Adnan Genç
Dünkü yazı hayli ilgi gördü, sevgili dostlar. Yahu, acelen neydi de koca kenti 5 dakikalık bir yazıya sığdırdın, dediler. Ermenistan’dan Rusya’ya; Kanada’dan, Evropa’nın her köşesine kadar pek çok kadim dostum, biraz da sarsılarak okumuşlar… Oysa ben, zaten İstanbul’u yaşayan ve yaşatanlar için kaleme almıştım… Hasret çekeni de çokmuş, inanın.. Olmaz mı, tarih kokan bu kentin her sokağında geçmişin ve kendinizin ayak izlerini bulursunuz…
Bu seferki turumuzu daha ağırdan alıp kulağımızda İstanbul’u ve anımsarken kalbimizin titreştiği; tutuştuğu şarkılarla gezelim, istedim…
Aslında 3 B tutkunuyum; Boğaziçi (Şıngır Mıngır, Salâh Birsel); Beyoğlu (Bir Şenliktir, Onat Kutlar) ve Bayrampaşa… Şaka şaka; Büyükada…
Buraya yakıştırdığım ilk şarkı; sözlerini koca şair Nâzım’ın yazdığı ve Zülfü Livaneli’nin okuduğu ‘Karlı Kayın Ormanında’ olsun. Karlı bir İstiklal turunda ellerimiz cebimizde, dinleyerek ağır adımlarla dükkânların açılmasını izleyelim.
Hayat başlıyor, işte… İlk duyduğumuz ses, çıngırtılı kepengiyle Narmanlı Han’ın bahçesini örten demir kapısı olsun. Kapı dediğime bakmayın; kapıdan içeri uzun uzun bakarsanız, Türkiye’nin yaşayan en eski gazetesi Jamanak’ın idarehanesine ve Sarkis Koçunyan’ın beslediği kedileri de görürsünüz… Kenarda küçücük dairesinde Ahmet Hamdi Tanpınar’a kulak verelim:
“Bu daire her akşam dolup taşarmış; Bedri Rahmi, karısı, kız kardeşi Mualla… Sabahattin Eyüboğlu, ressam Zeki Faik İzer, Mehmet Ali Cimcoz ve karısı Adalet… Türküler söylenir, yenilip içilirdi. –Haldun Taner-”…
Adalet Cimcoz’u dublaj sanatçısı olarak biliriiz ve tabii birlikte anmamızın hiçbir sakıncası yok; Jeyan Mahfi Tözüm… İsminin hikâyesi de ilginçtir; babası Mahfi Ayral, ne isim koyayım derken; tutu Kamus-u Türki’ye bakmış ve rastgele olarak bir sözcük seçmiş. Farsça, kükreyen aslanın sesiymiş… Yakışır, inanın… İki ses sanatçısını da bin kere duymuşuzdur, emin olun…
Hadi yola devam… Bilesiniz ki, gezindiğimiz yerleri biraz bugünlerinden ama çokça 20 yıl kadar eskisinden eskiye, anlatmaya çalışıyorum. Sağ köşede, İnci Pastanesi’nden ayrılma Şaban beyin ortaklığındaki Lebon Pastaneye girin ve henüz çıkmış çıtır çıtır portakallı bisküvilerden alıp, yola revan olun…
Rus Konsolosluğu önünde iki büyücek camlı çerçeve içinde Rusya’dan fotoğraflar olurdu. Oraya bakarken, MİT’e yakalanacağım diye, korkardım. Sorarlarsa saçımı düzeltiyordum derim, diye düşünürdüm. Liseli yıllarım yahu… Yürüyelim ama müzik zamanı da gelsin artık… Hadi gene hüzün dolu bir şarkı ile yürüyelim. Sebebi de Nâzım’la sürdürebilmek yürüyüşümüzü… Bestecisi de Mesud Cemil: ‘Kanatları Gümüş, Yavru Bir Kuş’… İsterseniz M.Nurettin’den dinleyin, isterseniz Şevval Sam’dan… Az daha geçiyordum; Suriye Pasajına da bir göz atıp, Apoyevmatini gazetesinin eski idarehanesini de aranabiliriz. Yoklar artık, Mihail bey; evinden, oğluyla birlikte çalışıyor ve tarihi gazetesini çıkarmayı sürdürüyor… Çıkıp hemen yamacındaki Markiz Pastanesi’nin tozlu camlarından içeri bakalım: Aman Tanrım, kimler yok ki; Kapıdan çıkana bakın hele: Haldun Taner… Hadi usul usul gidelim ama bu sefer kulağımızda Ziynet Sali’nin sesinden ‘Ke Sagapo Ah İstanbul’… Birazcık moderin versiyonu oldu ama, günümüze el vermek adına, böyle seçimlerimiz de olacak.. Olsun bre…
