Adnan Genç
Beyazıt hayatımda önemli yer tutar… Minnacık veletken, amcalarımın Beyaz Saray (Oteli) içinde bulunan büyük iş hanında küçük bir terzihaneleri vardı ve babam beni oralara hep götürürdü. Rize’den gelip bekâr odalarında kalarak; matbaacılık, terzicilik (mi acaba) ve hukuk okuyan bizimkileri takdir etmek gerek. Hem meslek sahibi olup, işlerini yaptılar hem de bu devasa gayya kuyusunda boğulmadan ayakta kaldılar… Lise yıllarımın tamamında okulu kırıp, kentin pek çok beldesini görmeye giderdim; Beyazıt Kulesi’ne çıkıp gözlem ile görevli itfaiye çalışanlarının, sattıkları çaydan alırken ödüm kopmuştu… Bir tanıdığa yakalanırsam, diye. Bu ‘yakalanma’ işi, bütün gençliğimde sürdü. Artık sarı basın kartım vardı ve PTT’nin bize yüzde 50 indirim yaptığını öğrendim. Bebek Santrali’ne gidip böyle böyle dedim ve sarı rehberler dahil hiçbir yerde görülmek istemiyorum, dedim. Yaptık bile dedi memure hanım. İnanan kim? Eve gittim ve santralin santralini aradım ve ahizeye mendil koyarak, sesimi de ‘tanımayacakları biçime’ değiştirip, ‘Adnan Genç’in telefon numarasını alabilir miyim?’ dedim. Verdiler ve aklım çıktı, Ümraniye’de bir oto yedek parçacısı biri çıktı. Yıllar sonra gittim, adamı “Adaş, böyleden böyle; ayağını denk al, yakalanma” dedim ve adamın ödünü koparttım…
Gelelim Beyazıt’a… Matbaacılık okuyan amcamın kitap merakı yüzünden bu bölgede çok gezinmiş ve kitap toplamışımdır. Her türlü harçlığımı gider kitapçılara verirdim… Mahmut Amcam sonradan belediye zabıtası oldu ve 10 bin kadarını AKM arkasındaki Atatürk Kitaplığı’na bağışladı ve adı da Vehbi Koç’tan sonra ikinci sıraya yazıldı. Sahaflar en favori gezinti noktalarımdan ama benim zamanımda gerçekten sahaftılar. Ne ders kitapları ne de güncel kitaplar vardı ve fazla bir şey anlamıyordum. Sadece kapağı ilgimi çekenleri alıyordum. Yazarları yavaş yavaş tanıyordum. Sonra camiin duvarlarındaki bir çıkıntıda (ve gölgede) kitaplarıma bakardım… Bir çay içimlik param kalmazdı ve yürüyerek, Fatih’e dönerdim. İlk gençlik günlerinin en yakın mesafesi sayılabilir… Beyazıt’ta Millet Kütüphanesi de meydana hâkim yapılardan biridir ve kocaman bir kitaplıktır. Pek çok kez abonelik sistemiyle içinden ve duvar çevresine yayılmış ikinci el kitapçılardan az kitap edinmemişimdir…
Bir de içinde dikine bir taş blok üzerinde bir koca mıh bulunur; bir güneş saati yani. İki arkadaş gittik; konuya ilişkin binaları gezip fotoğraflıyor ve yazısını yazacağız… Müdire hanım izin vermedi ve bakanlıktan yazılı kâğıt almalısınız, dedi. Dedi ama koridorun öte ucunda bizim Ahmet Eken dostuma, dedi. O ara ben zaten fotoğrafını çekmiştim ve çıkarken de bunu söyledik… Gereksiz bürokrasi… Üniversite binası ve babamın okuduğu Hukuk Fakültesi. Hem de hocaları Sıddık Sami Onar, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ve Alman hocalar… Ama lisedeyken bile bana sadece akademisyenlerin girip çıktığı bir yer gibi gelirdi. Buranın bir üniversite binası olduğunu iki feci olay üzerine öğrenmiştim ve kalbime kazınmıştı. Biri komik doğrusu… 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi Merkez Binası’ndan toplu halde çıkan öğrencilerin üzerine atılan bomba ve ardından gerçekleşen silahlı saldırı sonucunda 7 öğrencinin ölümünün onlarcasının da yaralanmasının üzerinden 42 yıl geçti.
16 Mart 1978 günü İstanbul Üniversitesi’nden öğle üzeri saat 13.20 sularında saldırı tehdidine karşı toplu çıkış yapan Hukuk ve İktisat Fakültesi öğrencilerinin üzerine Beyazıt yönünde koşan daha sonra adının Zülküf İsot olduğu öğrenilen kişi “Kahrolsun komünistler” diye bağırarak bomba attı. Patlayan bombanın hemen ardından da öğrencilerin üzerine yaylım ateşi açıldı. O gün üniversite kapısında 5 devrimci öğrenci yaşamını yitirirken, daha sonraki günlerde 2 öğrencinin daha hayatını kaybetmesi üzerine ölü sayısı 7’ye çıktı.
