin halk evleri için ayrılmış yığınlarca çimentonun
yanı başında otururken tarih, bir türkü dünyayı daha dürüst daha güzel daha
özgür kılacak bir türkü…
Çok uzaktı geldiğimiz yol, kardeşim, çok uzak.
Ben de gördüm o kahramanları
Ben de sardım o örgüyü
Ben de onlarla
Güneşe giden
Köprüden
Geçtim!
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi
Ben de söyledim o türküyü!
Oradaydım.
Beni gördünüz.
Ufuklardan ufuklara ordu ordu köpüklü mor dalgalar koşuyordu,
Devrilen bir atın sırtından inip şahlanan bir atın sırtına biniyordu kayık.
Dümenin yanında bağdaş kurup oturmuş o Türkmen kayıkçıyı gördük.
Beni gördünüz. 1959’lulardan biri. On’lardan biri. Dünya şarkısını söyleyenlerden biri. Çamdan, kilden, rüzgâr ve buluttan olma, zapların sığabileceği uçurum koyaklarından doğma, uyruğu işgal edilmiş, dini güneşin doğduğu vakit… Ekmeğin rengini gördü, sütün karardığını, ocakta közün karardığını, çatlayan bir toprak gibi dağa tırmanan acıyı… Çamurlu gecekondu yollarında gezen göç deneklerini…
Omuzlarımdan taşan yüke sadığım. Ayakkabı boyasını tanıdım, matkabı, planyayı, lastik pabuçla ayaklarımı sürüklemeyi, dirseği eprimiş gömleği, üç kara zeytini, bulgur çorbasını, çeyrek ekmeği. Göğsümden taşan yüke ezdirmedim ellerimi.
Oradaydım.
Keçeleşmiş okul önlüğümü koynumdan sıyırıp attığımda, güneşin battığı yerde
kaybolan atlıların rüzgârını duydum. Onlar güldüklerinde ağız dolusu
gülüyorlardı, küçük bir kırlangıç fırlıyordu gür sakallarından. Onlar el
sıkıştıklarında bütün insanlık için parlıyordu güneş. Onlar uyuduklarında on
iki yıldız düşüyordu ceplerinden. Ağaçtan ağaca taştan taşa dünyadan
geçiyorlardı. Kavrulmuş elleriyle hayat ırmağını getirmekteydiler. Nöbet
yerlerinde yanık ağaçlar gibi dimdik, gökyüzünden yıldız taşıyorlardı sabaha
dağıtmak için.
Oradaydım.
Beni gördünüz.
Oradaydı.
Lisenin çıkış kapısında iki bıçak ucu gibi. Öfkemizdi. Canı bedenlere bölen
öfke. Bedeni benzersiz organlara bölen. Organı sekiz düşünceye. Yoksulun
öfkesi: bir yanardağ ateşi taşırdı iki kratere karşı.
Onu tanıdık.
Havanın kurşun gibi ağır olduğu günlerdi. Bağırıyorduk. Kurşun eritmeye
çağırıyorduk. Ekmeğin, umudun, ipeğin ve narın, Bursa’da havlucu Recep’in,
Karabük fabrikasında tesviyeci Hasan’ın, Profilo’da Zehraların Ayşelerin
düşmanlarına karşı… okul koridorlarında, şalter başlarında, gecekondu duvarlarında,
1 Mayıs alanlarında, pamukta ve çeltikte, tütünde fındıkta, üniversite
önlerinde, sivil faşist çetelerin ve resmi zorba saldırganların namluları
copları önünde, dağların gölgesinde, çam dallarının siperinde, ay ışığının ve
yıldızların çatkısında…
Onu tanıdık.
Kardeşimiz, arkadaşımız, dostumuz, omuzdaşımız, kavga yoldaşımızdı.
Çocukluğundan beri haksızlıklara, horlanma ve eşitsizliklere tepki duyan ve yoksul halkın yaşama zorluklarını kendi hayatı içinde gözlemleyen arkadaşımız; bir yandan kendiliğinden gelişen mücadele sürecinde yerini alırken, diğer yandan da ülke gerçekliğini derinlikli ve bilimsel biçimde kavramak, kültürel birikimini artırmak ve siyasal bilincini pekiştirmek için yakın çevresindeki yoksul emekçi arkadaşları ve devrimci çevrelerle birlikte çaba gösteriyordu.
