Meltem Yıldırım
Türkiye’de sinema salonlarının yeniden toplu gösterimlere açılışı için, 1 Nisan 2021 tarihi verilmişti. Ancak bu hafta yapılan son düzenleme ile sinema salonlarının açılışı Ramazan Bayramı’nın sonuna ertelendi.
Dijital platformlar, online gösterimler ile bu ihtiyacımızı gidermeye çalışıyoruz ancak hiçbir alternatif, bir salonda sinemaya adını veren o “beyaz perde” üzerine yansıyanı izlemenin tadını vermiyor.
Sağınızda solunuzda fısıldaşan, yerli yersiz gülen, telefonun ışığı ile dikkat dağıtan, elindeki paketten hışırtılar çıkartarak bir şeyler yiyen, boyu sizden uzun veya saçları fazlaca kabarık olduğu için sahneyi görmenizi engelleyen birileri…
Özlemlere bu kısım da dahil mi?
Muhtemelen dahil.
Şu belirsizlik içinde salonlar ne zaman açılır bilinmez ama bu hafta icat ettikleri sinematograf ile, sayelerinde sinemayı topluca izleme imkanı bulduğumuz bir ailenin ilk filmine ve tarihteki ilk toplu filmi gösterimine, hatta ilk sansürlenen filme gidelim istiyorum.
Evet, hepsi aynı kapıya çıkıyor.
Biletlerimiz ışığın çocukları Lumière Kardeşler’den.
Lumière, Fransızca “ışık” anlamına geliyor. O dönem Fransa’da Türkiye’deki gibi bir soyadı kanunu söz konusu değil.
Araştırmacılar bunun bir tesadüf mü yoksa sonradan edindikleri bir unvan mı olduğu konusunda net bir tespitte bulunamıyorlar. Babaları Antonié’ın Lumière soyadını taşıdığı biliniyor. O da fotoğrafçılık tarihi açısından özel bir isim.
Soyadları mı başarılarından önce onları seçti, onlar mı başarılarından sonra soyadlarını seçti bilemiyoruz ama işte karşımızda ışığın ailesi Lumière’ler…
Aguste Lumière, 18 Ekim 1862’de Besançon’da doğar. Martinière Teknik Okulu’nda eğitim alır.
Eğitimini tamamladıktan sonra babasının kurduğu aile fotoğrafçılık şirketinde çalışmaya başlar. Bir mühendis olan Aguste, sinematograf ve plaka icatlarından sonraki yıllarda biyomedikal alana odaklanmaya başlayacak ve kırıkları incelemek için X ışınlarının kullanımında öncülerden biri olacaktır. Ayrıca, soğuk havada motorun çalıştırılmasına izin vermek için bir katalitik ısıtıcı ürettiği bilinmektedir.
5 Ekim 1864’te Besançon’da doğan Louise, Lumière Kardeşlerin icatlar konusunda en tutkulu olanı. Arzu ettiği sonuca ulaşana kadar günlerce, gecelerce uykusuz kaldığı, yemeden içmeden kesildiği biliniyor. Abisi gibi devam ettiği Martinière Teknik Okulu’nu birincilikle bitirir. İlk icadı olan ve 17 yaşındayken kuru bir plaka kullanarak geliştirdiği fotoğraf filmi üretim tekniği, aile şirketlerinde yılda 15 milyon levha üretimiyle yeni bir fabrikanın açılmasına izin verir.
Babaları Antoiné Lumière bir ressamdır. Evlendikten sonra yerleştiği ve çocuklarının dünyaya geldiği Besançon’da resim öğretmenliği yapmıştır. Donanımlı bir entelektüel olan Antonié Fransa’nın yetiştirdiği ilk profesyonel fotoğrafçılardan biri. Köyleri dolaşarak gezgin fotoğrafçılık yaptığı biliniyor. Çocuklarının görsel ile ilişkisinde Antonié Lumière’in başat ve ön açıcı bir rol oynadığı tahmin ediliyor.
Antonié Lumière sonrasında Lyon’da fotoğrafçılığa başlıyor ve çekimin yanında çok geçmeden fotoğraf malzemesi (fotoğraf kağıdı) üretmeye başlayarak kısa sürede işini büyütüyor. İki oğlu ve birkaç çalışanı ile beraber işlettiği atölyesi günde dört bin metre fotoğraf kağıdı üretebilecek duruma, bir fabrika haline geliyor.