Yaşanan saldırıda Hatice Özen, Cemil Sönmez, Baki Ekiz, Turan Ören, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl ve Murat Kurt isimli öğrenciler hayatını kaybederken, 41 öğrenci de yaralandı. Öğrencilerin üniversiteyi işgal etmesi üzerine İstanbul Üniversite Senatosu, okulu süresiz kapattı.
Devrimci öğrencilere dönük saldırı geniş kesimlerin tepkisiyle karşılanırken, katliamda hayatını yitiren devrimcilerin cenazesi çok görkemli oldu, DİSK 2 gün süreyle 2 saat iş bırakarak ‘Faşizme İhtar’ eylemleri düzenledi.
Maçkalı olan Cemil Sönmez’le birlikte hem Beyoğlu’nda hem de Bayrampaşa Belediye Tiyatrosu’nda birlikte ve ayrı ayrı tiyatro yapmıştık… Diğeri ise biraz komik bir olay. Bu sefer kampüsün içindeyiz ve silahlar patlamış halde… Hukuk Fakültesi’ne giden bahçeli yolda insanlar kaçışıyor ve Ergin Konuksever ağabeyimizin çektiği bir fotoğrafta uçuşan kurşunlar için şemsiyesini açan bir yurttaş görülüyordu… Trajikomik bir durum. Milliyet’te kapak yapmıştık bu fotoğrafı…
Galiba, Beyazıt’taki önemli ve tarihi yapılar kadar meydanının da ana figür olmasından söz etmeliyim. Çünkü ben bile kendi öznel tarihimde, pek çok değişikliğe tanık olmuşumdur. Sanırım belediye başkanı olmaklığın şanından olsa gerek; her gelen ilk önce şuraya bir kuş konduralım diye, işe başlıyor. Ne de olsa, kentin en görünen noktalarından. Bu beldede görünmeyen noktalar da çoktur. Hem deniz tarafındaki; Kumkapı, Gedikpaşa ve Kadırga semtleri bulunur. Buralarda onlarca kafe, çınaraltı, çay ocağı ve kültür merkezi lokali bulursunuz… Oturur ve patırtı duymadan kitabınızı okursunuz…
Beyazıt Meydanı en çok neye benzer…
Birkaç turistik site ve resmi sayfalardan yararlanacağım ama denk gelen yerde araya da gireceğim: Osmanlı döneminden günümüze kadar Beyazıt Meydanı, hem birçok ‘estetik operasyon’ geçirmiş hem de her zaman canlı ve işlek bir alan olma özelliğini korumuştur.Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u 1453 yılında fethettikten sonra, kentte merkezi bir yer olarak gördüğü bugünkü üniversite binasının bulunduğu alana bir saray yapılmasını istemiş, 1454 yılında tamamlanan bu saraya yerleşmişti. Çevresi iki kademeli surla çevrilen, bu nedenle kimi kaynaklarda ‘Kale’ olarak anılan bu sarayda Fatih, 1478 yılına kadar kaldı. Topkapı Sarayı’nın bitirilmesinden sonra padişahlar yaşantılarını burada sürdürdüğünden, Beyazıt’taki yapıya ‘Eski Saray’ adı verildi, kalıntıları daha sonra Harbiye Nezareti binasının yapımında kullanıldı. Fatih’ten sonra tahta çıkan II. Bayezid, külliyesini (cami, medrese, kervansaray, imarethane) saraya yakın olması düşüncesiyle burada yaptırınca, meydan büyük bir canlılık kazandı. Fatih, Aksaray, Süleymaniye, Kapalıçarşı ve Kumkapı gibi kentin çeşitli kesimlerinden gelen yolların birleşme noktasında bulunması, meydanın canlılığını büsbütün artırıyordu. İşine gücüne yürüyerek gidip gelen halk meydandan geçiyor, kimi alışverişlerini buradan, cami duvarının önündeki beyaz gölgelikler altında satış yapan esnaftan karşılıyordu. Harbiye ve Maliye bakanlıklarının burada yer alması da canlılığı artıran bir başka unsur olmaktaydı.
