Astana ve Soçi’de üzerine aldığı sorumlulukların gereğini yerine getirmeyen bir Ankara, yaklaşık 2 yıllık alttan almanın sonucunda sahada tam gaz yüklenen bir Moskova ve Şam… İdlib’de son perde açılırken, “rejim değişikliği” operasyonu için elde tutulan son koz da boşa düşmek üzere.
Erman Çete
9 yılını deviren savaş boyunca Suriye yönetimi, askeri olarak savunulması en gerekli ve mümkün yerlerde savaşmayı tercih etti. Bu kapsamda geri çekilmeler, uzun bekleyişler, diplomatik hamleler ve en önemlisi ulusal ve uluslararası siyasi durum askeri sahada birebir yansımasını buldu.
Şimdi, uzun zamandır bir başlayıp bir duran İdlib operasyonu kritik bir aşamaya gelmiş durumda. ABD’nin Obama ve Trump döneminde IŞİD karşıtı koalisyon temsilciliği yapmış Brett McGurk’un deyişiyle, Suriye’deki El Kaide emirliğine yönelik sabırlar artık taşmış durumda.
Peki bu noktaya nasıl gelindi? Daha geriye gidilebilir; örneğin Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin, ABD’nin de desteğiyle İdlib’i Şam’ın kontrolünden nasıl çıkardığı hatırlanabilir. 2015 yılındaki, Esad’ı devirmeye yönelik son cüretli hamle, Rusya’nın sahaya tam boy inişiyle boşa düşürülmüştü. Sonrasındaysa Türkiye, Esad’ı devirmekten PKK ve YPG’yle mücadele stratejisine geçiş yapıyor gibi görünüyordu.
Bu stratejinin taçlandığı nokta Astana ve sonrasında Soçi mutabakatlarıydı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Rusya yönetimini uymamakla suçladığı Astana ve Soçi mutabakatlarında, Türkiye’nin yükümlülükleri açıkça tarif edilmişti. Buna göre;
- Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı gösterecek,
- Türkiye, “ılımlı” muhalifleri El Kaide’den ayıracak,
- Sıcak çatışma hatlarındaki ağır silahlar çekilecek, Suriye ordusuna yönelik saldırılar sonlandırılacak,
- Suriye’nin ekonomik yeniden yapılanması için hayati önemdeki M4 (Lazkiye-Halep) ve M5 (Şam-Halep) otoyolları ticari geçişlere açılacak.
Türkiye mutabakatlara uydu mu?
Türkiye bu yükümlülüklere dair hangi adımları attı?
Birincisi, evet, AKP hükümeti tüm açıklamalarında Suriye’nin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı gösterdiğini ilân etti. Bununla birlikte, birden fazla kez, Mevlüt Çavuşoğlu gibi isimlerin ağzından, Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığını Esad’ın gidişine bağladığı duyuldu. Bu, standart “rejim değişikliği” prosedürü. ABD de Suriye’deki askeri varlığını Esad’ı sıkıştırmaya ve ülkenin ekonomik yeniden yapılanmasının önüne engel çıkarmaya bağlıyor. Dolayısıyla, Türkiye’nin pozisyonu bu bağlamda ABD’ninkine yakınsıyor.
Devamında, ikincisi, “ılımlıları” El Kaide’den ayırma ve Suriye ordusuna yönelik saldırıların son bulması Rusya’nın ısrarla üzerinde durduğu başlıklardı. Bu başlıklarda da görünen o ki, Ankara, El Kaide bağlantılı gruplarının tasfiyesinden ziyade İdlib’deki statükonun korunmasına odaklandı. İdlib’de Nusra Cephesi’nin devamcısı Heyet Tahrir’uş Şam (HTŞ) ve Huraseddin gibi grupların yanı sıra, çekirdeğini Uygur cihatçıların oluşturduğu Türkistan İslam Partisi gibi oluşumlar da bulunuyor. Bu grupların Suriye ordusuna olan saldırıları durmadığı gibi, son operasyonlarda gördüğümüz gibi, “ılımlı”larla bir araya gelerek ortak operasyon odası oluşturma, Halep’te ayrı bir cephe açarak orduyu yıpratma, sivillere roket saldırısında bulunma gibi eylemler de sürekli olarak devam etti.
Üçüncü ve son olaraksa, Halep ile Şam’ı ve Lazkiye’yi bağlayan otoyollardan ticari geçişler sağlanamadı. Özellikle Halep-Şam arasındaki M5 karayolu, iki büyük kentin birbirine bağlanması açısından hayati önemde. Bu otoyolun kuzeyini kontrol eden silahlı gruplar, Dera’dan başlayıp Şam’dan geçerek Hama ve Humus’tan Halep’i uzanan yolu Esad yönetimine karşı bir koz olarak kullanıyorlar. Türkiye’nin Kuzey Halep’teki askeri varlığı da buna eklenince, Halep’in üstünde daimi bir askeri tehdit, Esad yönetimine karşı önemli bir ekonomik baskı gücü elde edilmiş oluyor.
