Adnan Genç
Bence Prens Adaları adını verdiğimiz yerleşim yerleri, güzelim İstanbul’un; bu kadim kent kadar güzel ve değerli inci taneleridir…
Bostancı sahilinin 500 metre kadar açıklarındaki batık adamız Vorondosi’den başlayalım saymaya: ‘Marmara Denizi’nde, Bostancı’dan Kartal’a kadar uzanan kıyının karşısında halen 9 ada bulunur. Bunlar Kınalıada, Burgazada, Kaşıkadası, Heybeliada, Büyükada, Tavşanadası ve Sedefadası ile daha açıktaki Sivriada (Hayırsızada) ve Yassıada’dır. Adalar, yüzyıllar boyunca “Papaz Adaları”, “Ruh Adaları”, “Bahtiyar Adaları”, “Kızıl Adalar” gibi çeşitli adlarla adlandırılmıştır. “Papadonosia” ya da “Keşiş Adaları” denmesinin nedeni, Patrikhane’nin tehlikeli gördüğü bir Keşiş veya Papaz ortaya çıktığında, onu bu adalara sürgüne göndermesiymiş. Tabii sadece Papaz ve Keşişler değil sürgüne gönderilen… Roma (Bizans) döneminde Saray’ın uygun görmediği Prens ve Prensesler de bu adalara sürgüne gönderilirmiş. Bu adalara “Prens Adaları” denmesinin nedeni de bu olsa gerek!..’
- Eskiden Büyükada, Prinkipo (Pityoussa);
- Heybeliada, Halkis (Halki, Khalkitis);
- Burgazada, Antigone (Antigoni, Panarmos);
- Kınalıada, Proto (Proti);
- Kaşıkadası, Pita;
- Sedefadası, Terevinthos;
- Tavşanadası, Neandros;
- Yassıada, Plati (Plate);
- Sivriada, Oksiya (Oxya) adıyla anılırmış.
Bu alıntıyı (kalyeta.com) sitesinden yaptım… İyi bir çalışma yapmışlar ama; açıkçası, bunların hepsini ben de biliyorum ve galiba gene hepsini, Adalar Belediyesi’nde Başkan Danışmanı olarak çalıştığım sırada, belediyenin Horoz Reis isimli teknesiyle hep gezmişizdir. Kimi zaman kültür bakanları ve İBB yetkilileriyle de olmuştur, bu geziler… Zaten, ayıptır söylemesi Yassıada’nın bugünkü iğdiş edilmiş hali o gezilerin eseridir, ne yazık ki… Bizim niyetimiz iskele, mahkemelerin yapıldığı spor salonu ve birkaç yapı ile oralara giden yolların ihyasını sağlamaktı…
Bir yaz boyu çalıştım Adalar’da ve kimi geceleri de konakladım; fayton geçişleri, atların nal takırtısı bir tür Ada müziğidir bence… Turizm Danışmanlığım sırasında İBB gönüllüsü olarak da oraları gezip, at ahırlarının ıslahı için Orman Bakanlığı’ndan 400 bin lira para çıkartmış ve bütün bölgeyi tertemiz yapmıştık. Ne bilelim, İSPARK girişlere turnike koyup, atları Akbil basmaya zorlayacak… Neyse, Büyükada’nın hemen arkasında bulunan Sedef Adası (Hatta, Batılılar gibi söyleyeyim güney batı yönündeki Sedef Adası); pek az konutun ve insanın yaşadığı bir yerdir. Kış nüfusu 2 bekçi ve 2 de bahçevan olabilir… Çoğunu biliyor olmama karşın daha formel bir halde yayımlayalım, istiyorum. 11 yıl öncesinin Sabah gazetesindeki bir röportajdan alıntılıyoruz:
‘İstanbul’un simgesi gibi sıralanan Prens Adaları’nın en küçüğü, en zarifidir o. (Kadıköy’den gelirken) Sırasıyla Kınalı, Burgaz, Heybeli, Büyükada uzanır, en sonunda da onu görürüz. Gündüzleri uzaktan bakıldığında sahilde hiç bina görülmediği için bilmeyenlere ıssız bile gelebilir. Ama güneş batıp, hava karardıktan sonra bir bir ışıkları görülmeye başlar, boş olmadığını anlarsınız. Üstelik bir de dolunay zamanıysa, o zarif, kalemle çizilmiş gibi düzenli ada, iyice gizemli bir hale dönüşür. Akşam belli bir saatten sonra da neredeyse karayla tüm bağı kesilir. Hep merak edilmiştir: Kimler yaşar? Nasıl bir düzen vardır orada? Neden oraya yerleşmek, diğer adalara olduğu kadar kolay değildir? Sabah plajına gelenler, neden güneş batmadan adadan ayrılmak zorundadır?
