Dilşa Deniz
Elizabeth Cady Stanton ve Lucrettia Mott, Amerikan kadın tarihinde çok önemli yer kaplayan iki kadındır. İkisi 1840 yılında eşleriyle Londra’daki Dünya Irkçılık Karşıtı Konvansiyona katılmak için gider ve kadın oldukları için içeriye alınmadıkları bir mecrada tanışırlar. Bu dışlanma ve tanışma, iki kadını yaklaşık sekiz yıl sonra 1848’de Seneca Fall’da Mary M’Clintock, Martha Coffin Wright ve Jane Hunt ile birlikte örgütledikleri iki günlük bir kongrenin sonunda ilan edilen Amerika Kadın Hakları Sözleşmesi’yle sonuçlanır. E. C. Stanton bu toplantıyı,“Burada, yönetilenlerin olmayan rızasıyla yöneten hükümeti,- erkekler kadar özgür olmak için haklarımızı açıklamak, vergi ödediğimiz hükümette temsil edilmek, erkeklere kadınları cezalandırma ve hapsetme, kazandıkları ücretlerine, miras kalan mülküne ve ayrılma durumunda sevdiği çocuklarına el koyma gücü veren utanç verici yasayı protesto etmek için toplandık” diye açıklar.
O tarihten bu yana Amerika’da kadınlara dair çok şey değişti. Kadınların da etkili olarak yer aldığı ırkçılık karşıtı hareket sayesinde -pratikte kısmi olarak devam etse de- ırkçılık bir suç artık. Toplumun ana arterlerine kadar sızan bu insanlık dışı uygulamadan faydalananlar ve faydalanmak isteyenler, günümüz Amerika’sında white supremacy yani beyaz üstünlüğü anlamına gelen, sadece derisinin rengi üzerinden üstünlük ve hak talebinde bulunan bir kitledir. Sayıları hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte, meşruiyetleri olmadığı için aleni olarak ortaya da çıkacak durumda değiller. Bu nedenle başka formlarda varlıklarını ve politikalarını devam ettirseler de Amerika, tarihinde ilk siyahi başkanı, Barak Obama’yı seçmeyi başarmış olan bir ülkedir.
Aynı Amerika hala bir kadın başkan seçebilmiş değildir. Hillary Clinton politikaları açısından çok tercih edilecek bir aday olmasa da seçilmemesinin ardındaki esas nedenin daha çok misogeny yani kadın düşmanlığının etkili olduğu dillendirilmektedir. Sokakta konuştuğum bazı Amerikalıların, Demokratlarca gösterilecek bir kadın adayın kaybetme olasılığının, kadın karşıtlığı nedeniyle hayli yüksek olduğunu dile getirmektedirler. Cumhuriyetçilerde ise aday gösterme tartışması dahi yoktur.
Bunları yazarken aynı zamanda gündelik hayatta kadınlarla ilgili eşitlikçi yasaların sert bir şekilde gözetilmeye çalışıldığını da belirtelim. Öyle ki bu konuda Türkiye gibi ülkelerle kıyaslamak çok büyük haksızlık olur. Kadın olarak insanın kesinlikle kendisini daha güvende hissettiği bir ülkedir. Kadınlar eşit olup olmadıklarını tartışmıyorlar bile, çünkü teorik anlamda artık anlamsız bir konudur. Ancak bu gündelik hayatta kadın düşmanlığının devam etmediği, kadınların ayrımcılık ve şiddete maruz kalmadıkları anlamına gelmiyor. Yasaların bu konuda çok sert işlemesi nedeniyle bu düşmanlık hem daha gizli hem de daha ustalıklı bir biçimde sertleşiyor. Bu nedenle de hala bir kadın başkan seçimini sağlayacak bir boyuta ulaşamıyor.
