Adnan Genç
Tarihi Yarımada, anımsayacağınız kadar yakın yıllarda Fatih ve Eminönü ilçelerinden oluşuyordu, ancak yapılan son düzenlemeler ile Eminönü ilçesi semt oldu ve Fatih’e bağlandı. Hemen lafa girip Eminönü’nün tekrar Fatih’e bağlanması hikâyesini anlatmalıyım… Bir turizm danışmanları toplantısında; semtteki turizmciler, özellikle Ramazan ayında Sultanahmet’in tarihi ve turistik görünümünden çıkıp, panayır yeri haline gelmesinden şikâyetçi oldu… Kültür ve Turizm işlerinden sorumlu Vali Yardımcısı da bana ve Turizm Müdür Yardımcılarından genç bir kadın uzmana dönerek, ‘İkinizden biri yeni dönem belediye başkanı olacaksınız. Bu adamdan başka türlü kurtulamayız’ dedi. Ben, AKP’li değilim; ancak bağımsız katılırım, dedim. Kadın arkadaşımız da akademik kariyer yapıyor olduğunu ve şimdilik mümkün olmadığını, söyledi. Zaten bu aralar Turizm Bakan Yardımcısı… Pek az bir seçmen nüfusu olan bu semti Fatih’e bağlayıp bu meseleden kurtuldular, anlayacağınız… Devamla: Bu bağlamda Tarihi Yarımada, Fatih ilçesi sınırlarını kapsamaktadır. Tarihi Yarımada’da bulunan önemli semtler ise; Aksaray, Beyazıt, Eminönü, Fener, Haseki, Karagümrük, Kocamustafapaşa, Kumkapı, Mahmutpaşa, Sirkeci, Sultanahmet, Şehremini, Tahtakale ve Vefa semtleridir.
Fatih doğumluyum. Tarihçesini ve mimari yapılarına ilişkin temel bilgiyi sonlara doğru vereceğim. Her sokağını ezbere bildiğim; her binasının yamacında özgün bir anımın olduğu tarihi bir semt. Elbette yeterince güncel değil ama eksiklerimi veya bugünkü hallerini soracak dostlarım var. Çünkü size muhtemelen 40 yıl öncesini anlatıyor olacağım… Saraçhanebaşı’ndan Edirnekapı’ya kadar Vatan Caddesi’ne paralel Fatih’i bölen bir büyük caddesi vardır; Fevzipaşa caddesi. Bendeniz Beyazıt’taki Esnaf Hastanesi’nde doğduktan sonra Hitler filmlerinde gördüğümüz iyice eski model bir Desoto taksiyle; hani kapıları ortadan iki dış yanlara doğru açılan kocaman bir arabayla, bu büyük caddenin Fatih Camii Medreselerinin tam ortasından bir yerlerde yokuş aşağı inen bir sokağındaki küçük evimize götürülmüşüm… Yavuzselim’in oralarda Lüks isimli bir yazlık sinemamız ile ki, hiç gitmemişizdir; sokağımızın dibinde bir tane daha ve hemen medreselerin bittiği noktadaki Malta semtinin cadde girişli toplam üç yazlık sinemamız vardı. Malta’daki Madalyon açık hava sinemasıydı ve mahallenin teyzeleri, sokağın en saftirik çocuğu belledikleri için olsa gerek, hadi oğlum koş şu kadar bilet al akşam için, derlerdi. Biletleri alırdım ve zaten girip otururdum. Tahta iskemlelerden oluşan sıranın öbür ucuna bir hırka koyardım ve beri başında da ben otururdum. Erken giden en iyi yeri kapar; kapar da, bu çocuk bacak kadar boyu olan çelimsiz bir herif olunca, ‘Bu hırka kimin yahu?’ dendiğinde, benim derdim ve en köküme hafif bir tokat yiyerek bir arka sıraya geçerdim. Sıra tutmak kolay iş değil. Tokatlana tokatlana, arkalara bir yere veya duvar dibine düşerdim ki, teyzeler geldiğinde iki şaplak da onlardan yerdim. Makinanın tıkırtısını duyarak film izlemeyi çoğunuz bilmez; filmin temel efekti odur… Tabii ki ilkokulu okuduğum Fatih İlkokulu (yani, 13. Taş Mektep)’nun da bir sinema salonu vardı ve orada da her hafta sonu iki film birden izlerdik. Müdür yardımcımız Tahsin bey, makinist olurdu. Hafta başı ve hafta sonu da ulusal marş okunacağı zaman kemanıyla bize ses verirdi. Sanki konservatuvar öğrencisiyiz. Bu hocamız beden eğitimi derslerine de girerdi. Bunca marifet Köy Enstitüsü veya Öğretmen Okulu mezunu olmasını getiriyor akla..