Sedef Adası’nın ‘özel’ bir ada konumunda olmasının tarihsel bir nedeni var. Bizans döneminde sürgün yeri olarak kullanılır, Osmanlı’da da ilgi görmez. Kaynaklara göre Sultan Abdülmecid, adayı 1850’de damadı Fethi Ahmet Paşa’ya hediye eder. Fethi Ahmet Paşa’nın soyundan Şehsuvar Menemencioğlu ve kardeşi Reyan Şehsuvaroğlu, 1956’dan itibaren adayı ağaçlandırıp yaşanılır hale getirir. Adanın ilk sakinleri, Şehsuvar Bey’in yakınları ve üniversiteden sınıf arkadaşlarıdır. Birkaç ev derken, 1960’tan sonra evlerin sayısı artar. Şehsuvar Bey’in 1986’da vefatından sonra da adanın sahipleri, Reyan Şehsuvaroğlu’nun çocukları Esra Bereket ile kardeşi Mehmet Birgen olur. İngiltere’de yaşayan ama her yaz adaya gelen Esra Hanım’ın yıllar önce evinde verdiği partiye katılan ünlüler arasında Bo Derek, Ursula Andress, Sean Connery de vardır.
Ev almak kolay değil
Bostancı’dan kalkan, Heybeliada ile Büyükada’ya da uğradıktan sonra Sedef’e de gidecek ilk vapur olan saat 10.20 vapuruna, sanki Robinson’la tanışacakmış gibi heyecanla bindik. Heybeli ve Büyükada’dan sonra vapurda kalan 10-15 kişiyle bir saat sonra Sedef’teydik.
İskeledeki kulübesinde diğer adalarda olduğu gibi adı yazmıyor. Sadece sol tarafta, kayaların üstünde ‘Port Sedef’ yazılı bir tabela var. İskeledeki merdivenlerden çıkarken bir görevli tek tek yolcuları kontrol ediyor. Sonra bir film platosu kadar düzenli, temiz, selviler ve zakkumlarla çevrili küçük bir meydana çıkıyorsunuz. Özellikle selviler, üzerinde durulmayacak gibi değil; adanın neredeyse tüm dokusunu yansıtan bir figür.
Meydanın tam karşısında, ağaçların arasından ‘bakkal’ yazısı okunuyor. Adanın yegâne bakkalı olduğuna dikkat çekelim. Sağ taraftan, adanın tek halk plajı ve gazinosuna doğru bir yol uzanıyor. Meydanın solundan da adanın yine tek lokantası olan Port Resort’a gidiliyor.