Kurban Pazarı
Kurban Bayramı öncesinde meydan daha da hareketlenmekteydi. Bunun nedeni, Şehremaneti’nin (belediye), kentin en merkezi yeri olduğu gerekçesiyle, kurban satışları için, satıcılara bu alanı tahsis etmesiydi. Bayram öncesi Anadolu’nun dört bir yanından getirilen kurbanlıklar, burada alıcının beğenisine sunuluyor, alınan kurbanlar hamalın sırtına verilerek eve götürülüyordu. Bu yüzden meydan, ‘Kurban Pazarı’ olarak da adlandırılmaktaydı. Meydan, Ramazan öncesi de hareketleniyor, Bayezid Camii avlusunda açılan ‘Ramazan Sergisi’ büyük bir izdiham kaynağı oluyordu. Bu sergide, yiyecekten giyim eşyasına kadar, her şey satılmaktaydı. Böylesine işlek, böylesine canlı olan bir meydanda, seyyar satıcıların giderek çoğalması, kaçınılmazdı. Ancak denetimsizlik nedeniyle, bu kez seyyarların yanı sıra, Bayezid Camii’nin dış cephesine, satıcılar barakalar kondurmaya başladılar. Bu barakalarda da berberinden kitapçısına kadar, farklı meslek gruplarından esnaf, müşteri beklemekteydi. Beyazıt Meydanı bir açık hava pazarına dönüşmüş durumdaydı. Tıpkı zamanımızda, özellikle cumartesi ve pazar günleri olduğu gibi…
II. Abdülhamit’in Girişimi
Yıllarca kendi kaderine terkedilen Beyazıt Meydanı’nda ilk düzenleme, 1867-1870 yılları arasında yapıldı; ama bu yeterli değildi. Barakalara, satıcılara dokunulmamış, sadece Taç Kapı (Harbiye Nezareti girişi) önünde büyük bir açıklık oluşturulmuş, bu açıklığın ağaçlandırılmasına geçilmişti.
Meydanı düzenlemek, estetik açıdan güzel bir görünüm vermek için, ilk ciddi girişim Sultan II. Abdülhamid tarafından yapıldı. II. Abdülhamid, Paris Büyükelçisi Salih Münir Paşa’dan, Fransız mimar Joseph Antoine Bouvard’a meydanla ilgili bir proje hazırlatmasını istedi. Bouvard, işlerinin çokluğu nedeniyle Paris’ten ayrılamayacağını bildirince, meydanın fotoğrafları çekilerek kendisine ulaştırıldı.
Proje Rafa Kaldırıldı
Bouvard’ın 1902 yılında saraya sunduğu projeyle, meydan çok değişik bir görünüm kazanıyordu. Bouvard, meydanın alanını genişletiyor, Harbiye Nezareti’nin bulunduğu yere büyük bir belediye sarayının yapılmasını öngörüyordu. Yine projeye göre, meydanın batısındaki Sultan Bayezid Medresesi yıkılacak, yerine Devlet Kütüphanesi ile Sanayi ve Ziraat Müzesi olarak kullanılacak iki ikiz bina inşa edilecekti.
Bu binaların önündeki alanlar ise ağaçlandırılacaktı.
Ancak Fransız mimarın bu planı uygulanamadı. Bunun nedenlerinin başında, ‘arazinin eğiminin dikkate alınmaması’ geliyordu. Bunun yanı sıra projenin çok geniş çapta istimlake gerek göstermesi, yıkılacak mekânlar arasında, Sultan Bayezid’in türbesi, medrese ve Kapalıçarşı’nın bir bölümü ve benzeri ata yadigarı eserlerin yer alması gibi nedenler, uygulanmasını önledi; bu proje rafa kaldırıldı.
Havuzlu Meydan
Yıllarca ilgisizliğin bir simgesi olarak kalan Beyazıt Meydanı’nın kaderi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte değişti. Vali ve Şehremini (Belediye Başkanı) Ali Haydar Bey, kentin çözüm bekleyen sorunlarına el atarken, meydanda, çevredeki tarihi eserleri tüm güzelliğiyle ortaya çıkaracak bir düzenlemeye gidilmesi kararlaştırılmış, bu amaçla çalışmalara başlanmıştı. Mimar Asım Kömürcüoğlu’nun gerçekleştirdiği projeye göre, bugünkü Üniversite kapısının önüne büyük bir havuz yapılıyordu.
O yıllarda Vali ve Belediye başkanlarının icraatını yakından izleyen gazeteler bu haberi, ‘Vali Haydar Bey, Beyazıt Meydanı’nda küçük bir Marmara inşa eyliyor’ başlığı altında verdiler. Daha havuz yapılmadan eleştiriler başlanmıştı bile… Vali Ali Haydar Bey ise eleştirileri şöyle cevaplandırıyordu: “Meydanın üst kısmı denizden 60, alt kısmı ise 53 metre yüksekliktedir. Bu eğimi tatlı bir şekle sokmak için havuzu yaptım. Şehrin bir ziynet kazanması kötü mü?”.. Beyazıt Meydanı’na havuz yapıldıktan sonra Çarşıkapı yönünden gelen tramvay ve otobüsler, havuzun çevresinde tur atarlardı.