Ancak baba Antoiné’ın fotoğrafçılıkta yaptıkları çocukları için yeterli değil. İki mühendis olan Lumière Kardeşler fotoğrafa dair uygulamalarının bilimsel yönüne daha çok ilgi duyuyor ve nihai hedef olarak da ‘hareketin’ fotoğrafını çekmeyi arzuluyorlardı!
Hareketin fotoğrafı…
Tek bir kare ile ifadesini bulmayacak bir arzudur söz konusu olan. Seri çekimleri birleştirerek hareketi görüntü aracılığı ile hızla, yeniden ve yeniden üretebilmek gereklidir ve bu, o döneme kadar başarılabilmiş bir şey değildi.
Çünkü hareketin fotoğrafını istemek, aslında fotoğrafın hareketlenmesini istemekti.
Fotoğrafın icadı bir devrimdir ve insanlık tarihindeki her devrimin şaşmaz kuralı işlemektedir: Ani ve çarpıcı bir ileri atılım, yarattığı ilk şoktan sonra zihinleri kendi dinamiklerine has bir adaptasyon ve motivasyon ile yoğurmaktadır. Bir sonraki adıma da, devrim olarak nitelendirilen o tetikleyici gelişmeyi ortaya çıkaran sürece nazaran daha hızlı taşımaktadır.
Bu nedenle 19. yüzyılın ikinci yarısında fotoğraf meraklıları ve bilim insanlarının arasında ‘hareketi kaydedebilme’ fikri açığa çıkmış ve bu fikrin mümkünlüğü Avrupa ve Amerika’da tartışılmaya başlanmış, bu hedef doğrultusunda çalışmalar yapılmıştır.
Amerikalı Mucit Edison, 1889 yılında Kinetograf adı verilen eski tip bir sinema kamerası için patent başvurusunda bulunmuştu.
Cihazın üstündeki bir gözetleme deliğinden filmler teker teker izlenebiliyordu. Ardışık görüntüler barındıran film şeridini, bir ışık kaynağı üzerinden geçirerek hareket yanılsaması yaratıyordu.
Kinetoskop tam anlamıyla bir film projektörü değildi fakat zaman içinde tüm sinematik projeksiyon aletlerinin temelini oluşturacak bir mantığa sahipti.
Babaları Antonié Lumière Paris’e yaptığı bir iş gezisi sırasında, altı bin franga bir kinetoskop alarak Lyon’a getirir.
Kineteskop, tek kişilik bir sinema olarak da ele alınabilir. Zira büyük bir kutunun içinde, bir lambanın ışığında oynayan 35mm’lik kısa filmleri, seyirci kutunun üstündeki mercekli bir bakaçtan izler.
Louis Lumière, büyülenmiştir. Kinetoskoptaki görüntüyü, yüzlerce kez büyüterek bir perdeye yansıtabilmenin arayışına o günden sonra girmiştir.
Auguste Lumière kineteskopun hayatlarında açtığı çığırı anılarında şu şekilde anlatıyor:
“Edison’ın kinetoskopu, bizi kalabalık bir salondaki seyircilere, hareket eden insanları, nesneleri bir perde üzerinde, gerçeğe uygun bir biçimde gösterebilme düşüncesine yöneltti.
1894 yılı sonuna doğru bir sabah kardeşimin odasına gittiğimde, bana rahatsızlandığı için gece uyuyamadığını ve düşündüklerimizi gerçekleştirebilecek bir düzenek tasarladığını söyledi.
Görüntü içeren film, kenarlarına açılacak deliklere sırayla girecek tırnaklar aracılığıyla, dikiş makinesindeki yönteme benzer bir biçimde yukarıdan aşağıya
doğru hareket ettirilecekti. Kardeşim bir gecede sinematografı bulmuştu.”
Rekin Teksoy Sinema Tarihi eserinde peşi sıra gelişen süreci şöyle ifade ediyor:
“Auguste ve Louis’in adlarına ‘Cinématographe Lumiere’ olarak bir patent alındı. Bu ilk sinematograf, hem alıcı hem de gösterici işlevi görüyordu. Alıcının çektiği görüntülerin basımı da sinematografın içinde gerçekleşiyordu.