Yoldaşımız bu dönemde faşist teröre ve işgallere karşı sürdürülen mücadelede her zaman ön saflarda yer aldı. Dünya çapında emperyalizme karşı sürdürülen halk kurtuluş savaşlarını desteklemek ve tekelci kapitalizmin çirkin yüzünü emekçi halkımıza göstermek için gerçekleştirilen eylemlerde birçok ilerici devrimci yurtseverin yanında yoldaşımızın sesi de çınlıyordu. Okullarda ve mahallelerde devrimci sosyalist düşüncelerin yayılması ve etkinleşmesi için cesur, atılgan, özverili çabasını sürdürdü. 1976-1980 yılları arasında İstanbul’da gerçekleşen ve birçoğu burjuvazinin sivil ve resmi kolluk güçlerince katliamlara sahne edilen kitle eylemlerinde kardeşimiz de vardı. Birçok kereler karakol ve şubelere düşerek, karşı devrimin sürdürdüğü terörün en iğrenç biçimlerinden biri olan işkenceyle de daha 12 Eylül faşizminin azgın terörist karanlığı ülkeyi sarmadan karşılaşmış ve bir komünist için en zorlu sınav yeri olan bu işkence yuvalarından başı dik ve diğer devrimcilere örnek olarak çıkmayı bilmişti.
Biz o’nu tanıdık. Anımsıyoruz o’nu!
Anımsıyoruz o’nu!
On beş kara saplı bıçağın göğsümüze saplandığı gün… Zapların kansuyu uçurumlarından peşmerge çeliğin gölgesinin aktığı akşam… Karadeniz ’in derinliklerinin bütün bunları duyduğu o ateşli göğüsleri delen hançerin kabzasını elimize aldığımız akşam… Kavel’in önünde grev ateşinin kıvılcımları çıtırdarken… O’nu anımsıyoruz. Dolmabahçe’de, Kanlı Pazar’da on beş on altı Haziranlarda ayak izlerimiz… sonra Niksar, Diyarbakır, Vartinik… adımlarını tarihin akışına uyduran, temelleri çöken emperyalizme vuranların yanında…
Biz o’nu tanıdık. Ben o’nu
tanıdım.
Çok önemli bir şey yaptım denilemez. Sadece, sizlerin dokunduğu duvarın
yanından geçtim ben de dokundum ona, yoldaşım, sadece, yiğitlerimizin,
kurbanlarımızın adlarını okudu uzak taşra istasyonlarında. Ben de taşıdım size
takılan kelepçeleri, sizlerle acı duydum, düş gördüm, seni buldum, sen de beni
yoldaşım.
Sonra çığ gibi çoğaldık.
Nasıl bir türküydü o dorukları titreten.
Analar, tekneler sizi bekliyor yoğurmak için barış ekmeğini.
Kulak verin kapı gıcırtısına, kulak verin güneşin tekerlerinin gıcırtısına… Ben
sana söz verdim ey ulu toprak, gözlerimi vereceğim sen göresin diye, sesimi
adayacağım ilkelerin adına, sen şarkı haykırasın diye, ölümü karşılayacağım
korkusuz ne zaman gerekirse, sen parlayacaksın bütün gün doğumlarında bir gün,
mezarlarımızdan fışkıran çiçek tarlalarında… Ben sana söz verdim, halkım ben,
parmakla sayılmayan
sesimde pırıl pırıl bir güç var
karanlıkta boy atmaya sessizliği aşmaya yarayan.
Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
tohuma durdular yeniden. Ve halk, toprağa gömülü, tohuma durur bir yerde.
Buğday nasıl filizini sürer de çıkarsa toprağın üstüne
güzelim kırmız elleriyle sessizliği burgu gibi deler de
çığ gibi çoğaldık
biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde.
Kara. Gök kapkara.
Kin.