Havuz Tamamlanıyor
Eleştiriler sürüp giderken meydanın yapımı tamamlandı. Yeni görünüm kimilerine göre bir tabloyu andırıyordu. Taç Kapı’nın önünde eliptik planlı, çift fıskiyeli bir havuz yapılmış, havuzun çevresi çiçek tarhlarıyla süslenmişti. Yapılan düzenlemeyle, Divanyolu’ndan gelen tramvay ve diğer araçlar havuzun çevresinde bir dönüş yaptıktan sonra Aksaray yönüne devam ediyorlardı. Düzenleme Taç Kapı’yı tüm ihtişamıyla ortaya çıkarmış, ama diğer tarihi eserleri ‘gölgede’ bırakmıştı. Meydanı bu şekliyle beğenenler de oldu, beğenmeyenler de…
1957-58 yıllarındaki imar faaliyeti sırasında, Beyazıt Meydanı’nın alacağı biçim, Karayolları ile Belediye arasında yoğun çekişmelere yol açmıştı.
İstimlak Günleri
İstanbul, 1957 yılında görülmemiş bir imar faaliyetine tanık oluyordu. Trafiği rahatlatmak, ulaşımı kolaylaştırmak amacıyla yeni ve geniş yollar açmak için büyük çapta istimlaklere gidiliyor, kentin yüzü değişiyordu. Beyazıt Meydanı da bu değişimden nasibini aldı.
Belediyenin yüksek mimar Profesör Sedat Hakkı Eldem’e danışılarak hazırlattığı yeni proje uygulamaya konuldu. Önce havuz doldurularak ortadan kaldırıldı. Aksaray’dan gelen ve Millet Caddesi’nin devamı olan Ordu Caddesi, Beyazıt’ta Marmara Sineması’nın önünde 3,5 metre indirildi. Belediye Kütüphanesi’ne kadar olan kısım aynı seviyeyi aldı. Bu kısmın indirilmesiyle Ordu Caddesi’yle Yeniçeriler Caddesi aynı seviyeye gelmiş bulunuyordu. Burada yapılan kazı nedeniyle, Beyazıt Kütüphanesi yukarıda kaldığından, meydanla kütüphane arasında, kademeli iki set yapılması uygun görülmüştü. Bunun yanı sıra üniversitenin önündeki alan da indirilmiş, Dişçi Okulu yönünden gelen Bakırcılar Caddesi kotuna göre düzeltilmişti. Meydandan çok, çeşitli semtlerden gelen yolların kavşak noktasına dönüşen bu görünüm, şehircilik uzmanlarının tepkisiyle karşılandı.
Bahri Haydar
22 Eylül 1957’de Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan ‘Bahri Haydar’ adlı yazısında Burhan Arpad, İstanbul’un ‘istimlak günleri’nde kim vurduya giden nice anıtsal değerin yanında yer alan bir ‘talihsiz’ havuzdan da söz eder:
“İstanbul, havuzsuz şehirdir. Belki de bir kıyı şehri olduğundan, başka büyük şehir insanlarının pek hoşlandığı havuzlar ve fıskiyeler görülmez İstanbul’da.
Havuzsuz İstanbul’un ilk büyük havuzunu bundan otuz yıl önce yaptırtmış olan ‘Şehremini Haydar Bey’ o tarihte epeyi yadırganmıştı. İstanbul gazeteleri önemli konulara el uzatmamaktan olacak, bu ilk ve son büyük havuzu, yıllarca kalemden ve karikatür çizgisinden eksik etmediler. Beyazıt havuzuna ‘Bahri Haydar’ adı uygun görüldü.”
Sonrasını ise şöyle dillendirir Burhan Arpad:
“Fakat sonra Beyazıt havuzunun yapılması bitti ve bembeyaz mermerden fıskiyeleri sıcak akşamlarda mis gibi çimen kokuları ile karışık ‘ serinlikler saçmaya başladı. Havuzu çevreleyen kanepelere oturan insanlar birer sigara tellendirip yorgunluk çıkardı. İstanbul insanlarının hikayecisi Sait Faik Abasıyanık’ın kişileri bile, Beyazıt havuzu çevresindeki kanepelere yan gelip türlü hayaller kurdular. Beyazıt havuzunun fıskiyeleri bayram ve şenlik geceleri renk renk akıp dar gelirli on binlerce İstanbullunun bunaltıcı dünyasına birer damla da olsa yaşama gücü serpti. Otuz iki yıldır hiç kararmadan bembeyaz duran fıskiyeler, şimdi toz toprak içinde yerlerde sürünüyor. İstanbul’un her yönden her zaman kopan esintileri ile sık sık ürperen tertemiz sular, bataklık oldu. Beyazıt camisinin minareleri ve üniversite dış kapısının süslü görünüşü ile bağdaşıp çeyrek yüzyıl gönül ve göz okşayan çimenler, sardunyalar ve ortancalar, ayaklar altında.”