Ada sakinlerinin evlerinin olduğu özel bölüme geçmek yasak. Girebilmek için ya eviniz olmalı ya da misafir olmalısınız. O tarafa yöneldiğinizde, ‘özel bölüm, izinsiz girilmez’ yazan tabelanın önünde hemen bir görevli yanınıza yaklaşıp, kime geldiğinizi soruyor. Öyle sadece ismini söylemeniz de yeterli değil, soyadını bilmeli, hangi yolda, kaç numaralı evde oturduğunu da söylemelisiniz. Adada yaklaşık 100 ev var. Susuz, ağaçsız, ulaşımı zor, ‘cefalı’ denilen yıllarından sadece bir iki aile kalmış. İlk sakinleri, birer birer hayattan ayrılırken evleri çocuklarına kalmış. Onlar arasından da yurtdışına gidip dönmeyenler, evlerini satanlar olmuş. Sezonluk kiralanan ev sayısı çok az. Ama eğer ada hayatını sevdiğiniz için hayal ettiğiniz yazlık evi almayı düşünüyorsanız sakın o kadar kolay zannetmeyin. Önce ada sakinlerinin sizin orada yaşamaya uygun olduğunuza emin olması gerekiyor. Sonra da cebinizde en az 500 bin dolarınızın olması…
Kuş sesinden başka ses yok
Sedef Adası Derneği’nin yönetimi, adada yaşayanların hayatını kolaylaştırmak
için her şeyi düşünmüş. Adada güvenlik, temizlik, taşıma, düzen onların
sorumluluğunda. Her evden belli bir aidat toplanıyor ve bu hizmetler için
kullanılıyor. Görünen o ki her şey ince ince planlanmış ve saat gibi işliyor.
Ada sakinleri daha motordan iskeleye adımını atar atmaz karşılanıyor, küçük bir
araca bindirilip evlerine kadar bırakılıyorlar. Ayrıca her gün evlere
uğranılıp, ihtiyaçları sorularak ada bakkalından temin ediliyor. Adanın
itfaiyesi ve sağlık ocağı da dernek tarafından temin edilmiş. Sedef Adası’nı
diğer adalardan ayıran en önemli özelliklerinden biri de fayton olmaması. Her
evde bisiklet var. Bir de derneğin yönetimindeki akülü, küçük bir araç. Bütün
taşımacılık onunla yapılıyor.
Evler, üst üste dört ayrı yolda sıralanıyor. Her yolun arasında çamlar, zakkumlar yükseldiği için evler birbirini çok fazla görmüyor. Çakıl ve Taşlık adında iki özel plajları var. Fayton olmadığı için de çam, lavanta ve biberiye kokularından başka bir koku yok. Sokaklarda kedi, köpek görmek mümkün değil. Çünkü dernek, evcil hayvana izin verse de kuş, kelebek, sincap ve kaplumbağa dışındaki sokak hayvanları diğer adalara götürülüyor. Evlerden ne bağırış ne çocuk çığlığı ne de kulak tırmalayan gürültüde müzik sesleri duyuluyor. Sanki herkes kendi huzuru kadar başkalarının huzurundan da sorumlu. Ya da İstanbul’da hasret kaldığımız bülbül seslerinden başka bir sese izin yok. Kısacası Sedef Adası, gerçekten doğayı ve huzuru sevenler için daha çok uzun yıllar korunacak gibi görünüyor…
Adanın ünlüleri
İdil Biret, Gündüz Vassaf, Orhan Pamuk, Bennu Gerede, Yahşi Baraz, Ayşegül Sarıca, Prof. Arif Esin, heykeltraş Zerrin Bölükbaşı ve Ressam Ercümend… Azıcık soluklanalım ve Vasiliki’den ‘Yarim İstanbul’u Mesken mi Tuttun’ şarkısını dinleyelim… Kalmuk; 50 küsur yıllık imarlı yerleşim tarihinde buralarda yaşamış ve/veya yaşayan isimler…’
Bilerek bu kadar ayrıntılı bir alıntı yaptım… Sedef Adası pek az bilinir… Ve neredeyse iyice özel bir ada olduğu için kimsenin aklına gelmez, hadi gidelim de ‘suya dalalım’, diye…
Belediyede çalışırken, Kadıköy’den binerdim… Liseli çocuklar, biz vapura binerken ‘Abi (Amca diyen hergeleler de oluyordu) burası Adalar mı?’. Ben de yok, Kadıköy yazıyor baksanıza derdim. Öyle kalabalık olurduk ki, bir babanın yamacında ancak giderdim. Kınalıada’ya gelince, ‘Hadi bakalım, adaya geldik’ deyince, vapurun yarısını inerdi… Korkardım batarız diye ve bu amme hizmetini gönüllü her seferinde yapardım. Keratalar öğrensinler biraz.. Akıllı başlı çocuklar olursa, beyinlerini düğümler, tonla bilgi yıkardım önlerine.. Hizmette sınır yok yani ama seçiciyimdir…