İnsana hüzün veren bir kin kaynıyor yürekte.
Kara bir öfke.
Kutsal bir öfke.
Bu toprak ki korkular içindeydi şafakta, bu toprak ki onlarındı, bizimdi.
Kan!
Nasıl oldu da kapandı kapıları bağlarımızın. Nasıl karardı damların ağaçların üstündeki aydınlık. Kimin dili varır demeye. Neden toprak altında yarısı ve yarısı prangaya vurulu…
Kömür madenlerinde alarmdık. Dünün kayışını kesebilirdik bir balta vuruşuyla. İnsan öfkesinin iki yumruğunda sıkılı aydık, sendikaların bayrakları ve dövizleri ve çılgınlığın dağınık saçlarıyla kızgınlıktık.
Kan!
Ülkem, senin değil bu nöbetçiler.
Bunca hainin ve kemirgen sıçanın ardında, sofralar kurup kimine yemek kimine
kurşun sunan koca bir imparatorluk var. Onlara göre, kırılmalı kana bulanmış
dünyanın dört yanında başkaldıran halkın direnci, dolar tomarları altında
alınmalı kararlar. Onların 1 no’lu hanımları mink kürk giyerler. Yoksul
emekçilerin ne kadar ücret isteyeceklerine onlar karar verir, kılıç ellerinde.
Ülkem, senin değil bu nöbetçiler.
Dün gece yeniden gördüm
gözlerinde çatallaşan yıldırımı.
Yollarında yıldızların el ilanlarını yeniden gördüm.
Yeniden gördüm gece yarısının duvarlarını tırmanan emekçilerin gölgesini.
Anımsayın, günlerimizin üzerine gerilmiş o ışığı
halkın çıplak elleriyle dört köşesinden tuttuğu o ışığı
Anımsayın!
O’nu anımsıyoruz!
Her gece kırlarda ay sırtüstü çevirip ölüleri, donmuş parmaklarını gezdiriyor
yüzlerinde. Ve çenesindeki yara izinden, çatık kaşından bulmaya çalışıyor oğlunu.
Ceplerini arıyor. Her zaman bir şeyler bulur o ceplerde, her zaman bir şeyler
buluruz aradığımızda. Ezik bir cigara. Bir anahtar. Bir mektup. Yedide durmuş
bir saat. Yeniden kurarız saati. Ve ilerlemeye başlar zaman.
Kan!
Baskı… zulüm… işkence… zorbalık… ölümler… kayıplar… direniş… çığlık… umut!
Anımsıyoruz onu, kardeşimiz,
arkadaşımız, kavga yoldaşımız…
Oradaydı.
Yerin bir karış altında
ölülerimizin yüreği atıyor
Havada ölülerimizin yürek atışı!
O’nu işkence odalarında gördük. 12 Eylül faşist darbesiyle birlikte başlatılan operasyonlarda gözaltına alınan on binlerce ilerici, yurtsever, demokrat, devrimci ve sosyalist arasında o da vardı. Bu dönemde de mücadeleci uzlaşmaz siyasal tavrını sürdüren yoldaşımız ağır işkence günlerinden başarıyla çıkarak devrimciler arasındaki örnek yerini bir kez daha ortaya koydu.
Yeniden gerekseydi yaşamam
Giderdim yine aynı yoldan
Söz ederek yalnız gelecekten
Bir ses yükselir demirlerin içinden
Yaşarsın yaşayabilirsin
Yaşayabilirsin bizler gibi
Söyle seni kurtaracak sözcüğü
Yaşa dur üstünde dizlerinin
Yeniden gerekseydi yaşamam
Giderdim yine aynı yoldan
Konuşur yalnız gelecek için
Bir ses yükselir demirlerin ardından
Duvarlardaki bu lekeler belki de
kandır,
Karşı duvara yansıyan akşam güneşidir belki de!
Her akşam sönmeden önce kızıllaşır nesneler ve daha yakın durur ölüm. Parmaklıkların dışında çocukların ve trenin sesi duyulur.