Sinema anılarımı sürdürmek istiyorum, çünkü Beyoğlu’ndaki işyerimiz nedeniyle bütün sinemalara bedava girer ve film izlerdik. Sinemalarla ilgim açısından ilginç iki öykü daha; İlki, Madalyon sinemasından… Film oynarken, sinemanın büfesi çay, kahve servisi yapardı ve yeni çıkmış küçük külahlarda dondurma da satarlardı. Gördüğüm ilk gece kendime bir dondurma külahı aldırdım. Külahın üst kısmına kadar gelen kısmını yedim, bitti ama içinde daha var ve dilimin yettiği kadar da olanı temizledim. Sonra elimdeki külah benzeri zımbırtı, azıcık erimeye yüz tuttu… Ben de bunu sahici külah sandığım için kenarından ısırıp, dondurma kalıntısıyla birlikte hepsini yedim, yuttum. Işıklar yanında bir baktım ki, her yer ince kartondan yapılmış bu külahlarla dolu. Pek utanmıştım, kendimden…
Jonh Wayne’nin ‘Kanlı Ok’ isimli western filmini okulumuzda izlemiştim. Zeki Müren’in bir filminde, ‘Bahçevan geldi, Bahçevan geldi’ diye, hayli komik bir söyleyişe sahip şarkısıyla bilinen filmini de gene çocukluğum sırasında buralarda izlemiştim. Tam yeridir, lütfen bulun ve Zeki Müren’den ‘Bahçevan geldi’ şarkısını dinleyin…
Beyoğlu’na geçince, filmler için defter tutmaya başlamıştım; Yapım tarihi, film şirketi, yönetmen ve oyuncular ile mutlaka film müziklerini yapanların adlarıyla kısacak olarak konusunu not alırdım. Muhtemelen bin filmlik bir defterim vardı ama anneciğim nedir bu kalabalık diyerek atınca, film eleştirmeni olmamın yolunu kapamıştı…
Birkaç yıl öncesi bir arkadaşımızın cenazesi için Fatih Camii’ne giderken, yolun başındaki okulumu gördüm. İmam Hatip bilmemnesi olmuş; yanındaki eski Halkevi binamız ise, gene Kuran Kursu olmuş. Yan yana iki dini şey… Oysa Halkevi’nin Fatih’deki benim bildiğim bu 3. yapısında Bertolt Brecht’in Carrar Ananın Silahları adlı oyunun sahnelemiştik. Medreseler, çocukluğumda öğrenci yurduydu ve Camiin arka bahçesine sıralanan yurt binalarının en ucunda da Halkevi binamızın, benim bildiğim ikinci yeri vardı. Yurt öğrencilerinden biri her akşam üzere kapı merdivenlerinde dikilip ve şahane hüzünlü ezgiler çalardı…
Halkevleri’nin ikinci binası Yavuzselim’deydi… Ondan biraz daha önce; Emniyet Amirliği’nin tam karşısındaki köşe yapılardan birinde CHP vardı ve diğerinde de Fatih Halk Bilimleri Derneği. Bu dernek Ahmet Kaya’nın kendini göstermeye çalıştığı ilk yerdir ve şahane arkadaşlarımdan Kapalıçarşı esnafı ve gazetecilik okulu mezunu Fatih Karagöz arkadaşımın Kaya’ya sazıyla eşlik ettiği bir dernektir… Sonradan önemli bir siyasi oluşumun da doğduğu bir yerdir… Medrese kubbelerinin üzerine çıkıp saklambaç oynamışlığımız vardır. Düşme pahasına… Fatih camiinin, bahçe duvarının benim okulumun bahçe duvarına komşu olan küçük sokağın üzerinde Fatih Güreş İhtisas Kulübü vardı ve burada güreş, boks, masa tenisi dersleri verilirdi ve liglerde yarışan sporcular vardı… Herkesler pek bilmez ama küçük sayılsa da Malta Çarşısı şahane zengin bir çarşıydı. Silivri’den gelen büyük tepsilerdeki yoğurtlar açılır ve akşamına kalmadan biterdi. Endüstriyel yoğurt yoktu sanırım. Ve gene mahallemizdeki kadınlar, ben saftiriği camii tamamen geçerek öte yanında bulunan bu çarşıya gönderirler ve yanımdaki boş çanaklarla yoğurt almamı isterlerdi. Bahşiş yok, elma armut vermek yok. Bir küçük kaşık edinmiştim ve onlara kaymak bırakmazdım pek…