Senecca Fall Deklarasyonun en önemli maddelerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı uzun bir mücadelenin ardından elde edilse de kadınların, White Supremacy ve male supremacy yani beyaz ve erkek üstünlüğünün yıllarca iç içe geçtiği ve bundan derin imtiyazlar elde ettiği bir toplumda, alenen olmasa da el altından elenmeye çalışıldıklarından emin olabiliriz. Elizabeth Cady Stanton ve Lucrettia Mott’tan, Trump’ın azil süreci öncesi tanık dinleme oturumlarında Marie Yovanovitch ve Dr. Fiona Hill’a doğru uzatacağımız bu hatta, son iki kadının gösterdikleri tutum, Amerikan kadın mücadelesinde de uzun süre hatırlanacaktır. Çünkü bu iki kadının tanıklığı yani söyledikleri, yaptıkları ve yapamadıkları kadınların güç ve niteliklerini tırpanlayan cinsiyetçi-ırkçı damarı ifşa etmektedir.
Dinlenen onlarca tanık arasında en çok ses getiren bu iki kadından biri, görevden alınan eski büyükelçi Marie Yovanovitch’tir. Kendisine yönelik yıpratma ve görevden alma süreci, esas olarak Amerikan demokrasisine saldırı olarak kabul edilen ve iç politik saiklerle yurt dışında bir Amerikan vatandaşının başka bir ülke tarafından soruşturulması karşılığında askeri bir yardımın serbest bırakılması çerçevesinde dönmektedir. Amerikan anayasasına ve demokrasisine yönelik ağır bir suç olarak kabul edilen süreç, Ukrayna büyükelçiliği görevine son verilen Yovanovich’in, genellikle Başkan D. Trump’ın Ukrayna’da yapmak istediklerine engel olma ihtimali üzerinden konuşulmaktadır. Oysa bu konun öteki önemli cephesi olan kadın düşmanlığının da gözden kaçırılmaması gerekmektedir.
Bu olayda olduğu gibi kadınlar genellikle “baş ağrısı” ama aynı zamanda da kolay lokma olarak görüldüklerinden, rahatlıkla feda edilebilecekleri düşünülerek sürecin yönetildiği açıktır. Avrupa ve Rusya’dan sorumlu eski Ulusal Güvenlik Müdürü olan Dr. Fiona Hill, bir Amerikan başkanı hiçbir engele takılmadan herhangi bir büyükelçinin görevini ve görev yerini değiştirme yetkisine sahipken, Yovanovitch’in neden kirli bir yıpratma sürecine tabi tutulduğunu haklı olarak sorgulamaktadır. Zira burası es geçilen kadın düşmanlığına işaret eden önemli bir noktadır. Kamuoyunda bunun sadece yolsuzlukla bağdaştırılması, kadın düşmanlığının tıpkı kadın sorunu gibi ikincil bir konu olarak algılanmasından kaynaklandığını ortaya koymaktadır. Eğer oradaki bir erkek olsaydı yine de bütün bunlar yapılabilir miydi? Sorusunun sorulmamış olması büyük bir eksikliktir.
Her iki kadının arka planı ve sergiledikleri davranışlar, bilgi, deneyim ve profesyonellikleri Amerika’da iki temel sorun olan ırkçılık ve cinsiyetçiliğe dair önemli veriler sunmaktadır. Bu anlamda özellikle “göçmenler bu ülkeyi tehdit etmektedir” algısı tam burada ciddi bir soru işaretine dönüşüyor. Çünkü her ikisi de Amerika’ya sonradan göçle gelen bir arka plana sahipler. Marie Yovanovitch’in anne ve babası biri Sovyet dönemi baskılarından, diğeri de Alman faşizminden kaçıp Amerika’ya sığınırken, Fiona Hill, İngiltere’den yoksul kömür işçisi ailenin Amerikaya göç etmiş bir üyesidir. Bu arka plana sahip olan ailelerin çocukları, -ne kadar eleştirilirse eleştirilsin hala da en kapsayıcı toplumlardan biri olan- Amerika’da okuyup, yükselme ve daha da önemlisi dış ilişkilerde görev alma, strateji belirlemeye kadar varacak olanaklara ulaşmaktadırlar. Bu olanağa sahip olan çocukların ülkeye olan katkıları ve önemi de açıkça görülmektedir. Dolayısıyla göçmenliği tehdit olarak kodlayan zihinsel çabanın saçmalığı da aslında bu olayla bir kez daha netleşmiş oluyor.