O zaman daha da daralır hücreler. Ama sen başak dolu bir yaylada ışığı düşünmelisin, yoksulların masasındaki ekmeği, pencerede gülümseyen anneleri… o saatlerde yoldaşın elini sıkarsın, ağaç dolu bir sessizlik olur, ağızdan ağza dolaşır ikiye bölünmüş sigara, ormanı tarayan bir fener gibi, baharın yüreğine varan…
Ve o zaman damarı buluyoruz. Gülümsüyoruz. İçimize doğru gülümsüyoruz. Ama gizliyoruz şimdilik. Yasadışı gülümseyiş. Güneş nasıl yasadışı olduysa gerçek de yasadışı. Gizliyoruz bu gülümseyişi, sevgilinin resmini nasıl gizliyorsak cebimizde, yüreğimizin iki yaprağı arsında nasıl gizliyorsak özgürlük düşüncesini. Buralarda hepimiz için tek bir gökyüzü ve ortak bir gülümseyiş var. Bizi öldürebilirler yarın. Ama asla alamazlar bizden ne bu gülümseyişi ne de gökyüzünü!
O’nu gördük.
Cezaevlerinde sürdürülen direnişlerde de hep en öndeydi. Operasyonlarda
düşmanın temel hedefleri arasında yer alırken birçok kereler yaralandı.
Yoldaşımız düşmana karşı ne kadar uzlaşmazsa, arkadaş ve dostları karşısında o
kadar yumuşak, sevecen, paylaşımcı ve özveriliydi. Koğuşlarda ve hücrelerdeki
yaşantısıyla komünist düşüncenin bayraklarından biri oldu. En küçüğünden en
büyüğüne bütün direniş eylemlerinde yerini alırken yılgınlık ve teslimiyet
eğilimlerine karşı koydu. En karamsarlık verici anlarda bile yitirmediği
neşesi, güleçliği ve esprisiyle devrimcilerin ve sosyalistlerin moral
kaynaklarından biriydi.
1983 yılında, cellatların idamını istedikleri davası sürerken tahliye oldu.
Bir zamanlar güneşin yaşadığı yerde, badem ağacının dürtüşüyle kar olup yağarken yel, zamanın kızoğlankız gözüyle açıldığı ve otların tepelerinin atlılarla tutuştuğu yerde… Bir yiğit çınarın ayak sesinin duyulduğu yerde, bir bayrağın toprağı ve suyu yükseklerde dalgalandırdığı, silahın hiçbir zaman omuzlara ağır gelmediği yerde… ama göğün tüm maviliği, tüm evren bir su damlası gibi, sabah vakti, dağın ayak ucunda parladığı yerde…
Gökkuşağına daha iyi bir dünya
için söz verdim.
Keklikler uyumlu sesin derin yüreğini vurarak yolları buğularken su tutan
tepenin ürperişini yeşil bir aceleyle tütsüleyen çıplak ayakların, papatyanın
taze toprağıyla doyacağı bir dönem için söz verdim… Denizin açılış gününe
gidecek rüzgârı bembeyaz kuşlarla doldurdum… Ve şimdi ikimiz de hazırız, el
ele, önlüğümüz çocuk önlüğü, bazen nar rengi bazen yeşil, dallarımız solmayan
dallar… gökkuşağına daha güzel bir dünya
için söz verdim!
Geceleri küçük çocuklar düş görüyor koca reklamlar altında, lokanta kokuları dişlerini sıkmayı öğretiyor daha şimdiden, ışıklı vitrinlerin önünde aylakça eğleniyor yaşam… yoksul yaşamımız, varsıl yaşamımız, sevdiğimiz yaşam, sıkarak yumruklarını ölüme karşı, bu mutsuz ve açlık, savaş, kıyım getiren yüzyılda…
O’nu anımsıyoruz!