Evimizin son katında bir zamanların tanınmış gruplarından; galiba biraz da uzak akraba Üç Hürel grubu ve tabii ailesi otururdu. Liseli yıllarımda onlar için bir de fan kulüp kurmuştum… Hadi onlardan bir parça gelsin: Diday, diday, dom…
Evimizden, Bozdağan Kemeri yakınlarına inen sokağımızın en dibine yakın bir yerlerde ve Fatih İtfaiyesi’ne komşu (arada kemer var zaten) Kadınlar Pazarı bulunur… Çocukluğum günlerinde genellikle köylü kadınların Pazar esnafı olduğu tarihi bir çarşı ama son zamanlarda Siirtli esnafın çokluğu nedeniyle Siirt Pazarı olarak alınan bu bölgede şimdi et ürünlerinin ham ve pişmiş halleriyle satıldığı mekânlar ve küçük tabureler üzerinden çay servisi yapan yerler bulunuyor… Sokak bittiğinde de tam karşımızda sağlı sollu iki yapı bulunuyor. Hem de 50 yıldır falan; Hıfzıssıhha Enstitüsü ve Şehir Tiyatroları Fatih Sahnesi. Az arkalarında da meşhur Vefa Bozacısı’nın merkezi bulunur… Üniversite yıllarımızdan hemen sonra pek çok hekim arkadaşım Hıfzıssıhha’da çalışmışlardır… Yani fırın, lokanta ve pastaneleri denetleyen gruplar buradadır ve gene buradaki bir ofiste kentin fare ve zararlı böcek popülasylonunu saptama ve mücadele etme görevi olan bir şube de bulunur… 30 yıldan daha da öncenin pastane hijyeni açısından hekim dostlarımın verdiği bilgi şöyleydi: İlk sırada Görgülü olurmuş hep ve 17. sırada da Divan. Sonrası da zaten 250’den başlarmış… Şimdilerdeki yeni teknolojilerle bu işler çok daha temiz çözümleniyordur.
Tiyatroya gelince, pek çok çocuk oyununu burada seyrettiğim gibi, ‘Ben Çalmadım’ adlı bir oyunda da ‘fondaki kalabalık’ gibi bir rolüm de vardı. Nedret Ergüenç’in başrolünü oynadığı Çehov’un Vişne Bahçesi adlı oyununu iyi hatırlarım. Bir sahnesinde uzaklarda kesilen ağaçların sesini duyan Ergüvenç, ‘Bu sesler de nedir?’ derken, elindeki anahtarlarını düşüren bir seyirci, ‘Bir şey yok, anahtarlar efendim’ deyince, oyun kesilmişti… Bozdağan kemerinin Vefa semtine olan eğilimli tepe ucundan yukarıya tırmanmışlığım ve üzerinde korkak ve titrek üç adımdan sonra geri dönmüşlüğümü de hatırladım. Sonradan ciddi bir demir kapıyla bunu engellediler. Kemer ve çevresi hakkında birazcık ayrıntıya ihtiyaç var, sanki: Roma İmparatoru Valens tarafından 375 yılında inşa ettirilen ve her dönemde İstanbul’a su taşımak maksadıyla kullanılmış olan Bozdoğan Kemeri, görkemli mimarisi ile Vefa semti ve Zeyrek mahallesi arasında bölgenin en göze çarpan yeri. Vefa semtine gelmişken 1876’dan beri hizmet veren meşhur Vefa Bozacısı‘na da uğramanızı öneririm. Vefa ve çevresinde görebileceğiniz diğer tarihi yapılar arasında, Vefa Kilise Camii, Şekercihan, Ayın Biri Kilisesi ve Direklerarası başta geliyor.