En önemlisi, görüntüleri gerçeğe en yakın bir biçimde perdeye yansıtabilmek için gerekli hız bulunmuştu. Lumiere Kardeşler’in ilk filmlerinde objektifin önünden saniyede 15 film görüntüsü geçiyordu. Oysa Edison dakikada 48 görüntülük bir hız uygulamıştı.
Sessiz sinema 1920-1922 yılına kadar saniyede 16 görüntü, daha sonra saniyede 18 görüntü kullanacaktı. Sesli sinemaya geçildiğinde, sesin de film üzerine işlenebilmesi için bu sayı saniyede 24 görüntüye yükseltilecekti.”
22 Mart 1895 tarihinde sinematografları ile çektikleri filmlerini Paris’te izleyiciye sundular. Film, Lumière fabrikasında çalışan işçilerin görüntülerinden oluşuyordu.
Sinema tarihinde ilk filmi sayılan “Arrival of a Train at La Ciotat ” (Trenin La Ciotat Garına Gelişi), 1895’te Lumière Kardeşler tarafından 55 saniye olarak kaydedilir.
28 Aralık 1895 tarihinde ise Paris’te Grand Cafe bodrumunda bulunan 120 kişilik bir salonda ilk sinema salonu açılarak, halka gösterim yapılır. Ücretli bu gösteriyi 25 kişi izler.
“Arrivee du Train en Gare de La Ciotat” (Trenin La Ciotat Garına Gelişi) büyük ilgi görmüştü. Bu gösterimde, üstlerine doğru gelen treni görünce izleyicilerin sandalyelerin altına saklanmaya ve salondan çıkmaya çalıştıkları söylenir.
1896 yılında Rus Çarı II. Nikola’yı halkı selamlama töreni esnasında çeker Lumière Kardeşler ve selamlama sırasında tribünün çöküşü de kaydedilmiştir. Polis daha sonra bu görüntülere el koyar ve sinema tarihindeki ilk sansür, sinematografın patentinin alınmasından bir yıl sonra gerçekleşmiş olur.
İstanbul’a da gelen Lumière Kardeşler, ‘Haliç’in Panoraması’, ‘Boğaziçi Kıyılarının Panoraması’, ‘Türk Topçusu’, ‘Türk Piyadesinin Geçit Töreni’ adlı filmler çekerler. Bu kayıtlar aynı zamanda döneme dair tarihi belge niteliği de taşır.
Durmak bilmeyen zihinlerinin insanlık tarihine armağan ettiği diğer bir buluşları renkli fotoğraf üretimine imkan sunan ve Autochrome adını verdikleri plakalardır.
Aslında Lumière Kardeşler 17 Aralık 1903’te ürettikleri teknik için patent başvurusunda bulunurlar.
Buluşlarının sırrı, ışığı yakalayan ve filtreleyen patates nişastasının kullanımında yatmaktadır.
Patent başvurusu, patentin alınışı ve plakalar için seri üretime geçilmesi yaklaşık dört yılı bulur ve Autochrome Lumière renkli fotoğraf plakaları 1907’de piyasaya sürülür.
Kapalı sinema salonları, ilk sinema gösterimi derken nerelere geldik. Sözkonusu ışığın ailesi Lumière’ler olunca anlatılacak, konuşulacak, yazılacak şey çok.
Adlarına açılmış bir enstitü olduğu bilgisi ile yazıyı bitirelim. Bir nevi sinema müzesi olan Lumière Enstitüsü, Lumière ailesinin Lyon’daki villalarının içinde yer alıyor. Ailenin fotoğrafçılık ve sinema tarihine kattıklarını üretip kullandıkları malzemeler ile yerinde görüp tavaf etmek mümkün.
Sinemaya gidemezken Lyon’a nasıl gidelim derseniz haklısınız.
Niyetin her şeyden önemli olduğu bir kültürün insanlarıyız biz. Ama bazı şeyler niyetten bağımsız olarak da yerini buluyor. Nasıl ki her elektrik düğmesine basışımızda bilerek veya bilmeyerek alternatif akımın mucidi Tesla’ya selam etmiş oluyorsak, renkli fotoğrafa her bakışımızda, izlediğimiz her filmde Lumière Kardeşler’e selam etmiş oluyoruz.
Filmlerce, renkli fotoğraflarca, ışıklarca…