Kardeşimiz, arkadaşımız,
dostumuz, omuzdaşımız cezaevinden çıktıktan sonra da geçmişinden, savunduğu
mücadele ve sosyalizm değerlerinden kopmadı. Ortalığı kaplayan yılgınlık ve
kaçış eğilimlerinin etkisinden uzak durdu. Örgütsüzlüğün egemen olduğu ve
savruk bir dağılmanın geçmişin en yakın insanlarını bile etkilediği bir dönemde
dayanışmacılığı, özverisi, paylaşımcılığı ve alçak gönüllülüğüyle direnmeyi
bildi. Sahip bulunduğu sosyal aktivite, girişkenlik ve yaratıcılığıyla
sağladığı olanakları gereksinim duyulduğu her durumda devrimci ve sosyalistlere
açmaktan geri durmadı.
Çalışkanlığı ve atılganlığı ile örgütsüzlük ortamlarında da bir devrimcinin bir
sosyalistin nasıl ayakta kalıp diretebileceğinin örneğini verdi. O’nun bu
nitelikleridir ki, aramızdan ayrılışına neden olan kazadan sonra tümümüzün
paylaştığı ortak acının devrimci ve sosyalist çevreler tarafından
paylaşılmasını açıklamaktadır. O’nun birçok devrimci ve sosyalistin gönlünde
tutmuş olduğu yer sevgiyle anılacaktır. Ölümünün emekçi halkımızın savaşımında
yaratacağı boşluğu yine mücadelesiyle yaratmış olduğu bu sevgi dolduracaktır.
Yaşamımı buraya kadar getirdim
bu boğuşan işarete.
Her zaman denize yakın
kayaların üstünde gençliğim
göğüs göğüse rüzgâra doğru.
Çırılçıplak insan olan o kardeş
Nereye gidiyor
tutuşturarak serinliklerin yardımıyla
yeşil anılarını
sularla duyduğu görüntüleri.
Ah yaşam
adam olmakta olan çocuğun yaşamı
her zaman denize yakın
güneş öğretirken o’na soluk almasını
bir martı gölgesinin söndüğü yerlerde.
Yaşamımı buraya kadar getirdim.
Ak sayma kara toplama
birkaç ağaç ve birkaç ıslak çakıl taşı
bir alnı okşamak için hafif parmaklar
hangi alnı
bütün gece ağlaştı umutlar ve yok artık
kimse yok.
Duyulsa özgür bir adım
doğsa dinç bir ses
rıhtımda gemilerin karnı suya çarpıp
ufukların içine daha da mavi birisim yazsalar
birkaç yıl birkaç dalga
duygulu yürek çekiş
koylarda sevginin etrafında.
Yaşamımı buraya kadar getirdim.
Sönecek olan kumda acı bir çizik.
Kim gördüyse sessizliğine değen iki göz
kim kavuştuysa kavurucu güneşlerine, kapatarak binlerce evreni
anımsatsın kanımı öteki güneşlere, ışığa daha yakın
yalımı ödeyen bir gülümseyiş var.
Yaşamımı buraya kadar getirdim.
Islak nesneye adanmış taş
adalardan da ötelerde
dalgadan daha alçakta
çapaya komşu
karinalar geçerken tutkuyla
yeni bir engeli yarıp yenerken
ve tüm yunus balıklarıyla doğarken umut
güneşin kazancıdır bu insan yüreğinde.
Sürüyor duraksamanın ağları
tuzdan bir yüzü
emekle oyulmuş
ilgisiz, ak
gözlerinin boşluklarını denize çeviren
sonsuza destek olarak.
Şiire, kavgaya ve aşka inanıyorum
dedi
bu yüzden ölümsüzlüğe inanıyorum.
Bir dize yazıyorum, dünyayı yazıyorum
dünya var, ben varım.
Bir ırmak alıyor serçe parmağımın ucundan:
bu ırmak yedi gökyüzünün mavisi.
İlk gerçek oluyor işte yeniden bu arılık
ve bu benim
son dileğim!
Tut elimden. Bu el senin. Deniz
suyuyla beslenmiş.
Bu deniz senin. Acı özsuyu damlıyor incir dalından,
nerede olursa ol, gökyüzü seni görüyor, seni bir tel saç
koparırken sessizliğin başından.
Işık.
Yurdumuzdur. Sen ve ben değildir.
Biziz.
Biz ve ülkemiz.
Biz ve dünya.
Merhaba güneş.
Merhaba!