Göçmen karşıtlığı, otoriteryen, baskıcı ve konservatif politikaların özellikle
kullandığı, düşman icat etme ve tehdit üretme üzerinden yandaşlık satın alma
ilişkisinin ana stratejisidir. Siyaset biliminde iyi bilinen böl ve yönet (divide and rule) teorisi olarak formüle edilen, daha azınlıkta
olan diğer kitleleri düşman olarak inşa ve ilan etme, ülkelerin özgül
durumlarına göre şekillenen ve özellikle sağ, baskıcı kesimler tarafından
etkili olarak kullanılan bir metottur. Kitlelere hiçbir şey vaat etmemenin ana
stratejisidir. Böylece bir “koruma hizmeti” iddiasıyla ortaya çıkarak kendi
varlıklarının gerekliliğini ileri sürebilmektedirler. İcat ettikleri tehditle
aynı zamanda devasa bir “koruma endüstrisi” ve dolayısıyla militarizm
meşrulaştırılır. “Düşmana karşı
koruma” iddiasıyla militarizm kutsanırken, öte taraftan da bu militarist gücü kendi
halkını baskılamada kullanırlar. Bu anlamda Türkiye’de düşman olarak inşa
edilen, Kürtler, Aleviler, gayri-Müslimler, solcular -şimdilerde- Suriyeliler,
Amerika’da göçmenlere, siyahlara ve Hıristiyan olmayanlara dönüşüyor.
Bu anlamda benzerlikler olsa da hem kapsayıcılık hem de kadın sorunu ile ilgili Amerika ve Türkiye’nin kıyaslanamayacağı da açıktır. Daha başarılı kapsayıcılık politikalarına sahip bir ülke olarak ve göçmenlerin bir ülke için nasıl büyük bir kaynak olduğu da son azil oturumlarında iki kadın örneği üzerinden ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla göçmenleri ve kadınları tehdit olarak işaret eden politikaların ne kadar temelsiz, sahte bir kaygı olarak dayatıldığı gözler önüne serilmiş oluyor. Bu iki kadının birikimleri, profesyonel tutumları, hukuka bağlılıkları, kamusal alanlarda kadınların önemli rolü ve dolayısıyla da kadın başkanlık konusunun tartışılmaya başlanmasına vesile olurken, aynı zamanda, Amerikalı-beyaz-erkek üçlemesindeki bireylerin niteliklerinin ortaya saçılmasına da aracılık etmiş oldular. Bu üçlemedeki kişilikler, kendi bireysel çıkarları için ülkenin dış politikalarını tehdit edecek şekilde manipüle edenler olarak, bu rollerini devam ettirebilmek için saldırdıkları kadınların, her şeye rağmen ülkenin dış güvenlik politikalarını korumaya odaklandıkları da çok net bir biçimde görülmüş oldu. Bu anlamıyla ülkenin koruyucuları olduğu iddiasıyla ortada dolanan beyaz Amerikalı erkekliğin nasıl bir şişme balon olduğu ortaya çıkarken, özellikle bu eril ve ırkçı mekanizmanın sıkça kullandığı kadınların “yetersiz”, “duygusal” ve “kolay manipüle edilenler” oldukları diskurlarının ne kadar gülünç olduğu da ifşa olmuş oldu.
Fiona Hill, “kadınların öfkesi pek takdir edilmez” biçiminde yorumladığı cinsiyetçi kuşatmanın amacı ve kadınlara karşı kullanılan “duygusallık,” bağlantılı olarak zayıflık, kararlarında subjektiflik iddiasının ardındaki şey, kadınların girmelerini artık engelleyemedikleri kamusal alanda daha alt basamaklardaki hizmet alanıyla onları sınırlama talebinin retoriğidir. Toplumun gözleri önünde bunu sergileyen bir zihniyetin, arkada ciddi bir kadın düşmanlığını örgütlediğinden bu nedenle kuşku duyulamamalıdır. Ki bu durum, büyükelçiyi görevden almak yerine, hakkında yıpratma kampanyası yürütülmesinin de en açık gerekçesi olsa gerek. Yovanovich ve Hill sayesinde Amerika’da beyaz etno-maskülen politikalar, kadın nefreti biraz daha görünürlük kazanırken, kadınlara karşı ayrımcılığın kaydı olarak da kıymetli bir kaynağın ortaya çıkmasına da yol açmış oldular.