Bozdoğan Kemeri’ni arkamızda bırakıp solda Şehzade Mehmet Camiini ve tam sağda da itfaiye tesislerini görürüz. Gene yaşamış gibi anlatmayı sürdüreyim: Şehzade Mehmet camiinin inşaatı bitmiş gibi. Sinan çevrede dolaşırken yemek molası veren işçilerin aralarındaki şu konuşmayı duyar: ‘Yahu minarelerden biri eğri gibi’. Bunun üzerine, koca mimar gençlerin yanına gider ve hemen ustalara koşmalarını, uzun ve sağlam bir urgan getirmelerini de söyler. Minarenin bağlanabilecek bir yerine bağlar ve Sinan, ‘Çek, hop; çek, hop’ diyerek, minareyi düzeltir. Ustalar, Mimar Sinan’a bu da neyin nesi der gibi bakarlar… Cami açıldıktan sonra bu dedikodu alıp yürür ve bir daha düzeltemeyiz. Şimdi tastamam yaptık, der… Bir de hemen camiin birkaç sokak arkasında İstanbul’un en eski yapılarından Aya Teodosyus Kilisesi bulunur ama kubbeli yapı, camie dönüştürülmüş ve adı da Fatih’in hocalarından Molla Gürani’nin adı almış. Gezinirken içinden çıkan birine sormuştuk, buranın adı neydi, diye. Aci Molla Camii demişti, nursuz herif. Zaten boylarının yettikleri yere kadar yeşile boyadıkları bir ucubeye döndürmüşler, güzelim yapıyı…
Dönelim kemerin eteklerine… Bir ucunda da kaymakamlık binası ve onun önünde Teyyare Şehitleri Parkı vardı. Tabii tam sol çaprazdaki İBB binasını da belirtmeliyiz. Sözen zamanında birkaç basın danışmanından biriydim… İtfaiye’nin şahane bir bandosu vardı ve en arkada da simsiyah ve tombik bir amca (muhtemelen Sökeli siyahilerden bir amca) yürürdü. Koca göbeğine yasladığı, daha da kocaman davuluyla, belediye binasına yürürler ve cumartesi öğlen vakti İstiklal Marşı’nı çalarlardı. Aynı ekip Ramazan aylarında da hemen önlerindeki büyük bahçenin bir yerinden Ramazan topunu ateşlerdi. Bize bir sigara yaktırırlar ve onunla fitili ateşleyip, gümmm.. Pek hoşumuza giderdi bu törenleri izlemek. Bu noktaya pek yakın ve biraz da utanarak izlediğimiz başka bir yer daha vardı. Belediye binasının hemen yan karşısında; Fevzipaşa caddesinin Horhor ile kesiştiği bölgedeki arkeoloji kazıları… Oruçgazi Ortaokulu’nda okuyordum ki, sonradan az aşağıya kayarak Pertevniyal’de de bir süre okumuştum. Utanarak baktığımız şey de yerli ve yabancı arkeolog ablalarımızdı. Sonuçta pek büyük olmasa da kentin içinde bir kazı alanıydı ve yerli/yabancı genç kızlar (muhtemelen staj falan yapan genç arkeoloji öğrencileri) minnacık şortlarıyla çalışırlardı. Biz ergen herifler de kıh kıh ederek, okula seyirtirdik. Bir şey anlarmışız gibi. Haşim İşcan geçidinin yapıldığı günlerde evimizden geçidin işleyen bir kapısına gelir ve tehlikeli trafiği aşağıdan yayan olarak aşardık. Bütün dükkânlar boştu ve bizim okulun hergeleleri, Cibali Kız Lisesi’nden çıkan kızları bu loş ortamda sıkıştırır ve dudaklarından öperlerdi. Sanki herkes olmasa da çoğunluk memnundu halinde. Çünkü her akşamüzeri olurdu. Ben garip, annemin hazırladığı köfte ekmekten kocaman bir parçayı almışken ağzıma, kızlardan birinin babası beni yakaladı ve tokadı bastı. Koca lokma, yıldırım hızıyla mideme inmişti. Ben yapmamıştım ama eve kadar kıpkırmızı ve sımsıcak bir suratla mızlanarak gitmiştim…