Hürriyet Meydanı
Meydan bir kez daha estetik ameliyat geçirmiş, bu arada adı da değiştirilerek ‘Hürriyet Meydanı’ olmuştu… Ancak bu isim halk arasında yaygınlık kazanmadı; ihtilal günlerinin heyecanı geçtikten sonra yine eski isme dönüldü. Ama her dönem, Beyazıt Meydanı farklı öyküler yaşadı.
Taç Kapı, Üniversite gençlerinin sınav heyecanlarından kaynaklanan elektriklenmelerin yüküyle yaşlanırken meydandaki her köşe, bir başka miting ya da gösterinin izlerini sırtlanmış gibidir. Yıllar boyu bu meydanı doldurmuş İstanbulluların, üniversite gençlerinin ‘Hatay bizim canımız / Feda olsun kanımız’, ‘Ya Taksim / Ya Ölüm’, ‘Olur mu böyle olur mu / Kardeş kardeşi vurur mu?’ nidaları, çevredeki ağaçların dallarında, Taç Kapı’da, Bayezid Camii’nin kubbelerinde donup kalmıştır adeta.
Patrona Halil Ayaklanması‘nın ilk adımı da burada atıldı; 31 Martçılar, Mahmud Şevket Paşa’yı vuranlar burada asıldı. Cumhuriyet’in ilanından sonra ise meydan, gençlik hareketlerinin ve halkın sık sık boy gösterdiği bir miting alanına dönüştü.
Yıkılış: Sultan Abdülaziz döneminde, o zamanki adı ‘kaime’ olan kağıt paralar, karşılığı bulunmadığından ve halk arasında alım gücü şüpheyle karşılandığından, altın karşısında sürekli değer kaybetmiş, daha sonra geçmez hale gelmişti. Tarihçi Cevdet Paşa’nın “Sokaklarda ekmek kapışmak gibi ihtilal alametleri belirdi’ sözleriyle anlattığı olay üzerine, hükümet İngiltere’den 8 milyon sterlin borç aldı ve bu parayla piyasadaki bütün kaimeler, değeri ödenerek toplandı. Toplanan değersiz paralar ise 13 Temmuz 1862–12 Eylül 1862 tarihleri arasında, Beyazıt Meydanı’nda halkın gözleri önünde yakılarak imha edildi.
Beyazıt Meydanı’nda asılanlardan biri de Sultan Abdülaziz’in kayınbiraderi Binbaşı Çerkeş Hasan’dı.
İdam Sehpaları: Osmanlı İmparatorluğu döneminde idam cezasına çarptırılan kimi siyasi suçluların cezası ‘İbret’ olması gerekçesiyle, açık alanda ve halkın gözleri önünde yapılmaktaydı. İdam hükümlerinin yerine getirildiği bölgelerden biri de Beyazıt Meydanı’ydı. Üstelik burada önceleri idam sehpası kurulmaz, mevcut ağaçlardan yararlanılırdı. İstanbul’u kan ve ateşe boğan 31 Mart Ayaklanması faillerinin bir bölümünün yaşamı burada son buldu. Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’ya suikast düzenleyerek öldüren kişiler de yine burada asıldı.
Bu arada sıradan gezi rehberlerinde ve yanlı(ş) tarih sitelerinde olmayan bir bilgiyi de buraya eklemek isterim: 5 Haziran 1915’de İstanbul Beyazıt meydanında asılan Ermeni Sosyalisti Paramaz (Madteos Sarkisyan) ve 19 yoldaşının trajik hikâyeleri, günümüzde de Ermeni toplumunun belleğinde silinmeden duruyor. Buna karşın, son yıllarda geçmişiyle yavaş da olsa yüzleşmeye başlayan Türkiye’de ise sol siyasi çevreler de dâhil olmak üzere 20’lerin davası pek de bilinmiyor. Oysa İstanbul Beyazıt Meydanı’nda Sosyal Demokrat Hıncak Partisi üyesi Paramaz (Madteos Sarkisyan) ve arkadaşlarının bu topraklarda yaşayan 1 milyona yakın Ermeni’nin sürgün edilmesinin başlangıcı sayılan 24 Nisan tutuklamalarından 3 hafta sonra hızlı bir yargılamayla infaz edilmeleri, ‘Büyük Felaket’in (Ermeni Soykırımının) işaret fişeği gibidir.
