Pençe

Akın Olgun

Vasat olana talim etme, “kötünün iyisi” üzerine ortaklaşma ve “eleştirip hırpalamayalım” anlayışında buluşan tırnak çıkarma hali hepimizin çevresini neredeyse ele geçirmiş durumda. Çaresizliğin gevşekliği olarak da tanımlayabileceğimiz bu hal, yarına dair hayalleri kırılmış bir toplamı veriyor bize.

İktidardan illet etmiş, ana muhalefetin melemezliğinden gına gelmiş ve siyaset laboratuvarlarında üzerinde sürekli deneyler yapılan kobaylar haline gelmiş olmaktan, ağzı, yüzü, dili şişmiş bir toplumsal hal büyüyor. Kimsenin üstüne almadığı, alınmadığı, almak istemediği ve sanki onun dışınday-mış gibi davrandığı bir durum bu.

Ne olacak sorusu, önüne sürülen ve vasatlığı paçalarından akan ucuz siyasetçisinin, iş bilir gazetecisinin, yanardöner yazarının, omurgasını güce teslim etmiş sanatçısının etrafında her şeyi tartışmaktan, her gün biraz daha helak oluyor.

Sıradanlaşmanın ve iktidarla benzeşmenin büyüyen pençesi, her geçen gün hakikatin sırtına tırnaklarını daha fazla geçiriyor.

İşçilerin sesi o pençelerin altında kalıyor, kadınlar o pençelerin altında can veriyor, yoksullar o pençelerin altında kıyıyor canına ve nerede hakikati hatırlatan bir itiraz varsa o pençeler etrafı çeviriyor ve söylene söylene yürüyor üstünüze.

İşçi haksız oluyor, kadın suçlu, Kürt düşman, yoksulluk kader, mülteci arsız ve isyan etmek iblislik.

O sesin bir ucundan iktidar tutup çekiştiriyor, diğer ucundan birbirinin benzeri muhalefet ve aslında “söz konusu devlet” olunca, hepsinin dili çatallaşıp tıslıyor bir güzel!

 Böyle olmasa, iktidar tek hamlesiyle arkasına dizdirip, asker selamı verdiremezdi lakin bunları duymayı da bir o kadar sevmiyoruz.  

“Ama canım” diye başlayan analizler, söylevler ve “büyük resmi” göremeyişimize öfkelenen yüzler o kadar hızlı bir araya geliyor ki ne yapacağımızı şaşırıyoruz çoğu kez.

Tam o sırada “söz konusu beka ise” diye başlayan toplu riyakârlığın arkasına ceset torbaları diziliyor. Çocukların içinde olduğu ceset torbaları. Çocukların yüzlerinde ölüm asılı kalmış ve bir anne sarılıyor ceset torbasındaki evladının yüzüne, gözüne, kirpiklerine.

“Milli unsur” çocukların ortasına havan topu düşürmüş ve memlekette “eğil eğil” diyen seslerin toplamı, kapatmış gözlerini olup bitene. Hiç yok-muş, hiç olma-mış gibi yaşamayı kanıksamaktan daha beter ne olabilir ki?

Duygu yitimi, refleks yitimi, dengeler, dengelere dengelenmeler ve kınamalar ağız birliği etmişçesine bakıyorlar tüm olup, bitene.

Bizden bağımsız değil ki yaşananların hiç biri. Böyle olmasa, Demirtaş’ın hücresinde geçirdiği rahatsızlığın ve başına gelenleri bir hafta sonra öğrenmiş olmanın faturasını “ama söylememiş” diyerek üstümüzden atmazdık. “Kurtarıcı” açıklamalar konusunda çok hızlı ve maharetli olduğumuz muhakkak lakin biriken öfkenin üstünden her defasında sıçramak değiştirmiyor, değiştirmeyecek olan biteni.

Tekrarlar, benzerler ve tekrarlandıkça benzeşenler, benzeştikçe en düşkün cümleleri, sözleri, kelimeleri, vaatleri selamlayıp önünde eğilenler, dik duranları işaret edip “eğil eğil” diye bağırmaya devam ediyorlar.

İşçilerin önüne polis dikiliyor, HDP’nin kapısına polis dikiliyor, kadınların sesinin önüne polis dikiliyor, insanlar evlerinden, iş yerlerinden, parklardan, bahçelerden, meydanlardan, sokaklardan, caddelerden sürüklenip götürülüyor.

“Eğil, eğil” diyen sesler dört bir taraftan yükselmeye devam ediyor. 

“Her şey olacağına varır” mı bilinmez ama kendiliğinden olmayacağını bilenler için bu söz, vasatlığa talim etmekten başka bir şey olmadığı çok açık.

Ve eğer, alıştırılmaya çalışıldığımız bu vasatlığı bir yerden kırıp aşamazsak, hepimiz kendi kendimizin, hepimiz birbirimizin celladı olmaktan kurtulamayacağız.

Ve yarını vasatlığa ve onun ezberlerine teslim etmiş olacağız.

Edecek miyiz?