Bir Engizisyon mahkemesi salonu görmek ister misiniz? Göremezsiniz. Var da göremezsiniz, Muammer Karaca Tiyatrosu’nun hemen alt yanında… Az geçince meşhur buluşma noktalarından sayılabilecek OdaKule… Galiba üniversite yıllarımın ilkiydi. Hemen karşısındaki Panter Kürk’ün hemşeri olan çalışanlarından biriyle sohbet ediyorken, gökdelen kurşunlanmaya başladı. Öyle böyle değil, onlarca kişi mermi sıkıyordu. İçeri geçip, üst katından izleyelim derken, kalabalık çoktan toz olmuştu bile. Beyoğlu deyince, her türlü sese açık olmalısınız…
Hocapulo’da çay içelim mi; minnacık taburelerde anlamsız derecede pahalı çaylardan bir incebelli söyleyip, azıcık soluklanalım. Müzik mi; kolay… Meydana bakan sahafın Dual pikabından gelen sese kulak verelim: İnci Çayırlı okuyor; Beyoğlu’nda Gezersin… Aman iyi kulak verin lütfen ve plağın cızırtılarını da duyun…
Eminim, buraya kadarını okuyanla; bu arkadaş da hangi caddeyi gezmiş acaba; hani sokak müzisyenleri, diyebilir… Beyoğlu’nda her zaman bir inşaat çalışması vardır; muhtemelen OdaKule yanındaki Garibaldi Lokantası ve İtalyan İşçi Birliği’nin salonlarına giden yolun köşesinde Suriyeli gençleri görürüz: El Vatan. Hem neşeli hem hüzünlü bir ezgi… Dinler ve gene çalsınlar diye, beklersiniz…
Kallavi sokaktaki bütün mekânlar galiba bizim Fıççın Leyla’nın. Çerkes mutfağının her yemeğine rastlayabilirsiniz. Ama her lokantasında ayrı bir lezzet odağı… Hadi devam ve çıkıp karşıya geçelim. Saint Antuan Kilisesi’ne girip, şu korona belasından salimen kurtulup, esenliğe kavuşmamız için mum yakalım… Bahçesinde mutlaka gelen sese kulak verelim: O Panoraios, bir Bizans etkisi dinleyelim…
Hatta, aratıp bulun ve Yönetmen: Soner Sevgili dostumun ve Tannur Arat arkadaşımın metnini yazdığı Zümrüd-ü Anka, Görüntülü İstanbul Ansiklopedi’sinden, kilisenin tarihini görsel olarak izleyin… Şahanedir…
Galatasaray’a mı geldik sanki… Mısır Apartmanı, Aznavur Pasajı ve YKY’nin vitrinini gezmeyi size bırakıyorum. Müzik falan da yok. Çünkü meydanda Şadi Çalık’ın Cumhuriyet’in 50. Yılı anısına yaptığı ve sanayi dünyasını betimleyen heykelin önünde birkaç dakika çevreyi izleyerek, durun ve soluklanın. Çünkü birazdan koşuşturmanız başlayabilir. Hemen her gün ama özellikle cumartesi günlerini hak savunucuları ve kimi STK temsilcileri; önemli buldukları meseleleri ile ilgili bir basın açıklaması yapacaklardır… Dinleyin ve ciğerlerinize dolan gaz ile Galatasaray Lisesi’ni hızla geçip Çiçek Pasajına girin. Bir soğuk bira ve denk gelmez ya, akordeoncu güzelim Anahid hanımın ezgilerine bırakın kendinizi.. Elbette o da Beyoğlu ezgileri çalıyordur… Göklere selam olsun…
Tokatlayan Han’a girmişsinizdir ama üst katlarına çıkmamışsınızdır. Duvarlara çarparak çıkan asansörüne binip, katlardan birinde inin… Soluk ışıkların altında açılacak bir kapıdan, İstanbul’un ilk avukatlarından biri veya mali müşavirlerinden öbürü çıkabilir. Otel zamanına yetişemedim, bilemem doğrusu… Eskiden Beyoğlu muhabirleri bu binanın otel olduğu günlerde başta bu yapıda, bekleşirlermiş…