Miting Alanı: Cumhuriyetin ilanı ve bu bölgenin düzenlenmesinden sonra Beyazıt Meydanı bu kez ulusal bayramlarda geçit törenlerinin ve çeşitli konularda mitinglerin yapıldığı, toplumun kalbinin attığı bir yer haline dönüştü. Cumhuriyet’in ilanından sonra Beyazıt Meydanı’nda görülen ilk büyük toplumsal olay, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e yönelik İzmir Suikastı’nı lanetlemek için, 20 Haziran 1926’da yapılan gençlik mitingidir.
Türk kadınına milletvekili seçme ve seçilme hakkının tanınmasından sonra 7 Aralık 1934 günü meydan bir başka mitinge sahne oldu. ‘Ata’ya Teşekkür’ mitingine binlerce kadın katıldı. Türk gençliğinin ve halkın toplumsal davalarda sesini duyurduğu mitingler daha sonraki yıllarda da sürdü. 1936-1939 arasında, çeşitli tarihlerde yapılan ‘Hatay’ mitinglerini, 1945 yılında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak talebi üzerine bu ülkeyi protesto amacıyla yapılan gösteriler izledi.
28 Nisan Gösterileri: 28 Nisan 1960 günü, Demokrat Parti hükümetini protesto amacıyla yapılan gösteriler sırasında, meydanda ilk kan döküldü… Güvenlik güçleri göz yaşartıcı bomba ve silah kullanırken, öğrenciler ‘Kahrolsun diktatörler’ ve ‘Menderes istifa’ sloganlarını atarak güvenlik güçlerine taşlarla karşılık verdiler. Bu arada, üniversite yönetimi güvenlik güçlerinin üniversiteye izin almadan girmesine büyük tepki gösterdi. Güvenlik güçlerinin üniversiteden ayrılmasını isteyen rektör Sıddık Sami Onar tartaklanarak Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. Kısa sürede Beyazıt Meydanı’na yayılan çatışmalar sırasında kurşunlanan Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz yaşamını yitirdi.
Laleli’de kimler oturur?
Lalelim
Lalelide oturur
Laleli, lale kokar lalelimden
Laleliden
geçilir
LALELİMDEN GEÇİLMEZ!
Beyazıt’tan hiç ayrılmayacak büyük bir semtimiz de güzelim Laleli’dir… Fatih ilçesine bağlı Laleli semtinde bulunur. Laleli cami burada bulunan Külliyenin bir parçasıdır. Külliye; Cami, imaret, çeşme, sebil, muvakkithane, türbe, han, medrese, dükkânlar ve görevli konutlarından oluşur. Bu külliye son padişahlar tarafında yapılan son külliyedir. Bu nedenle önemli bir yere sahiptir.
İstanbul Laleli Camii
Cami 1760 yılında dönemin padişahı 3 Mustafa zamanında yapılmış 1763 yıllında ibadette açılmıştır. Caminin adı 3. Mustafa’nın velisi saydığı Laleli Baba’nın ismini bu ibadethaneye vermesinden gelir. Caminin mimarı Tahir Mehmet Ağa’dır. Ancak dönemin ünlü mimarı Hacı Ahmet Ağa’nın da etkisi bulunur.
Theodosius Zafer Takı’nın bulunduğu yere konan tabela (Fotoğraf: Abdullah Demir)
Beyazıt Tarihi Mekânlar
Fatih’in semtlerinden biri olan Beyazıt görülmeye değer tarihi yapılara ev sahipliği yapmaktadır.
Tarihi Yarımada‘nın en güzel semtlerinden biri olan Beyazıt görülmeye değer pek çok tarihi yapıya sahiptir.
İstanbul Beyazıt geziniz sırasında görmenizi önerdiğimiz yerler şöyle:
Beyazıt Kulesi: 1749 yılında, yangınları gözlemlemek ve haber vermek için inşa edilen Beyazıt Kulesi, İstanbul Üniversitesi merkez kampüsü bahçesinde yer almaktadır. Geçtiğimiz yıllarda restorasyon sürecini tamamlayan kule günümüzde meteoroloji durumunu bildirmek amacıyla kullanılmaktadır.
Beyazıt Hamamı: 15. yy’da inşa edilen Beyazıt Hamamı Hürrem Sultan tarafından yaptırılmıştır. Günümüzde İstanbul Üniversitesi’ne ait bir mekândır.
Bayezid Camii: Erken dönem Osmanlı mimarisinin eserlerinden biri olan Bayezid Camii semtin simgelerinden biridir. Cami Sultan II. Bayezid tarafından yaptırılmıştır.
