Yaşlanmak tatsız, fark etmek acı…

Fotoğraf: Mehmet Özdoğru / DepoPhotos)

Adnan Genç

Bizim kuşak insanlarımız; kolay kolay ruhen yaşlanmayız. Ya da yaşlanmıyoruz gibi; çünkü, daima sosyal ve politik ortamlarda bizi canlı tutan etkinlikler içinde olduk. Okuduk, yazdık; söyledik, çoğalttık ve dolayısıyla ruhen yaşlanmamıza olanak olmadı gibi…

Ama bedenen yaşlılığı herkes, bizzat kendisi hissediyor. En fena haliyle. Eskisi gibi merdivenleri ikişerli olarak çıkamıyoruz; kimse fark etmesin diye, ayağa kalkacağımız zaman koltukla narin popomuz yavaş yavaş helalleşerek ve kolçaklara veya dizimize sımsıkı tutunarak, bir çırpıda havalanıyoruz… Bunu henüz kimse görmüyor ama biz, yaşlanmanın hemen eşiğinin dibinde olduğumuzu biliyoruz.

Ev işlerinde de kısıtlamalara gidiyoruz; demli kara çay yerine, sıcak suya demlik poşetine geçiyoruz. Bulaşık biriktirmeler başlıyor… Yıkanma ve çamaşır işlerinde de savsaklama günleri hızla geliyor. Evet, temizlikçi bir yardımcı geliyorsa, bütün işleri ona yıkmaya ve yapacağı işleri utanmadan listelemeye başlıyoruz. Sonra ondan da vazgeçiyoruz.

Yalnız bir erkek ve henüz sosyal/siyasal bir aktivist olarak; sokak ve toplantı işlerine göre yıkanmaya ve giyinmeye başlıyorsunuz… Oturarak yapılacak bütün işlere talip olmanızdan anlaşılmaya başlanıyor artık, üşengeç değil yaşlanan biri olduğunuz…

Çamlıca’dan Üsküdar’a taksi; oradan motorla Kabataş ve oradan da metrobüsle Sultanahmet’te veya Çemberlitaş’ta inip, Cemiyet, Tabip Odası ve Mahmutpaşa’daki arkadaşları görüp, Mısır Çarşısına geliyoruz. Yolda tütün ihtiyacımızı Şahin Pipo’dan alıyoruz. Sonra vakit geç oluyor ve yürüyerek Karaköy Tünel ve çıkınca da Taksim’e kadar uğrayacağımız her yere uğrayarak; Beşiktaş iskelede buluyoruz kendimizi. Orada da toplantı yapma olanağı var. Sonra Üsküdar ve taksi ile ev… Yaşlanınca, sabah bunları önce bir kez düşünüp sadece Beşiktaş’a gidip dönüyorsunuz. İyice yorgun ve bezgin olduğunda bu programlı işleri düşünmüyorsunuz bile; artık size herkes müsamahakâr gözle bakıyor… Karşıya geçmek zor; İstanbul trafiği de kaotik deyip, işin içinden çıkıyorsunuz ama artık herkes sizin yaşlandığınızın farkında.

Hızla yürürken yanınızdaki arkadaşınız; ‘Yahu arkadaş, önce vapur sonra Beyoğlu… Ne koşuyorsun, ikisi de orada duruyor’ demesiyle birlikte; yavaş yürümenin avantaj olabileceğini anlıyorsunuz. Yorulmuyor ve yürüyebiliyorsunuz… Aheste beste, yani…

Bypass ile başlayan süreç ve sonrasını hesap ettim; rahatsızlığım ve diğer hastalıklarım için; devlet hastanesi, üniversite hastanesi, özel hastane, tıp merkezi, Aile Hekimliği ve Eczaneler ile kimi görüntüleme merkezlerine yaptığım ziyaretlerin toplam sayısı; 2 yılda 50 kadar ilaç peşinde koşmuşum; kimi rahatsızlıklarım için, bazılarını arkadaşlarım önermiş, bazılarını da cüzdanım ve toplam olarak 20 kadar hastane gezmişim. Bunun randevuları, takipleri, gidip gelmeleri de var…

Kâbus gibi değil mi?