Hadi yakın tarihi uzanalım ve İKSV’nin eski binası olan Luvr apartmanı önünden karşıya geçip, Atlas Pasajı’na girelim. Olur ya, belki bir müzayedeye denk geliriz veya dükkân dükkân gezip, yahu bunları şimdi kim taşıyacak demeden bir sürü şey satın alırsınız… İlerde izleri duruyordur; mutlaka Çalıntı Dergisi’nin şahane yönetmeni Suat Bilgi’den plakçı dükkânına ve Feza Kürkçüoğlu dostumun kağıt belge satan yerine uğranız. Muhtemelen Şehir Tiyatroları yönetmeni Muhsin Ertuğrul’un onay imzasını attığı bir fatura satın alabilirsiniz… On top vişne rengi ipekli kumaş ve kimi fermuarlar satın alınmış… Atlas Pasajı’nda aynı zamanda ve gene İKSV’nin ve Kültür Başkenti İstanbul’un ilk yerleri de vardır; yani bir saray. Sahici bir saray. Tab’i Mustafa Efendi’nin bayati makamdan bir bestesini dinleyelim: Gül Yüzlülerin Şevkine Gel, Nuş Edelim. Kim okusun istersiniz; benim eski ortağım; (Nobel almasını beklediğim) muhteşem bir yazar ve şahane rehber Özcan Yurdalan… Elinde de minnak bir Fas bendiri ile…
Koca Beyoğlu, arkadaşlarımı anmadan geçmem, gönül koyarlar valla. Son 40 yılında onların da sahici ve kalıcı izleri var…
Tam da demişken, Emek Sinemasının karşı sokağından Ilgın Su çıkagelmez mi; Vakıfı ayakta tutmaya çalışıyor güzel dostum. Hadi Ruhi beyden bir güzel türkü çalalım… Yakışır ya da yakışmaz: Eşşeği Saldım Çayıra… Siz gülün… Dünyanın en özel seslerinden birini dünya gözüyle izledik ve dinledik. Ne mutlu bizlere…
Galiba, bu turu böyle çalakalem yapmaktansa, kitaba koyacağım zaman; kiliseleri, pasajları, kitapçıları, hanları falan ayrı ayrı kaleme almalıyım. Ne güzel olur… Çünkü şimdi atlayıp, gittiklerim oluyor. Mesela Galatasaray Lisesi’nin yanından 300 metre kadar Tophane’ye doğru indirirdim sizi ama çıkması zor gelir. Yoksa, Gül Baba türbesi var, orada.. Galatasaraylılar insin ve çıkışta taksiye binip kaçsınlar. Bana ne! Asıl türbe Macaristan’da diyeyim de, heveslenen gitsin bu güzel ülkeye…
Rumeli Pasajını geçmeden (eski zamanların) Rebul Eczanesi’nini vitrinine bir göz atalım. Şimdilerde belki 20 çeşit kolonyası ve artık parfümleri de olan bu güzelim mekân nadir ilaç yapan yerlerdendi… Vakko, yok artık… Kapısından (caddede araç trafiği varken) Vitali beyi görmek mümkündü. Hadi sevgili dostlar, burada da kulağımıza Jak ve Janet Esim’den herhangi bir ezgiyi alalım. Ve ilk kez dinleyenlerin ‘Yahu bu, şu şarkı değil mi?’ demelerine, gülümseyelim…
Bir koordinat olarak verip geçeceğim ama Taksim’e çıkmadan iki öncesi sokakta bulunan Surp Horvhan Katolik Ermeni Kilisesi ve geride Ağa Camii’nin de bulunduğu Sakızağacı caddesinin ilk sol köşesindeki Surp Advadzadzin Kilisesi ve Katolik Ermeni Patriklik binasını es geçmeyin, gidin ve gezin… Mutlaka…
Hadi günümüze de denk geldi diye, İsabel Bayraktaryan’dan veya Lena Chamamyan’dan Sareri Hovin Mernem dinleyelim…
Salimen Taksim Meydanı’na geldik… Tramvaya binin lütfen ve gerisin geriye; güzel caddemizden Tünel Meydanı’na tıkır mıkır akıp, gidin. İnsanların telaşlı koşuşturmasına; Sinema Günleri’yse, takıp takıştıran film tutkunlarına rast gelirsiniz ve ne çok tanıdık dostunuza… Canım Beyoğlu…