Yolculuğa Kadıköy’den başlayalım, sanki Sedef Adası kaçacak.. Ama biraz haklılar çünkü fay hattına en yakında onlar var… 15 km arkalarında ve muhtemelen bir o kadar derinde duruyor bela…
Hadi ‘Ada Sahilleri’ şarkısıyla başlayalım. Ritm saza vurulduk da ondan çalıyorum… Ada yolculuğunda, yani özellikle yazın sanki şartmış gibi on saniye sonra dümbelek çığırtkanları patlar ve arkasından da göbek atmalar başlar. Yahu bu kadar mı hazırsınız dansa, muhabbete. Ayıptır söylemesi zaten Düriyemin Güğümleri’nden öteye geçmeyen bir kültür alt yapısıyla yola çıkmışlardır… Kınalı’ya yaklaşınca indiririz onları… Ama biz de ineceğiz yahu… Bu adanın yolları hayli yokuşlu olduğu için güzelim faytonlar (inadına fayton övgüsü yapıyorum) olmaz; belediyenin minnacık bir minibüsü bedavasından yolcu taşır ve dolanır durur…. Haa ayıptır söylemesi bütün Adalar için ve kimi küçük turistik beldelerdeki ambulanslar için de şöyle bir dedikodu vardır: Bu kadar hastamız yok ama ambulanslar taksi gibi çalışıyor, galiba. Nereden bileceksin, dedikodu işte… Ada halkının en bilinen yanı İstanbul’un kadim topluluklarından Ermeni halkının ağırlıkla burada yaşamasıdır… Kimi yaz-kış oturur, kimileri de sadece yazları… Varlıkları, adanın her sokağına sinmiştir. Var olsunlar ve kültürümüzü zenginleştirmeyi sürdürsünler… Elbette azınlık grupların hepsi, bütün adalarda bulunur ve kendi kültürlerini olabildiğince yaşamaya ve yaşatmaya çalışır… Rumlar, Yahudiler, Süryani ve Ermeniler…
Burgazada’da bir de Cemevi vardır… Bütün adalarda yapacağınız en temel şey, bir biçimde yukarılara çıkıp yürüyerek aşağılara inmek ve adanın olağanüstü ve henüz bozulmamış olan mimarisini gıpta ile izlemek; fotoğraflayın veya çekin portatif iskemlenizi, başlayın resmetmeye… Haaa, elbette bisiklet kiralayıp oflaya puflaya tepelik bir sokaktan aşağı, kollarınızı ve ayaklarını iyice açıp kafayı gözü yarabilirsiniz de.. Yeter ki, ölmeyin… Kimse size ne yapıyorsun hemşerim demez; yeter ki, ada sakinlerinin bahçesinde piknik yapmaya kalkmayın ve çöpünüzü de ormana bırakmayın. Özel ekip var, fena sopa yersiniz söyleyeyim… Hatta, kıtlık çıkmış gibi oturduğunuz mahallelerden su falan taşımayın. Sessiz Belde olması gerekirken ne yazık ki, tonla market ve bir o kadar da kamu aracı da var…
Sevgili dostlar yazıları peş peşe yayımlayınca; hepsini oturup da bir ay içinde ferahfeza yazmak yerine günlük yazmaya çalışınca, yoruluyorum… Ve size bir çeşit koordinatları vereyim; sizler de, araştırın, bakının, yerlerini saptayın ve öyle gezinin. Yoksa örneğin buradaki pek çok kilise elbette ki faaldir ve ayinlerini izleyebilirsiniz. Hatta bazılarında klasik müzik konserleri bile yapılır.. Bunlara kadar detayla bir harita sunamam size. Meraklısı bulur… Fotoğrafevi’nin ortağı ve işletmeciyken, gezeceğimiz her yerin detaylı bilgisini yazar ve bir çıktı alıp, konuklara verirdim. Çok işe yarardı. Kendileri bizden sonra da oralara giderdi. Tabii abartıp, ben rehberim deyip, işyerindeki zevatı toplayıp gezdirenler de olurdu…
1852’den beri Şirket-i Hayriye vapurları düzenli sefer yapar ama, niyeyse şimdilerde Adalar’a mümkünse gitmek istemezler… Yani eski İBB zamanında, muhtemelen azınlıklara hizmet vermek istemezlerdi. Hatta yerli belediye bir caddede bir işlem yapacakken; burası büyükşehir ait deyip sabaha karşı onlarca zabıta ve polisler sokakları basarlardı… Neyse, küçük de olsa sıkça kalkan bir tekneyle Burgaz’a giderken, ‘Ada Sahillerinde Bekliyorum’ şarkısını dinleyebiliriz.