Kapalıçarşı: Dünyanın en eski ve en büyük çarşısı olan Kapalı Çarşı‘nın bir kapısı da Beyazıt’ta yer almaktadır. Her yıl milyonlarca kişinin ziyaret ettiği Kapalı Çarşı’yı mutlaka görün. İster, Yemeniciler Kapı’dan girin ve kumaşçıların renkli tezgâhlarına bakının; isterseniz de Bakırcılar Kapı’dan girip deri ve bakır hediyelik eşya satıcılarını dolaşan. Bedesten’i mutlaka gezin… Pazarlık edip hediyelikler almayı da unutmayın, derim. Benim favorim fildişinden yapıldığı iddia edilen kapaklı minnacık küllüklerdi. Fildişi meselesinin zaten yanlış bir mesele olduğu ve gelenlerin de Singapur’dan buraya gelen tonla hediyelik arasında kemiksi ve plastik şeylerden yapılma olduğunu öğrenince, hediye işinden vazgeçtim. Yemeni aldım, pek rağmen görmedi. Kahve ısmarlıyorum artık…
Bizanslılar Zamanı Tarihi Yarımada
Tarihi Yarımada’da, ilk yerleşim yeri Yunanlılar tarafından İÖ 685 yılında kurulmuş ve buraya ‘Byzantion’ adı verilmiş. Tarih boyunca farklı uygarlıklarca değişik isimlerle anılmış olan Tarihi Yarımada, Osmanlı İmparatorluğu döneminde ise ilk olarak Dersaadet ve sonrasında da İstanbul olarak anılmıştır.
Divan Yolu ve Çemberlitaş
Günümüzde Sultanahmet Meydanı ile Beyazıt Meydanı arasındaki tramvay yolu olan Divan Yolu, zamanında Roma İmparatoru Konstantin zamanında açılmış, Osmanlı döneminde ise zaferle topraklara dönen Padişahların karşılandığı bir protokol yolu ve tören yolu olmuş. Günümüzde Divan Yolu, çok sayıda tarihi eser, turistik mağaza, cafe ve restoranıyla canlı bir konumda.
Sultanahmet ve Beyazıt’in orta yerinde bulunan Çemberlitaş semti de yine muhtelif tarihi eserleri ve meydanı ile görülmeye değer. Burada bulunan, eski zamanlarda, Konstantin Forumu’nun tam ortasında yer alan ve 1’inci Konstantin tarafından Roma’dan getirilen Çemberlitaş Sütunu, tarihi Çemberlitaş Hamamı, ünlü Fransız şair Pierre Loti’nin Evi ve Atik Ali Paşa Camii, Çemberlitaş’ta gezip görebileceğiniz diğer popüler yerlerden.
Beyazıt semti, tarihi eserleri ve İstanbul’da siyasi ve kültürel olayların merkezi konumunda olan Beyazıt Meydanı ile birlikte Sultanahmet’ten yukarıya doğru Divan Yolu’nun sona erdiği yerde bulunan ve yine turistlerin ve İstanbulluların sık ziyaret ettiği bir semt.
Beyazıt denilince tarihi eserler ve gezip görülecek yerler olarak ilk akla gelenler, İstanbul en popüler çarşılarından Kapalı Çarşı, İstanbul’un en eski Selatin (Padişahların kendi servetleriyle yaptırdıkları) camilerinden Beyazıt Camii, Nuruosmaniye Camii, bit pazarı ve kitap sevenler için popüler bir mekan olan tarihi Sahaflar Çarşısı, görkemli mimarisiyle göze çarpan İstanbul Üniversitesi ve eski zamanlarda yangın gözetleme kulesi olarak kullanılan tarihi Beyazıt Kulesi
Laleli ve Aksaray
Beyazıt’tan aşağıda doğru ilerlediğinizde Laleli ve Aksaray semtleri gelir. Çok sayıda turistik mağazaların, çoğunlukla Rus ve eski Doğu bloğu ülkelerine tekstil ürünleri satan dükkânların ve otellerin bulunduğu Laleli, aynı zamanda arka sokaklarında ucuz dükkânların, eğlence yerlerinin ve yabancı popülasyonunun da fazla olduğu bir semt. Ünlü Koska Helvacısı da burada. Laleli’de bulunan tarihi eserler arasında Laleli Camii, Büyük Taş Han, Bodrum Camii (eski Myrelaion Kilisesi), Valide Sultan Camii ve Murat Paşa Camii başta geliyor.
Laleli’den batıya aşağı doğru yer alan Aksaray, zamanında Bizanslıların Bovis Forum‘u olarak adlandırılmış meydan. Aksaray, adını ise Sultan III. Mehmed’in veziri İshak Paşa’dan almış. 15’inci yüzyılda buraya Anadolu’dan büyük bir popülasyon yerleştirilmiş. Günümüzde ise Aksaray, bir nevi İstanbul’un ulaşım ağının, otellerin ve çok sayıda tarihi ve lezzetli esnaf restoranların bulunduğu merkezlerden birisi konumunda. Aksaray tramvay durağının hemen yanıbaşında yer alan tarihi Sofular Hamamı ise bölgenin popüler yerlerinden.