İlkokulumun mimarisi birbirinin benzeri projelerden yapılmıştı. Bu yüzden numaralandırılmıştı ve bizimki 13. Taş Mektep’ti… Okuldan Unkapanı’na doğru ana caddeden paralel giden yokuşumuzun adı Mıhçılar Caddesiydi. Caddenin, okuldan sonraki ilk sağ sokakta bulunan kocaman ve o zamanların mozaikli yapılarından birinin giriş katında eski Hatay Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen otururdu. Bizi yiyorlar sanırdım, Hatay Valisi diyeceklerine… Meğer gerçekmiş… Bir spor kulübü kurmuştu Karadenizli fırıncı bir abimiz…. Vatan caddesindeki Emniyet Müdürlüğünün tam karşısına gelen yerlere de berbat zemininden dolayı Çakıl Top Sahası derdik. Orada bir maça gitmiştik bir gün ve Eskişehirspor’un meşhur Es Es Es, Ki ki ki diye, başlayan sloganı pek bilinen bir slogandı. Biz de bunu Mıhçılar için uyarladık ama rezil olduk. Mıh Mıh Mıh, Mıh Mıh Mıh, Mıhçılar Gençlik hey hey hey… Hımhım spor olmuştu adımız…
Gezmeyi nasıl becerirsiniz bilemiyorum. Çünkü rehberli gezilerde; kapalı olan çoğu kilise ve benzeri yapının anahtarları kimdeyse onlardan alır ve ziyaretimizi öyle yapardık. Fatih’te de böyle yerler çoktur ve gezecekseniz ancak dışından gezebilirsiniz. İçlerini görmeniz rehberli turlarla mümkündür ki, her tura da anahtar verilmez. Çünkü çoğu ziyaretçi ve rehber içeride olduklarında gereken özeni ve saygıyı göstermez, bir lunaparktaymış gibi şenlik şamata içinde dolaşabilirler…
Fener Rum Patrikhanesi’ne gidin. Her zaman açık olan kilise kısmında Hz.İsa’nın kırbaçlandığı söylenen sütunu görün. İki usta tarafından 30 yılda tamamlandığı söylenen ikonastasion olağanüstüdür. Gene Fatih sınırları içinde (Vefa taraflarında) Aya Biri kilisesi de vardır; Bizans döneminde yapılan bu kilise belki de İstanbul‘un en çok ziyaret edilen kilisesidir. Bu kiliseyi görmeden Fatih’ten gitmeyin! Bu arada Fener’de yer alan ve Maria Palailogos’un yaptırdığı Kanlı Kilise’yi ziyaret edin. İstanbul‘un fethinden sonra kubbeli kiliselerin tamamı camiye çevrilmiştir. Bir tek istisna Fener’in sırtlarında bulunan Moğolların Meryemi ya da Kanlı Kilise’dir.
Eski bir Rum semti olan Fener ve hemen yanı başında eski bir Musevi mahallesi olan Balat, Tarihi Yarımada’nın Haliç kıyısında yer almakta ve zengin bir tarihi mirasa sahip. Fener’in, aynı zamanda ‘Rum Ortodoksların Vatikanı olduğunu biliyor muydunuz, bilemem? Fener, Fener Rum Patrikhanesi ya da dünyada bilinen adıyla Constantinopolis Ekümenik Patrikhanesi ve Bulgar Kilisesi‘ne ev sahipliği yapan bir semt. Fener Rum Patrikhanesi, halen dünyadaki 250 milyon Ortodoks Hristiyanların ruhani önderliğini yapan, Ortodoksların dünyadaki merkezi konumunda.
