Sesi yutkunmak

Akın Olgun

Birçok şeyden kaçabiliyor, saklanabiliyor hatta kendi gerçekliğimizi aldatıp, hiçbir şey yokmuş gibi yapabiliyoruz ama an geliyor, saklanmalarımız anlamsızlaşıp önümüze bir ceset gibi yığılıyor. O an kendimize bakıyoruz omuzlarımızın üzerinden.
Önümüze düşen cesedin yüzü yüzümüz oluyor. Ellerimizin, yüreğimizin buza kestiği o anın çıplaklığı, öyle sarsıcı ve öyle kahredici oluyor ki, kabaran isyanımızı tekmelemekten yorgun düşüyoruz. Biliyoruz tehlikelidir böyle zamanlarda isyan ve en tehlikelisi, arkanızdan kimsenin gelmeyeceğini düşünmemizdir. Öyle değil mi?
Neyden sarsılıyorsak ondan korkuyoruz. Bize, bir başkasının yaşadıklarını hatırlatıyor çünkü.
Açlık insanın midesini kazıdığında, en temel ihtiyaçlarınızı karşılayamayacak duruma gelip, kimseler görmeden, gizlice parmak hesabı yapıp, alacaklarınızı hesapladığınızda, çıplak gerçeklik bütün bedeninizi, ruhunuzu kaygılarla sarmaya başlar.
Yarına dair duygunuzu kaybettiğinizde ise yıkılırsınız. En büyük yıkımdır yarını kaybetmek, yarını çıkaramamak, yarını bilememek. Bunun ağrısı benzemez hiçbir ağrıya. Bunun acısı benzemez hiçbir acıya, bunun çıkmazı benzemez hiçbir çıkmazsa.
Adım adım sıkıştığınızı, adım adım tükendiğinizi, içinize çöktüğünüzü hisseder, derin derin çektiğiniz nefes bile sizi boğulma duygusundan kurtaramadığında yersiniz ilk vurgunu. Bir utanç çöker üzerinize. Dünyanın bütün ayıpları yüzünüze hücum ediyormuş gibi düşünürsünüz. Yüzünüz soğur, gözleriniz yitirir pırıltısını ve elleriniz yüzünüze kapanıp, alır gözyaşlarınızı.
Birilerinin acımasından utanırsınız. Yoksulluğun, bir başkasının gözünde acınacak hale düşmesi, büyütür kimsesizliğinizi. Arkanızdan duyduğunuz, “Allah kimseyi düşürmesin” sözlerinden, bir ibretlik olarak damgalandığınızı anlarsınız.
Yoksulluğunuzun başarısızlığınız olduğuna dair fısıldananlar kulağınıza yetiştiğinde, siz de bir adım daha yaklaşırsınız kendinizden ve herkesten kurtulmaya.
Masada dünyayı kurtaranları görür, kendinizin kurtulamayışına burun bükenlerden hızla uzaklaşırsınız.
Perdenizi, kapılarınızı sıkı sıkı kapatıp, sefaletin esir aldığı hayatınızı gizler, önce anılarınızı, sonra gururunuzu ve en son hayatınızı ısırırsınız. Hiçbir ısırığınız acıtmaz olur ne bedeninizi, ne ruhunuzu. Kanarsınız sadece, kanarsınız eşten, dosttan, sevdiklerinizden.
İntihar eden dört kardeşin kanamasıdır işte bu.
Hepimizin kanamasıdır.
Parmak hesabına düşen hayatlarımızın, birbirinden habersizliği içinde kimsesizleşmesidir. Her sayılan parmakta azalan yanımız, sesimizin de küçülmesidir. Sesler küçüldüğünde, sesler birbirine dokunmadığında, önce sesimiz intihar eder. Duyulmuyorsa, hissedilmiyorsa, ulaşmıyorsa kimseye anlamını yitirir, kırılır direncinin direği.
Acımasızlığın büyüdüğü, kötülüğün sesinin hâkim olduğu yerde kimse yara almadan çıkamaz. Yok böyle bir şey. Herkes kanar, herkes kanatır ve herkes bir başkasını kanatmak için geçirir tırnaklarını etinize, yüreğinize.
Otizmli çocukların yuhalanması böyledir işte.
Kötülüğe teslim olmuş, edilmiş ve ona dönüşmüş olanın tırnaklarıdır o.
Arkasından konuştuklarımız kadar çirkin, yüzlerine söylemeyip, idare ettiklerimiz kadar ikiyüzlü ve kendi gerçekliğimizi değil, başkasının yalanlarını konuşarak, öldürdüğümüz zaman kadar kayıp olmamızın bütün sırrı buradadır. Böyle olmasa, bu kadar rezaleti, çirkefliği, pespayeliği, vasatlığı “ama, fakat” diyerek kabul içine alıp dolanmazdık gücün, popülizmin, nobranlığın ayaklarına.
Böyle olmasa, birbirimizi acıtmak yerine tutunurduk omuz omuza.
Öyle değil mi?