Dolayısıyla, İdlib meselesinde son günlerde yaşanan ve patlama noktasına gelen gerilimleri değerlendirirken birkaç ay öncesinden ötesine uzanmakta fayda var. ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’in kuzey doğu Suriye’de Türkiye ile ilişkileri düzeltmeye başladıklarını söylemesi, yine aynı Jeffrey’in birkaç gün önce HTŞ’ye “vatansever muhalif” muamelesi yaparak El Kaide bağlantılı grupların bir süredir uluslararası tehdit oluşturmadığını ileri sürmesi de eklenince, son Türkiye-Rusya gerginliğinin uluslararası boyutlarına dair de bir fikir edinilebilir.
Suriye ve Rusya, Astana’ya göre oynuyor
Şimdi, askeri duruma dönebiliriz. Suriye ordusu, Rusya’nın da desteğiyle, M5 ve M4 otoyollarını, Maarat el-Numan’ın kuzeyindeki kritik Serakib ilçesini ele geçirerek açmaya çalışıyor. Bunun için bir başka kol da, İran’ın ve Hizbullah’ın desteğiyle Batı Halep’ten ilerliyor. Suriye ordusu, Türk askerlerini vurduğu yer olan Turunbe köyünü de ele geçirdikten sonra Serakib ilçesine yönelik operasyonunu başlattı. Buradaki kritik hat, Serakib-Eriha aksı; zira buralar ele geçirilirse, İdlib kent merkezi de operasyon menziline girecek yukarıda bahsedilen otoyolların açılması için kritik bir eşik aşılacak.
Eğer M4 ve M5 otoyollarının kesişim bölgesi Suriye ordusunun eline geçerse ve Batı Halep’ten gelen ikmal yolu da sağlanırsa, Türkiye’nin ve silahlı grupların Halep’e yönelik en büyük kozu ellerinden alınmış olacak. Dahası, bu durumda Türkiye’nin Kuzey Halep’teki (Afrin dahil, tüm Batı Fırat) askeri varlığına ilişkin itirazlar da daha açık bir şekilde dillendirilmeye başlanacak. İdlib’deki Türk gözlem noktaları zaten “muharip” olmak için tasarlanmamıştı; Halep’i ve Şam’ı tehdit etmeyecek bir Kuzey Halep’se, Türkiye için hem siyasi hem de askeri bir yük haline gelecek. Bu nedenle Suriye ordusunun son ilerleyişi karşısında, hem Suriye ile Türkiye arasında doğrudan çatışma riski arttı, hem de yukarıda sayılan nedenlerle AKP’den, ileri gitme ya da geri çekilme dahil, radikal bir hamle gelmesi beklenebilir.
ABD’nin sahaya dönüşü mü?
Tam da bu noktada, Erdoğan ve AKP’nin kimi güvenceler alarak yola çıkmak istediği ya da fiili durum yaratarak destek bulmaya çalıştığı düşünülebilir. Bu yazının yazıldığı saatler itibariyle, AB ve ABD cephesinden İdlib’e ilişkin herhangi bir açıklama gelmedi. AKP’ye yakın “düşünce kuruluşu” SETA’nın yazarlarından Burhanettin Duran’ın 2 Şubat’ta Daily Sabah’ta yazdığı yazının başlığı hayli manidardı: “Avrupa, ABD İdlib’i kurtarmalı.” Duran’a göre, son İdlib operasyonuyla birlikte Rusya ve Suriye, yalnızca Türkiye’ye değil, “Avrupa demokrasilerine” de tehdit oluşturacak bir karışıklık yaratıyordu, ABD ve AB gerekirse zor kullanmayı da masaya koymalıydı. Türkiye, İdlib’de tek başına Rusya’ya karşı denge oluşturamazdı.
Habertürk’ün Ankara temsilcisi Bülent Aydemir’e göreyse, Türkiye Suriye’den asker çekmeyi kesinlikle düşünmüyor. Ankara’nın planları arasında, gözlem noktalarını M4 ile M5’in kuzeyine çekip sınırdan 15 km güneyde bir tür “tampon bölge” kurma ya da Rusya’yı bypass edip doğrudan askeri güçle Suriye’yi karşılama da yer alıyor. Aydemir’e göre, Türkiye angajman kurallarını değiştirecek ve bu değişikliğe HTŞ de dahil edilecek. Ancak Habertürk temsilcisi, 2 yıldır HTŞ konusunda atılmayan adımların şu anda neden ve nasıl atılacağı konusunda bir bilgi vermiş değil.
Karar aşamasına doğru…
Neticede, Türkiye bir karar aşamasına gelmiş bulunuyor. Bu karara, Suriye’deki ortaklarını değiştirmekten tutulsun da, Suriye ordusuyla doğrudan sıcak temasa kadar birçok seçenek dahil. Ukrayna’da tören alayını, Rusya karşıtı neo-Nazilerin sloganıyla selamlayan bir Cumhurbaşkanı ile bir gün Putin övüp öbür gün Rusya’ya karşı savaş çığlıkları atan bir yandaş sürüsü de düşünülürse, müritlerin mi şeyhi uçuracağı, yoksa şeyhin müritlerine imamlık mı edeceği gereksiz sorular haline gelir. Öte yandan, Türkiye’nin “savaş” pozisyonu almasının gerçek bir eylem haline gelmesi, ülkenin uluslararası konumuyla ve ekonomik gidişatla da çok yakından bağlantılı. İdlib, uluslararası ve ekonomik denizlerde sürüklenen Türkiye’nin demir atması için de bir fırsat olarak kullanılabilir. Bunun ne anlama geldiğini ilerleyen günlerde görebileceğiz.