Ada kültüründen uzaklaşmamak lazım… Yani, ne bileyim Bob Marley falan şart değil. Havayı pekiştirelim… Kitap okumak isterseniz de epeyce ada kitabı vardır. Hem, Ada Vakfı’nın yaptığı yayınlar hem de yerlisinden kitaplar. Büyükadalı Fıstık Ahmet’in şahane kitapları ve güzel dostum Alberto Modiano’nun anıları…
Sahil bandı en küçük olan Burgaz’dayız… Burada fayton var ama yakın sokakları yürüyün hele.. Bakın solda koca gövdeli bir ağacın altında Cemevi var… Ya da biraz daha yukarılarda sokaklarının iki ucu iyice güvenlik altına alınmış, Yahudi çocukların üç katlı yazlık eğlence tesisleri… Bir keresinde girip, bir etkinliğe katılmıştım… Hahambaşı İsak Haleva pırıl pırıl bir konuşma yaptı. Sonrasında herkes tarafından hepsinin para babası sanılmasını tersyüz eden biri çıktı ve okul için para yardımı istedi… Günümüzü iyi bilen ve genetik olarak özgün bir zekâyı sahip olan hahambaşı, ‘Akşam Allah’a bir eposta atacağım. O bana, ben size’ deyip, sıyrılıverdi para ödemekten… Azınlık (ki, bu cemaat kendini ‘resmen’ azınlık saymaz) topluluklarının Ramazan aylarında iftar vermesine hep şaşırmışımdır ama içlerinde yaşadıkça, korkuyu ve çekinceyi anlarsınız… Sokakta iki araba toslaşsa veya birileri sesini yükseltse, usulca kalkıp bize mi geliyor diyenler, hep olurmuş… Bu acıyı yaşatan ve sürdüren vicdansızlara ne derseniz, deyin…
Burgazada’yı daha fazla uzatmayacağım. İki özgün koordinat noktası ve gerisi size kalmış… Mümkünse, bir ortama ilişkin ruh halimi size aktarmaya çalışıyorum. Hadi Heybeli’ye giderken, gene müziğe kulak verelim: Janet ve Jak Ensemble’den, bir Neveser Kökdeş bestesi: ‘Kuş Olup Uçsam, Sevgilimin Diyarına’…
Burgazada’dan ayrılırken, tepelere değerli öykücümüz Sait Faik’e ve gazeteci dostumuz Reha Mağden’in aziz ruhlarına el sallayalım… Güzel insanlarımıza…
Heybeli mi desem, Heybetli mi? İskele’nin solunda bulunan Deniz Lisesi (umarım duruyordur), beni hep etkilemiştir. Binaları; bahçesindeki mimari ve mobilyaları… Bir vakitler komutanı üst kat komşumuzdu da gidip köşe bucağını bir erle gezmiştim… Sahici ve modern bir eğitim yuvasıydı…
Ohhh iyi ki gelmişiz deyip bir kafeye geçiverin. Denizi, genel manzarayı ve yerli halkından bisikletle dolaşanlar, sohbet edenler, kahve halkının bin bir konudaki muhabbeti… Ben kulak vermeyi severim. Dinler ve çevreme bakınırım… Avukatımın evine mi çıksam; Evrensel gazetesinin kuruluşuna mühür vurduğumuz iki günlük, Halki Palas muhabbetine mi, bilemedim… Kulaklarımızda da yukarıdaki gruptan: ‘Yo Era Ninya’ olsun. Hadi, adagazetesi.com adresine başvuralım ve Halki Palas bilgilerini genişletelim:
‘Heybeliada Halki Palas Oteli’nin 10 Mayıs 2016’da kapanacak iddiaları Heybeliadalılar arasında kulaktan kulağa yayıldı. Halki Palas, bu tarihten sonra misafir kabul etmeyecek dahası sürecin sonucu nasıl tamamlanacağı belirsiz. Otelin ilk sahibi Romanya uyruklu un tüccarı Aristodimos Kozmetos. Varisleriyle ilgili mülkiyette ortaya çıkan ve gelişen hukuki anlaşmazlık bulunuyor. Diğer adıyla Uçurum Manastırı diye anılan ve bu lakabı uçurumun kenarında konumlanmasından alan Aya Yorgi Manastırı, 1500’lerde inşa edilmiş pembe renkli bir mimari ve ağaçların arasındaki muhteşem manzarası ile hem doğaya, hem de tarihi bir yapıya tanıklık etmenize olanak tanıyor. Özünde, Aya Triada isminde bir 9. yüzyıl inşası olan bu yapı, zaman içerisinde din adamı yetiştirmek amacı güden bir Rum Ortodoks Ruhban Okulu görevi görmüş; ancak kapatıldığı günden bu yana konferans, sergi ve festival gibi çeşitli etkinliklere ev sahipliği yapıyor. İsa’nın on iki havarisinin tasvirine ev sahipliği yapan Aya Nikola Rum Ortodoks Kilisesi kıpkırmızı görkemli yapısı ve Rum üslubuna uygun mimarisi ile Heybeliada gezilecek yerler arasında öne çıkıyor.
Denizcilerin azizi olarak bilinen Nikolaos’a ithafen yapılan bu kilisenin iç mimarisinde altın yaldızlı kabartmalardan mermerlere liturjik öğelerden barok detaylara kadar özenli bir mimari sizleri bekliyor. Devam ediyoruz:
Geçirdiği bir rahatsızlık sonucu inzivaya çekilmek için Heybeliada’nın temiz havasını ve doğasını seçen İsmet İnönü’nün yaşantısına ve Atatürk’ün hediye ettiği ev mobilya ve eşyalarına bugün tanıklık etmenize olanak tanıyan İsmet İnönü Evi Müzesi, tarih boyunca sahne olduğu hayatta kesintileri dün gibi gözler önüne seriyor (Vakıf binası ve bahçesi hem bir müze gibidir; hem de özellikle yazları çok sayıda etkinlik yapılır, bilesiniz)…
İtalya’dan getirilen mermerler ile neoklasik tarzda yapılan Süslü Mezar (Kangelaris Ailesi Anıt Mezarı), hüzünlü bir aşk hikâyesine dayanıyor. Spyridon Kanglaris ve öldükten sonra hemen yanına defnedildiği eşi Sebaste Kangelaris Pellone‘un mezarlarına ev sahipliği yapan Süslü Mezar, görkemli yapısıyla Heybeliada’ya gelen tüm ziyaretçilerin akınına uğruyor.’
Bu arada zahmet edip, Hüseyin Rahmi Gürpınar evini ve Heybeliada Camii’ni de bulabilirsiniz..
Adalar’da bir gece konaklayın bence. Bunu hepsinde yapabilirsiniz ama benim tercihim; konaklama tesislerin çokluğu açısından Büyükada. Yoldayız… Geceleyin diyor olmam; kıyıdan biraz içerlerde olmaya bakın; yürüyün veya ve adanın kimilerinizi ürkütebilecek derin sessizliğini dinleyin… Gündüzleri kuyruğa girin ve fotoğraf heveslileri nereye seyirtiyorsa, takılın peşlerini. İki kare de siz çekin..
