Değerli yazar, şair ve çevirmen Enver Gökçe, 19 Kasım 1981’de yaşamını yitirmişti. Biraz tanıyalım büyük ozanı…
1940 kuşağı olarak anılan toplumcu şairlerin önde gelen temsilcileri arasında yer aldı. Peki, Enver Gökçe kimdir nereli? İşte, Enver Gökçe’nin eserleri ve şiirleri hakkında detaylı bilgiler
Adnan Genç
Enver Gökçe, 1920’de Erzincan’ın Kemaliye ilçesi Çit Köyü’nde doğdu. 8 yaşında ailesiyle birlikte Ankara’ya geldi. Ankara Gazi Lisesi’ni bitirdi. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu.
Çeşitli nedenlerle hapis yattı, sürgün edildi. İlk şiiri 1943’te “Ülkü” dergisinde yayınlandı. Daha sonra Ülkü, Yurt ve Dünya, Ant, Gün, Söz, Yağmur ve Toprak, Yeryüzü gibi dergilerde imzalı imzasız şiirleri, yazıları çıktı. Ortak dili zenginleştiren yerel sözcüklerle örülmüş eserleriyle özgün bir şiire ulaştı.
Türk şiirinde 1940 kuşağı ya da “Acılı Kuşak” olarak anılan toplumcu şairlerin önde gelen temsilcileri arasında yer aldı. Bazı şiirleri bestelendi. Mustafa Gökçe, Aydın Tataroğlu adlarıyla çeviriler yaptı. Pablo Neruda’dan da şiirler çevirdi.
Huzurevi günlerindeki ziyaretimiz…
12 Eylül darbesinin hemen birkaç ay öncesinde; büyük ozanı Ankara. Seyranbağları’nda kaldığı huzurevinde ziyaret ettik. Amacımız, çile çekmiş ozanlarımız, edebiyatçı ve sanatçılarımızı hızla ve tek tek kayda almaktı.
Tabii bir de o zamanlar ilk sayılarını yayımlamış olduğumuz Tavır dergisine bir de yazı koymaktı. Film ve fotoğraf çeken ekibimizle birlikte (ki, bu arkadaşlarımız o zamanlar lise çağındaydılar ve bugün Türkiye’nin en önemli sinema yönetmenlerinden oldular)…
Bizi kapıda karşıladı. Dinç görünüyordu, peşi sıra odasına gittik. Kapısı açıktı ve önce kendisi girdi; ve o kadar zaten. Biz 5 kişilik bir gruptuk ve birimiz dahi sığamazdık içeriye.
Duvarına ve yatağına sürünerek girdiği bir ‘koridor’dan pencere kenarında duran masasına yürüdü ve sandalyesine oturarak, ‘Hoş geldiniz arkadaşlar’ dedi. Kalakalmıştık. Koca şair herhangi bir küçük evin mutfağından bile daha küçük bir odacıkta kalıyordu.
Masasının üzerinde çevirdiği kitaplar ve bir de eski model bir daktilosu vardı. Sorularımızı sorduk, film ve fotoğraf çekimlerimiz de tamamlandı ve sersem sepelek sokağa düştük. Arabamıza bindik ve İstanbul’a doğru yola çıktık: “Arkadaşlar hep deriz ya hani ‘Bu iş devrime kalır’ diye. Bu iş, kalmaz işte. Dayanışma, vefa ve özveriyle örülü bir hayatın şimdiden oluşturmalıyız. Yoksa bizden bir şeyler olmayacak” demiştim. Nitekim öyle oldu, adında dayanışma olan parti bile kurduk ama çok lokal ve kişisel çabaların dışında kimseler, kimseciklere elini bile uzatmadı.
Özel Not: Darbeye kadar bir de, bize zor bela randevu veren ‘Barikat’ Arif Damar’la da görüşmüştük. Onu da yazarım… Hadi ‘garip ama gerçek’ serisinden bir durum da yazayım da tam olsun. Bu satırları bir bakımevinin tek kişilik odasından yazıyorum…
UYAN ALİM
Yıllardır susmuşum lal
Yanım yörem Tepegöz, Şahmaran!
Yürek çın çın eder ama,
Erdemli ve yiğit
Bir gerilla bıçağıdır, çatal
Derman sorar kurda kuşa derman!
Dağlar gül gülistan içinde
Al al!
Bir ben kalmışım
Rüsvay, malamat, üryan!
Adı görklü Marx yadıma düşende,
Uyan derim Alim
Uykudan uyan!