Fener ve Balat, turizm alanında son dönemlerdeki yapılan katkılarla, turistik bir yer haline gelmiş durumda. Rengârenk boyalı sokaklarında yerli ve yabancı turistleri görebilirsiniz. Ana meydanlarında turistik cafe ve restoranlar oldukça renkli. Aynı zamanda bölge antika eşya dükkânlarıyla da ziyaretçi akınına uğruyor
Zeyrek mahallesinde bulunan, Bizanslılar zamanında 1124 yılında inşa edilen ve dönem içerisinde ilave yapılarla genişleyen Pantokrator Manastırı, İstanbul’un fethinden sonra camiye dönüştürülmüş ve Zeyrek Camii olarak görülmeye değer. Aynı zamanda UNESCO tarafından Dünya Mirası listesine alınmış bir yapı. Zeyrek’te görülecek diğer tarihi yapılar ise Şeyh Süleyman Mescidi ve Çinili Hamam. Ayrıca Bozdoğan Kemeri ile Zeyrek Camii arasında yer alan Unkapanı Tarihi Kadınlar Pazarı‘nda ünlü büryan kebap ve perde pilavı sunan restoranları deneyebilirsiniz. Fatih ilçesinin merkezi denilince akla gelen ilk eser Fatih Camii ve Külliyesi. Fatih Sultan Mehmet’in türbesi de burada. Fatih ilçesine adını veren Fatih Camii, Sultan II. Mehmet tarafından yapılmıştır. Fatih Sultan Mehmet’in de türbesinin olduğu camide, Gazi Osman Paşa, Ahmet Cevdet Paşa gibi önemli Osmanlı paşalarının mezarları da vardır.
Fatih’in merkezinin ana caddesi ve her daim canlı olan Fevzi Paşa Caddesi, aynı zamanda Romalılar döneminden beri ana cadde konumunda. Fatih’te gezip görebileceğiniz başlıca yerler ve tarihi yapılar olarak; Millet Kütüphanesi, bir anda karşınızda görünce şaşıracağınız ünlü bir Roma sütunu olan Kıztaşı ve 1851’de Sultan Abdülmecit tarafından yaptırılan Hırka-ı Şerif Camii başta gelir.
Millet Kütüphanesi de biraz ayrıntıyı hak ediyor. Artık Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi ve Yazma Eserler Kütüphanesi adını alan bu yapıdaki kitapların tamamını okumuş olabilirim. En arkalarındaki ‘Okur çizelgesi’nde kitapları aldığımız tarih ve adlarımız yazardı. Ali Emîrî Efendi, şair, tarihçi, biyografi yazarı ve yayıncıydı. Dîvânu Lugâti`t-Türk`ü keşfeden bir kitap meraklısı olarak tanındı. Hiç evlenmedi, hiç fotoğraf çektirmedi ve Beyoğlu’na hiç adım atmadı. Hayatını kitapları ve kedileriyle geçirdi. 1924’te İstanbul’da vefat etti.
Edirnekapı, Karagümrük semti ve çevresi
Edirnekapı, İstanbul’un sur kapılarından birisini oluşturur ve burada bulunan, Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan’ın isteğiyle Mimar Sinan tarafından yapılan Mihrimah Sultan Camii‘nin bulunduğu tepe, İstanbul’un 6’ncı tepesidir. Edirnekapı, aynı zamanda Fatih Sultan Mehmet’in şehre ilk girdiği kapıdır. Ve pek çok tarihi yapıda olduğu gibi; kapısının önü park yeridir. Ne yapının dinamiği için ne de fotoğraf çekimleri için uygun olmayan bir acayip durum.
Edirnekapı’da gezip görülecek başlıca yapılar arasında; 6’ncı yüzyılda inşa edilen Bizans kilisesi olan İstanbul’un fethinden sonra camiye çevrilen, günümüzde ise müze olarak hizmet veren, mozaik ve freskleriyle popüler bir turist gezi noktası olan Kariye Müzesi, günümüzde ancak kalıntıları kalmış olan Bizans dönemi saraylarından Tekfur Sarayı ve bir Doğu Roma dönemi kilisesi olan, Sultan III. Murad Dönemi’nde camiye dönüştürülen ve günümüzde müze-cami olarak hizmet veren Fethiye Müzesi ve Camii başta gelir.
Fatih ve Eminönü’nü kapsayacak bir yazıya soyunmuştum ama çok kapsamlı bir bölge buralar… Eminönü semtini olabildiğinde Sultanahmet yazısında ele almayı istiyorum…