Yalnız çok rica ediyorum, iskeleden inip de şak diye fotoğraf işine girişmeyin. Sabır, iskele karşısındaki saatin hemen arkasındaki şahane pastanelerden birinde oturun ve insanların telaşlı koşuşturmasına bakının… Bin kişi geçse, ‘Ahan da şu üç kişi ada yerlisi’ dersiniz. İzleyin, yavaş yavaş makinanızı açın… Tamamdır. En önce karşı sol köşenizdeki Princess Oteli’nin pencerelerine bakın ve oda fiyatını bana sorun: Yüzlerce lira… Olsun, ne gam. Böyle bir binayı ayakta tutmak kolay mı?
Sola dönün şimdilik ve çarşının keyfini sürün; nasıl olsa geceleyeceğiz ya, kalacak yer de bakarsınız. Solda bir PTT binası var ama önde sahilde de var; aynı binanın devamı. Zamanında İnci Pastanesi’nin rahmetli sahibi Luka Zigoridis’in pastanesinin Ada Şubesi… Azınlıklar mal satanken, bir başka azınlık satın almıyorsa illa önce devlet talip olur ve muhtemelen bedavaya kapatırmış. PTT olması bundan… Çarşıyı bitirin ve ileride solda bembeyaz bir konak gibi duran büyücek belediye yapısına yanaşmayın, beni çalıştırıp paramı ödemeyenler bunlar. Davayı da kazandım ama hava aldım, şimdilik.
Sola sahile inin, epeyce balık lokantası var ama sizi yazar Fıstık Ahmet’in yerine götüreceğim. O malum belediye binasının önünden geçin ve ileride görürsünüz zaten. Haftasonu keyif erbabı sokağa bile taşmış ve canlı müzik dinliyordur… Keyfiniz daim olsun… Sabah erkenden uyanın ve kahvaltı sonrası ilk fotoğraflarınız için sokakları arşınlayın… Bahar veya yaz aylarında gittiğiniz ya, ‘Ulen şu evde otursam ömrün uzar’ diyeceğiniz yerleri dolanın… Adanın kültür sanat organizasyonu da çoktur… Mutlaka birinden birine rastlarsınız. Ada Vakfının geniş bahçesi her zaman bu etkinliklerle dolaş, taşar. Sahici bir yönetimi vardır çünkü…
Aya Yorgi’ye çıkmak hayli meşakkatli artık. Bir yıldır gidemediğim için fayton olmayınca ne yapılıyor henüz bilmiyorum. Ama sora sora Bağdat nasıl bulunuyorsa, tepedeki kiliseyi de bulur ve yanındaki kilise vakfının işletmesinin masalarına kurulursunuz. Karşı yakanın betonlaşma faciasına pek bakmayın. Bol çeşit ve dolu tabaklarınızla mezeleriniz gelsin, dem saati… Hadi bir de şarkı dinleyelim: Haig Yazdjian & Fide Köksal – Yareh Mardou Yara Kuta. Şarkıyı İzmir güzel Fide’den bilerek seçtim; ada kültürüne doğrudan ait değil ama belki bilmeyenleriniz vardır… Fide Köksal, İzmir’den bir turneye gidiyor ve Yunanistan’da kalıyor. Şu an pek sevilen bir yıldız şarkıcı… Hatta, oralardan evlendi. Hadi dinleyelim…
Büyükada’nın genel bilgilerini belediye sitesinden almanızı öneririm. Hayli ayrıntılı ve doğru bilgiler var. Gene kiliseleri, sinagogları ve bir camii ile tarihi konakları, okulları ve nicesi… Yoruldum dostlar… Soluklanıp Sultanahmet ile bitirelim… Talep geldi ve hayatımın bir 12 yılı oralarda geçti. Milliyet, Cağaloğlu’ndayken… Pardon, kararım değişti. Bugün son… Yazılarımın bıraktığı lezzetin yavanlaşmasına izin vermemek gerekir. Biraz soluklanayım ve hepsini yazdıktan sonra tek tek yayımlayalım… Söz; önce, Sultanahmet ve sonra Şişli-Kurtuluş… Tuzla ve bütün sahilini yazarım ama ‘Hadi usta, Şifa’yı da yaz, Tepeüstü’nü donat’ demeyin. Herkese sevgiler…