Akın Olgun
Hepimize bağırıyorlar “ölün”
Hepimize hakaretler yağdırıyorlar “geberin”
Ve elbette hepimize her gün “geber”melik “fırsat”lar sunuyorlar.
Çünkü hayatlarımıza pusu kurdukça, çünkü hayatlarımızı vurup liğme liğme edip, ait oldukları lümpenliğin hamurunu kabarttıkça, “ölürüm Türkiyem” diyen sesler daha bir sarıyor ortalığı.
Hepimizi “düşman” ilan edişleri bir yana, “düşman” ilan ettiklerinin tepesine binerek, ibret olsun diye itirazlara balta, bıçak, satır girişenlerin “milli gurularını” okşattırıyorlar.
“Geber” diye boşalan o sesin,
“Ölsün” diye coşan seslenişin çıkış noktasıdır bu işte.
Yapılan hazırlığın sesidir bu işte.
Ve
Hayatlarımıza biçilen hükmün ilan edilişidir.
Kendisinden olmayanın kalemini kıranlar, yarın toplu şekilde gömecekler bizleri.
Öyle bir hazırlık yapılıyor şimdi ve aceleleri var.
Her yasak, her tehdit ve tüm vurdumduymazlıkları bunun içindi. Meşrulaştırdıkça büyüttüler şiddetlerinin sahasını.
“Öyle bırakmayız” derken, bir kişinin üstüne devleti salmıyordu aslında.
Öyle bırakmadıkça yapabileceğini görüyor, gördükçe sınır tanımazlığını yükseltiyor, yükselttikçe beterin beterini planlıyor ve her vahşeti “beka” içine alıp, yaşamlarımıza hortluyordu.
Artık yüzü, sesi her yerdeydi. Duvarlarda, reklam panolarında, televizyonlarda, gazetelerde, yatak odalarında, mahkeme salonlarında, karakollarda, gözaltında, işkencede, cebimizde, oturduğumuz masada, yediğimizde, içtiğimizde, dilde, cümlede ve en çok tepemizde.
Biz gebermesi,
Biz ölmesi gerekenlerdik.
Okuduğumuz gazeteleri, takip ettiğimiz haberleri, gazetecileri, yazıları, yazarları, mahalleyi, sokağı, onun içinde yaşayanları, sosyal medya hesaplarını işaretleyip, çarpı koyarak çoğalttılar kötülüklerini.
Bizler hadleri bildirilmesi gerekenlerdik ve anlaşılan o ki hayatta kalmakta ısrar edenlere, son vuruşu yapmanın “fırsat”ı doğdu. İşte tam buna hazırlanıyor, son vuruşa yani.
“Üstüne gitmeyelim, gittikçe daha fazla hırçınlaşıyor” diyerek “denge” siyasetine yatanların, “uzlaşı” ile dizginleyebileceğini düşünen “böyük akılların” beslediği o iktidar kibrinin ayakları üzerimizde artık. O kibir faşizmdir.
İktidarın kurduğu şiddet siyasetinin altında, iktidarın çizdiği alanın içerisinde kurulan statükoların en büyük sonucu, iktidarın hepimizin hayatının içinde kurumlaşmasının önünü açmış olmasıdır ve bunu bozan her cümle, her söz, her duruşun tutuklanması, hedefe konması hiç boşuna değildir.
İktidarı güçlü kılan şey, anti demokratik tüm yöntemlerini, yaptığı operasyonlarla, manipülasyonlarla muhalefeti de kendisiyle benzeştirmesiydi.
Alanı daralttıkça, daraltılan alanın kalıbına bürünen siyaset, elbette popülizmi politikanın önüne koymaya başlayacaktı.
Bir şey yapıyor-muş görüntüsünü sosyal medya araçları üzerinden vererek, hem gazı almak, hem puanları toplamak, oldukça kullanışlı olmaya başlayınca, politika üretmeye ihtiyaç kalmadı.
Artık siyaset yukarıdan belirleniyor, yukarıdan yorumlanıyor, yukarıdan talim ediliyor ve buna uyum gösteren herkes “çizgi” içinde kaldığı müddetçe, var olabiliyordu.
İradenin tepeden inme siyasete teslim edilmesi, siyaset yapma biçiminin karakterini de belirler hale getirdi. O hal kimliksizleşmeydi.
Şimdi yüzümüze “geberin” diye bağıran,
Şimdi yüzümüze “ölsün, ölün” diyerek meydan okuyan o sesin uçurumundayız ama değilmişiz gibi yapmaya devam ediyoruz.
Birazdan hepimizi o uçurumdan aşağıya atacaklar ama “o kadar da olmaz” diyen rahatlık, oturduğu sıradan el kaldırıp, göze girmeye çalışıyor.
İktidar adım adım uçurumun kenarına topluyor herkesi.
Tek bir hamleyle yuvarlayacağı o anı örgütlüyor ve dışarıda, muhalefetin birbirinin ağzına bakarak kurduğu genel geçer cümleler, bizi “sakin” olmaya çağırıyor.
Öyle ya, sakince “gebermek”
Sakince “ölmek” varken, ne diye endişe edip, tatlı canımızı kasıyoruz!
Öyle ya, gevşeyerek karşılamak varken tüm olup biteni, ne diye huysuzlanıyoruz!
Bir işçi ölüyor, yüz işçi ölüyor, yüzlerce işçi ölüyor ve tekrar başa dönüyoruz.
Bir insan “açım” diyerek kendini yakıyor, bir aile toplu intihar ediyor ve ülkenin her yerinden intihar haberleri geliyor ve sonra tekrar başa dönüyoruz.
Bir gazeteci cezaevine konuluyor, on gazeteci cezaevine konuluyor, sonra yüz oluyor ve sonra tekrar başa dönüyoruz.
Bir siyasetçi tutuklanıyor, beş siyasetçi tutuklanıyor, on siyasetçi derken ardı arkası kesilmiyor ve sonra tekrar başa dönüyoruz.
Doğa yağmalanıyor, rant dur durak bilmiyor, on, yüz, bin ağaç kesiliyor, dereler kurutuluyor, sular zehirleniyor, parsel parsel satılıyor yurdun dört bir yanı. Derken “yargıya başvuruyoruz” diyor bir ses, tekrar başa dönüyoruz.
Direniyor birileri, dayak yiyorlar, yerlerde sürükleniyorlar, itirazları coplanıyor, gözaltına çekiliyor ve suskunluk bozulmaya başlayınca bir ses “bu tür eylemleri tasvip etmiyoruz” diyor başa dönüyoruz.
Başa döndükçe, katmerli yeni bir saldırı dalgası gelmeye başlıyor.
Onu al, bunu tutukla, şunu al, bunu bırak, şunu tut, şunu tekrar tutukla, öbürünü sal, diğerini tekrar tutukla…
Eğer bize “geberin” diyebiliyor,
“Ölsün, ölün” diyerek meclisten bağırıyor ve biz bunu “bir densizlik” diye yorumluyorsak,
Kendimizi cellada teslim etmişiz demektir.
Cellat “fırsat” ile baltasını biliyor ve kütüğü meydana taşıyor şimdi.
Ya başımızı uzatacağız o kütüğe, ya da o baltayı alacağız elinden ve bunu yapabilmenin tek yolu belki de muhalefet etme siyasetimizle ve bu siyaseti elinde tutanlarla yüzleşmektir.
Zor ama bizi hakikatli kılacak olan bu.