Toplamda 5 kere de yatmışlığım var… Bütün bunları toplayınca; sevgili yaşlı dostlar; iki yıl içinde herhangi bir sağlık ünitesine gidip gelmelerimin sayısı, 400’ü geçmiş halde. Yani gün aşırı bir yerlere uğramışım. Günde almış olduğum hap sayısı yılda bir damacana kadar tutuyor… Olduğum iğneler hariç…

Yemek yapma işlemleri makarna ve pilav gibi zararlılarla, hep kahvaltılık yemece ve çorbaya içmeceye kalıyor… Yolda yürürken, mümkünse kaldırıma çıkıp oradan yürümek yerine yolun kıyısından yürüyoruz. Kaldırımın en düşük seviyede olduğunu kolladığımızı kim ne bilecek? Kalabalık caddelerde kimseyi geçmeye yeltenmiyorsunuz ve ‘Hayli kaotik oldu bilader’ diyerek, 50 yılınızı geçirdiğiniz Beyoğlu’na birkaç yıldır çıkmamayı marifet sayıyorsunuz.

Kitaplığa bakıp, ne yapacağım ben bununla demeye başlıyorsunuz. Kimilerine zaten hediye etmiş ve bazılarını da kimi yerlere bağışlamışsınızdır bile.

Galatasaray protestoları ve basın açıklamalarına gitmiyor; Kadıköy de memleketin güzide semtlerinden diyorsunuz. Ve mümkünse, iskele yerine Boğa ve Opera’daki etkinlikleri tercih ediyorsunuz. Zamanla genç ve kalabalık olabilen kitleyi gördükçe, ‘Yahu bir gaz atsalar, 50 metre sonra köşede düşer, şehit olurum’ deyip, ondan da sıyırıyorsunuz…

Eş dost ziyaretleri, akşam yemekleri, meyhane buluşmaları (ki, bu artık zengin işi oldu); akrabalara el öpmeye gitme numaralarıyla gençlik başımda duman havalarına girmeler; gözüne kestirdiklerini, konserlere, büyük kitapçılara; sanat etkinliklerine; yürüyüşlere, adalara ve modalara götürme işleri bitiyor, SMS ile hal hatır sormaya başlıyorsunuz…

Eve kapanıp güya ‘homeoffice’ çalışma ortamına alışıyorsunuz. Marketten toplu alışveriş yapıp, gelen delikanlıya ‘Bak, temizdir. Rica edeyim’ deyip, çöpünüzü kaktırıyorsunuz… Her zile kapıya koşmuyoruz artık. Uyku azalıyor. İnternetten konuşmalar ve ‘Parayla olsa, gezemem’ dediğiniz yerlerin tur videolarına binip geziyorsunuz..

En önemli titizliğiniz; cüzdanınızı, kimlik kartlarını, anahtarınızı ve çantanızı kolay bulacağınız bir yerde tutmak oluyor.. Haa bir de ocağa bakmak ve fermuar açık mı değil mi diye, kontrol etmek. Evde bile eşofman altı ile gezmezken; yakın markete ev kıyafetiyle çıkıp koşarak geri dönmeler başlıyor.

Film şirketinin depo bekçisi, her gün defalarca ekmek getiren Hemşinli fırıncının şoför oğlu; marketin sahibi ve çalışanları; kimi müşteriler, durduk yere selam vermeye başlıyor ve bazılarıyla dost bile oluyorsunuz. Çok kolay anlaşılıyor ezan saatlerinin sizi ilgilendirmediği… Abi nereden emekliyiz diyenlere; bazen kaymakam emeklisiyim deyip, tanıdığınız bir kaymakam üzerinden geyik kuruyorsunuz veya emekli okul müdürüyümden, özel ders veren hocaya; oradan da Çesnalar’la ilaçlama pilotluğu yapıp emekli olduğunuzu anlatıyorsunuz… Kimi toplantılarınız için paaat diye, taksi çağırıp gidince de, ‘Bizim Karadenizlilerin derneğine gidiyorum, okey oynayacağız’ diyorsunuz… Her şeyden anlıyor ama hiçbir şeyin içinde değilsiniz… Yavaş yürümenize en kolay onlar alışıyor…

Son olarak giymem için ömür gerek deyip (totem yapıyorum yani), yılda iki kez yarım düzine iç çamaşırı alıyorsunuz kendinize. En sahici alışverişiniz market dışında; artık kitap falan da olmuyor. Fenerbahçe’yi yaşlı adam huysuzluğuyla sevmemenize kimse laf etmiyor. Bir yere girince hemen biri sandalyesini boşaltıyor. Bırakın abiyi, amca diyen koca koca adamlara ters bakarken yakalıyorsunuz kendinizi. Yakalanmak derken; genç kızlar da sizlere ömür; ne onlar sizi görüyor ne de sizin onlara bakacak mecaliniz va…

Yaşlanmak tatsız, fark etmek acı…