Akın Olgun
Telefondaki ses bir tutsağa ait ve “galiba ben öleceğim” diyor kardeşine.
Ölüyor…
Devlet için zaten “ölmesi gerekenler” olarak bakılan siyasi mahkûmlardan birisiydi Hüseyin Polat.
“Asmayalım da besleyelim mi” diyen Kenan Evren’in sözleri, sadece bir darbe çetesinin görüşü değildi elbette. Bu söz devletin siyasi mahkûmlara resmi bakışıydı ve bunu en açık Kenan Evren ifade etmişti.
Sonra “bu memleket için kurşun yiyen de, atan da şereflidir” oldu T. Çiller’in ağzında.
Sonra “Bin operasyon yaptık, bir tuğlayı çekerseniz bütün duvar çöker” diyen M. Ağar’ın özlü devlet sözlerinden biri olarak düştü önümüze.
Sonra “teröristleri terörizmlerinden kurtarma operasyonu” seslenişiyle, diri diri tutsakların yakılışını bir “başarı” olarak sundu Ecevit herkese.
Sonra, polisin Gezide katlettiği insanlar için “Emri ben verdim” diyen Erdoğan’ın sesi duyuldu ve “devleti hissedecekler” diyen seslenişi “o ses Türkiye” oldu.
Tabutlar çıkıyor cezaevlerinden.
Ara ara önümüze haber olarak düşüp, kayboluyor sonra. Bir avuç insanın duyarlılığı, seslenişi, çabası da tıpkı cezaevinden çıkan tabutların göze görünmez olması gibi, günlük siyasi çalkantıların içerisinde yok olup gidiyor.
İçeride bir başka tutsağın içine düşüyor ölüm.
Bir başka tutsağın hasta bedenini yokluyor.
Hücre, revir arasında bitmeyen geliş gidişler, hastaneye götürülmenin bir işkenceye dönüştürüldüğü günler, aylar ve geride bilekte kelepçe, yürekte hakaretlerin sızısı.
Hasta tutsaklar için tabutluğa dönüşen cezaevleri gerçeği öyle çıplak, öyle hakiki ki üzerine koyacağınız her söz altında kalıyor.
Siyasi bir tutsağın ölüm haberinin bu kadar sıradanlaştığı, bu kadar kanıksandığı bir dönem olmuş mudur bilmiyorum ama unutmamaya verilen sözlerin unutulmasından daha acı bir şey olmadığı kesin.
Bir tutsağın “galiba ben öleceğim” diyen sesinin, derin bir boşluğa düşmesi aslında ne kadar da sarsıcı ama o kadar çok öldürdüler, o kadar çok insanın hayatını talan edip, çaldılar ki olup biten her şey “normal” çerçevesine alınıp, duvarlara asılan bir anonim tabloya dönüşüveriyor artık.
Belki de asıl tehlike budur.
Belki de asıl öldüren bu.
İçeriden dışarıya tabutla çıkabilen ve “öleceğini” duyurup yitip giden kim bilir kaçıncı sesin tanığı, tanıdığıyız.
Hepimizi öldürüyorlar.
Çocukları, gençleri, kadınları…
Her ölüm haberinde bir sonrakine alıştırıyorlar.
Her alıştırdıklarında bir başkasının canını alıyorlar.
Sistematik bir zulüm ve katletme eylemi uyguluyor ve aynı zorbalıkla onaylatıyorlar.
Buna gönüllü olanların çokluğu, büyüklüğü ise bir ülkenin suçu olarak yazılıyor tarihe.
Bir kez daha nasıl ve ne kadar gaddar olunabileceğinin, nasıl ve ne kadar zulme gönüllü olunabileceğinin örneği kayıtlara geçiyor.
Her şeyi yapabileceklerine dair bir duyguyu, yaptıkları zorbalıklarla gözümüze sokup, her demokratik itirazın önüne içimizden birinin ya ölü, ya işkence edilmiş bedenini atmalarından yükleniyoruz derdi.
Tüm hukusuz, gayri meşru uygulamaları için “iktidar değil, devlet politikası bu” diyerek, “asker selamı” sırasına sokanların değil tek suç. O sıraya girip “beka” deyince koşa koşa, yan yana poz veren, “bir bildikleri var demek ki” dedirterek toplumsal onayı örgütleyen herkes sorumlusu tüm yaşananların.
Sesimiz boğuluyor ve öleceğimizi biliyorsak çoğu bundandır.
Korkuyor susuyorsak, susuyor saklanıyorsak, saklanıyor sözümüzü fısıldayarak konuşuyorsak biraz da bundandır.
Telefondaki ses bir tutsağa ait ve “galiba ben öleceğim” diyor kardeşine.
Her şey aslında ne kadar net ve çıplak…
Yazıyorsak yazının, konuşuyorsak sesimizin, çiziyorsak resmin, sohbet ediyorsak konunun, âşıksak sevginin, okuyorsak romanın, öykünün etini sıkıp, “normal” çerçevesi içine aldığımız her şeye dönüp bakmalıyız belki de.
Ve,
“Galiba ben yaşayacağım” sözünü duymadan ayrılmamalı, sımsıkı sarılmalıyız birbirimize.