‘Şimdi sırası mı?’

Akın Olgun

Sihirli bir havası var bu sorunun. Her derde deva bir bağlamı da. Bir türlü sıranın gelemeyişinde tükenen sözler, cümleler, eleştiriler sadece bir iç kayba da yol açmıyor, kazanılan kalpleri ve inadı da değişik yerlerinden kırıyor.

Diyeceksiniz ki “büyük resme bakmak gerek” lakin o büyük resmi bir tek kendimizin gördüğü iddiası zaten başlı başına bir sorun değil mi? Büyük resim körü olduğumuzu, her dönem gözümüze sokup, kibrin kuş bakışı siyasetini uzanamayacağımız bir yere çivileyen o hal, hiç mi canımızı sıkmasın?

“Şimdi sırası mı?”

Peki, ne zaman sırası?

“Saldırı altındayız, şimdi olacak şey mi?”

Peki saldırı altında olmadığımız bir dönem var mı?

“Sürecin hassasiyeti var, zarar vermeyelim”

O “hassasiyet” her dönemin, her kesimin diline yapışmış bir pelesenk değil mi?

“Ama, fakat” diyerek arka arkaya dizdiğimiz her sebep, aslında kendi gerçekliğimizden uzaklaştığımız, uzaklaştıkça burnumuzu yukarı kaldırdığımız, kaldırdıkça önümüzü göremez hale geldiğimiz ve en önemlisi siyasetin dışarı ile kurduğu umutlu bağları tükettiğimiz zemini besliyor. Böyle, böyle azalıyoruz maalesef.

Azaldığınız yerde yönetmek kolay değil, aksine daha zordur.

Çünkü herkes artık bildiğini okumaktadır ve kimse kimseyi beğenmemektedir. Azaldığınız yerde bürokratik işleyiş tarzı oturur, demokratik işleyişte inat etmenin yerini popülist söylemler alır. “Küçük olsun benim olsun” ruh hali, çevresini yönetilebilir olanlarla çoğaltıp, her itirazın üstüne “şüphe ” oklarını fırlatır. “Bozguncu” söyleminin çeşitli versiyonları böylece hedefe yönelir.

Ortaya konan eleştirilerin, duruşun “arkadan hançerlenmek” olarak aşağıya salındığı yerde, vasatlık her zaman yükselen kullanışlı bir “değer” olmaya başlar ki, bu küçümsenecek bir tehlike değildir.

Eleştirilerin, “kişisel” olduğuna dair hücum etme hali, gelecekte ortaya çıkacak olan başka eleştirileri boşa düşürmeyi sağlarken, diğer yandan eleştiri sahibini “art niyetli” olmakla parantezleyip, dostluğu tırnak içine alacak ve algılarımıza, bu “politik” uyanıklığı “lezzetli” bir yaklaşım olarak sunmaktan çekinmeyecektir.

Had bildirmenin gövdesine sığınıp, dalları kırmak, yaprakları sallayıp dökmek, uzayan tırnağı kesmek kadar kolay olacaktır böylece. Dalsız, yapraksız kalan ağaç gövdesi, köklerini yemeye başlayacaktır zamanla. İçi kuruyacak, ağaç kurtları tarafından iliklerine kadar kemirilecektir ve ilk fırtınada gövdeden gelen çatırtılar, ellerinde baltayla dolaşanların dikkatinden hiç kaçmayacaktır.

“Şimdi bunları yazmanın sırası mı, kime ne faydası var?”

Faydası, dönüp kendimize bakma şansını hatırlatmasıdır. “Daha sert olmalıyız” diyerek içeride yükselen her sesi bastırmaya kalkarsak, “emir komuta” zincirine bağlanmış bir halde buluruz kendimizi. Bu, başkası olarak yaşamaktır. Açık olmak, dinlemek, anlamak, dili dar alanlara, ezberlere sıkıştırmadan kullanmak, evrensel olanda buluşmak ve en önemlisi kimsenin ağzının içine bakmadan konumlanmaktır BİZ’leri daha güçlü kılacak olan.

Ne içeridekileri unutturacak, ne de dışarıdakilerini öteleyecek bir siyaset, olmazsa olmaz kılınmazsa, umudun etrafında toplanan duygu eksilerek, vurdumduymazlığa dönüşecektir. Parti disiplinini, her eleştirinin ensesine indirilen keskin bir bıçağa dönüştürmek ve bunu iki kişinin dudakları arasına yerleştirmek, mücadele ettiğinizin yöntemlerinde buluşmak olacaktır aynı zamanda.