Süleymaniye Camii ve çevresi
Kanuni Sultan Süleyman’ın onuruna Mimar Sinan tarafından 1550-1557 yılları arasında yapılan Süleymaniye Camii ve Süleymaniye Külliyesi, muhteşem mimarisi ve İstanbul’a hâkim konumu ile ziyaretçileri büyülüyor. Külliye’de cami, medreseler, darüşşifa, darülhadis, çeşme, darülkurra, darüzziyafe, imaret, hamam, tabhane, kütüphane ve çeşitli dükkânlar bulunuyor. Ayrıca Kanuni Sultan Süleyman, hanımı Roxelana ve Mimar Sinan’ın türbeleri de burada bulunuyor.
Bölgede gezip görülebilecek diğer yerler arasında öne çıkanlar; Mimari Sinan Türbesi’nin yanıbaşında yer alan, Haliç ve Boğaz manzaralı Botanik Bahçeleri, Osmanlı döneminde yoksullar için aşevi olarak kullanılan İmaret binası, Burmalı Camii, Kanuni Sultan Süleyman’ın çok sevdiği oğlu Şehzade Mehmet adına Mimar Sinan tarafından yapılan Şehzade Camii, 12’nci yy. Bizans kilisesi olup sonrasında camiye çevrilen Kalenderhane Camii, Damat İbrahim Paşa Medresesi ve Süleymaniye Hamamı ile bölgedeki ahşap evler ve konaklar.
Süleymani’nin hemen karşısında ve köşe başındaki kurufasulyeciyi yazmazsam, hoca arkadaşlarım ve öğrenci kardeşlerimden çok eleştiri alırım. Doğu Karadeniz bölgesi ve İspir ürünü olan ‘bomba fasulye’den yapılan bu yemek herkesin gözdesidir… Ve tabii yanında ızgara köfte… Az ilerisinde bir de Malatyalıların işlettiği bir lokanta vardı. Aynı zamanda otobüs bileti de satarlardı bölgeye. Bir gün biraz acıdır yemekleri dediler ama niyeyse bilerek acı yemeyen ben de yanlarında gittim, lokantaya. Ezo gelin çorbasından bir kaşık alıyorsunuz ve gözlerinizden dışarı fışkırıyor. Türlü yemeği istediğim, bir karazehir deposu… Yahu sıvı bir şey içeyim, dedim. Kapı girişinde kocaman bir fıçıda ayran vardı. İstedim. Geldi ama bardağa bırakılmış bir yeşil acı biberle. Meğer fıçının içi de üç kilo acı biberle doluymuş. O günü atlatayım diye, bir fırın dolusu ekmek yemiştim. Balık eti olmamın sebebi o gündür… Bu bölge için; hatta, Fatih, Aksaray ve Eminönü için bir diyeceğim de şudur Mutlaka ama mutlaka yürüyerek gezinin, her sokağına girip çıkın. Mutlaka oturup kalkacak, ilgiyle bakınacağınız el işçili atölyelerini görürsünüz… Haa sanırım, Türkçeniz yetmeyebilir bölgede. Az Arapça bilirseniz, el üstünde tutulursunuz.
Arap kökenli girişimcilerin buraları tamamiyle ele geçirdiğini belirttikten sonra, şunu da eklemeliyim. Burası turistik bir bölge ve küçük (kazıkçı) mağazalar kadar, gerçek işletmecileriyle otelciler de var ve umarım el değiştirmezler. Çünkü bölgenin zengin yer altı dokusunu iki otelin altında görmeniz mümkün. İki sevgili dostumun sahibi olduğu Eresin Sultanahmet (Müberra Eresin) ve Beyazıt’taki Antik Otel (Abdullah Demir), Bizans kalıntılarının üzerine otellerini yaptılar ve alt katlarındaki zenginlikleri kamuya açtılar. Müze gezer gibi gezme olanağınız var… Minnettarız kendilerine…
Yarın da Bakırköy’ü yazalım ve bu dizi tamamiyle bittiğin korona ve yaz mevsiminden salimen çıkarsak (bizler ve yayıncılık dünyası) bu işleri kitap yaparız. Belki kitapta belki de buradan başlayarak şöyle yazılar da kaleme almak istiyorum: Mezarlıklar, Galata Köprüsü, Meydanlar, Kuleler, Erguvan Mevsimi, oyalı da mendilim… Bilemiyorum artık… Akıl vermenize sevinirim…