Özgürlük, demokrasi ve barışı temel almış ve bunları tüm Türkiye halkları için vaat etmiş bir iddianın içine, sistem siyasetinin dengelerini yerleştirir, her eleştiriyi, somut etkileri olmayan iri cümlelerle karşılarsanız, her seferinde biraz daha takatiniz ve inandırıcılığınız azalır.

Herkes, hepimiz gerçeği biliyoruz.

Ağır bir baskı ve nefes almaya dahi izin vermeyen bir saldırı var. Elbette bunu göğüslemek zor lakin daha ağırı kendimizi bunların arkasına gizlemektir. Hal böyle olunca, gizlenmek istemeyen göze batar, çıban gibi görülür.

İnsanı, vefayı, dostluğu, yol arkadaşlığını öğüten bir değirmene dönüşmek böyle başlar ve bunun başladığı yerde, en önce kendi arkadaşlarınızı iktidarlara kurban etmek sıradanlaşır.

Gövdeyi koruyayım derken, dallardan, dallarda çoğalan yapraklardan olur ve gövdeyi gövde yapan kökleri kurutmaya başlarsınız.

Ezcümle;

Ayşen Uysal’ın twitter hesabında, Brüksel’de sağlık çalışanlarının Başbakanı protesto etme biçimine atıfla yazdığı “Protesto sanattır, yaratıcılıktır, zekâdır” sözlerini okuduğumda, bizler bunun neresindeyiz diye sormadan edemedim. Çünkü yaşananların birbiriyle olan bağında önemli bir yer kaplıyor bu mesaj. Çok uzun zamandır eksikliğini hissettiğimiz bir alan burası.

Protesto biçimlerinin, sanat, yaratıcılık ve zekâ ile birleştiğinde elbette tüm saldırılara karşı etkili bir direnç oluşturduğu çok açık. Muhalefet kanadının bütününde yokluğu hissedilen şey bu. Herkes kendi ezberi etrafında dolanıyor.

Demirtaş’ın, o zamanki Başbakan’a  “Bana Selahattin demeyecekmiş, üç gündür uyuyamıyoruz” diyerek yaptığı o küçük konuşmayı hatırlayanlarımız vardır. Neden hala o konuşmayı izlediğimizde tebessüm ediyoruz? Çünkü o seslenişin ardındaki bilgi, deneyim ve zekânın hepimizden parçalar taşıdığını biliyoruz. Nedenli nedensiz tekrarlanan “Biz lider partisi değiliz” sözünün anlamını bilmiyor değiliz ancak, liderlik vasfının herkesin üstüne oturmadığını da hatırlayalım. Demirtaş, ezberlerden sıkılmış, tekrarlardan yorulmuş ve başöğretmen tavırlı konuşmalardan yılmış milyonlar için nefes oluyor, karşıtını ise ters köşeye yatırma becerisi ile kitlelerle kurulan bağın halkasını genişletiyordu. Çünkü altı milyonun gücü ile sözleri arasında özgüvene dayalı bir bağ vardı.

Ezberlere, tekrarlara ve onun yarattığı sığlığa yakalandığımız anda, iktidarın ve gücü elinde bulunduranların ağına düşüyoruz. Bu hal siyaset yapma biçimimizi, muhakeme yeteneğimizi ve reflekslerimizi de köreltiyor. Ters köşeye artık dostlarımızı yatırmak ise bir başka sonuç olarak önümüze düşüyor.

Gerçeği görüp, gözlemleyip, hakkaniyetli bir eleştiri -özeleştirinin içinden geçmek yerine, “haklısın da abi ama şimdi sırası değil” diyerek, kendi cümlelerimizi kapı arkalarına gizliyor ve herkes kendi hesaplaşmasını bir başkasının üzerinden yapmayı siyaseten bir yöntem olarak belirliyorsa, canımızın sıkılması için çok neden var demektir.

Altı milyon insanın etkisine, iradesine, zekâsına, politik duyarlılığına, özlemine, barışa, demokrasiye ve özgürlüklere olan bağlılığına sahip olup ama onun gücünü siyasete yansıtmaya gelince yaşanan tutukluk gerçekten sarsıcı. Bunun nedenlerini, “saldırı altındayız” söylemine sığınmadan yapmakta çokça fayda vardır belki de.

Kapılara kilit vurabilirler ama aklı ve yüreği kilitleyemezler.

Asıl korunması gereken parti içinde kapılan yerler değil, bu altı milyon insanın aklı, yüreği, vefası olduğu gerçeğidir.

“Şimdi sırası değil” ise yarın hiç buna sıra gelmeyecek demektir.